ha bir de bu ayrılık bahsinden ve ağızlıktan bahsedecektim sana, doğru. tam konuşurken oldu, orada ateş vardı, elimde emektar ağızlığım, kulağımda (nedense sola dayamıştım telefonu da tam duyamıyordum) hatçe'nin buğulu sesi, orada önümde ateş, yapmasaydım bu sahneye yazık olacaktı. ağızlığa da yazık oldu mu, kimbilir? ama işte kimi insan üzülür hayvanların ziyanına, kimi insan ağaçların katliyle içlenir, bana da çok koyar bir avuç granülün daha girecek olması miksere, bir de bak kaynak sırasında patlayan profillere üzülürüm. bundan da öte kullanım alanı dolayısıyla ağızlıklar üzülünecek şeylerdir.

ben ezgi'den sonra başladım ağızlık kullanmaya, hep bir şeylere birisinden sonra başlanması adet olduğu için. ezgi'den sonra başka nelere başladım, şimdi düşününce hatırlayamıyorum, belki sonra bulurum. bu bahiste yukarıda bahsettiğim delilikten bir parça var, ezgi çok iyi sigara sarardı, çok güzel sarardı. hayır, ince sanatçı parmaklarıyla değil, biaz dolmamsı ve mutlaka kırmızı ojeli parmaklarıyla, hayır boğumları şairane falan da değildi, ama severdim ellerini, çünkü yanılarak galiba benimdi. ezgi sigara sararken izlemeyi severdim, sigaraya usta bir işçi gibi yerleştirirken zıvanayı, ezgi ne yapsa ben severdim o vakitler. az kere geliyor bu işler insanın başına, daha küçüktüm. delilik kısmı sonra başladı, ezgi'den sonra. kafenin arkasında perdeyle ayırıp yaptığım odada kalıyorum, geceleri sorun olmuyor o kadar içip üzerine bir de ruhumu çözüp bıraktığım için. sabah kirli yatağımda uyandığımda (yatak da değil çek-yat) karşı duvarın içinden geçen boruya bakıyorum, bildiğin pimaş, üstkattaki tuvaletten gelip merdiven altını (odanın bir köşesi merdivenin altı zaten) dolanıp duvardan çıkmayı başaran boru. boruya bakmaktan sıkıldığım için değil, daha az şey görmek için yerlerde geziniyor gözlerim ve yalanım varsa da önüme aksınlar, akşamdan kalan sigara artıklarının zıvanalarında ruj izleri (tırnakları gibi, mutlaka kırmızı) görüyorum. hayır, ezgi'den sonra başlamadım ruj sürmeye ve bunu o boktan anlarda bile biliyorum. zıvanayı o zaman bıraktım, ağızlık da hiç fena bir şey değilmiş.

ne anlatacaktım, evet büyük buluş! sonra çok geçmeden alıştım, kendi salaklıklarımla her seferinde baş etmemi sağlayan korkunç umursamazlığım (tanrı bir laneti, onu bertaraf edebilecek yeteneklerle birlikte verir ve tanrıya da hiç inanmam halbuki, bu bir çeşit modifikasyon mekanizması olabilir) içinde, biraz da gide gele ağızlık sıradan bir kullanım eşyası halini alıverdi. bir de ben nargileleri sevmem phoebe, ama işte nargilenin kültürü çok bir güzel değil mi? tıpkı şizofrenleri hiç sevmediğimiz kadar kültürünü beğendiğimiz gibi. burada (hala duruyorsa belki birini götürürüm) eski bir nargileci vardı, küçücük bir oda, benim hep çok sevegeldiğim çay ocakları kadar, yaşlı bir usta bütün gün leğende ıslatıp sardığı tütün yapraklarıyla tömbeki yapar, sıkı sıkı içiçe sarardı. özenip nargile söylerdik de ben hiç beceremedim içmeyi, içebildiğim kadarıyla da sevmedim, ara verip sigara yakardım hep. fakat işte onu elinde tutması da keyifli phoebe, şimdilerde ne çok insan elinde fotoğraf makineleriyle geziyor, öyle bir şeydi o da o zamanlar bizim için. nargile biraz da doğululuk simgesidir, kim anlatıyordu bunu phoebe? "10 dakikalık metro yolculuğunda bile kitap okuyan batılı'nın anlaması mümkün müdür, dört saat hiçbir şey yapmadan nargile içen doğulu'yu?" biraz mistik, biraz belgelik gibi bir şeyler var nargile dumanında, sonra bir de işin ateşle oynaması, közleri karıştırması falan var ki insan nasıl sevmez öyle şeyleri. çocukluğumuz soba üzerine kolonya dökmekle geçti phoebe, düşün işte elimize maşa verildiğinde nasıl bir hareketlendiğimizi.

nargileler de öyle işte, sonra bak onu o yüzden anlattımdı. sonra, evet, bir de nargilenin elma kokusunu severim ben, ama kendim onu da içemem. işte ezgi içsin ben anca onun yanında kokudan otlanayım. demek ki ezgi'den sonra elma kokusunu da bırakmışım phoebe, bunu da kayda düşebiliriz. bir gün elmayı kestim, plastik ağızlığımı içinden geçirdim kesilmiş dilimin. bak ama söz konusu olan tütün olunca çok bir titizimdir, ben yani yemekten önce ellerini yıkamayan ben elmanın içinden geçtikten sonra ağızlığımın içini peçeteyle temizlerim. bunu flütlerde yapardık, o aynı iğrenmeyle karışık keyif duygusu işte. sigarayı ağızlığa, ağızlığı elma dilimine taktıktan sonra...

ben ezgi'yi hep çok özlemişim bir de ezgi'den sonra, bunu da şimdi öğrendim. çok zamanlar da geçti phoebe, bu saatten sonra faydası da olmayacak zararı da ya ben hakikaten o kadar zaman kırmızıyı yanlış yere sevmişim. tuhaf gelecek, bu da benim akıllı yanım, hiç aramadım ezgi'yi ezgi'den sonra. sonra aradığımda da artık ezgi'den sonra sayılmazdı, düşün işte öyle de bir akıllı yanım var. halbuki şu gün belki çok başka biri olabilirdim, ah benim güzel aklım ah.

phoebe, bunları anlatıyorum, çünkü bazen bana davranışlarının doğruluğunu soruyorsun, bana akıl danışıyorsun! bunu anlatıyorum, çünkü eğer bir davranışınla ilgili hüküm veriyorsam kazara, sakın bana inanma, sakın phoebe!
sevgili phoebe;
bu sefer konu sen değil de ben olabilir miyim ve bunun için biraz daha yakın mesafede olsak dizlerine kapanabilir miyim. phoebe, ne zaman dizlerine kapnasam bir ablanın görümce şefkatinde korunaklığını bulabilir miyşm. tüm bunların bir bölümü kimse kimseyi kıskanmadan mümkün mü phoebe.

ilk paragrafın tüm soru işareti ihtiyacını karşılamak için: beni birisinin sevmesine ihtimal verdin mi hiç, o kişinin benim de istediğim kişi olmasına, nasıl da göz altşarında bir ömürlük serkeşlik, beni ama birisinin dilsiz üstelik istemesine ihtimal verdin mi?

çok annlattım sana, çağımız muhteşem anlatılar çağı. ve bizim sinema sahnesinde görüp de abartılı bulduğumuz her sahne tek bir sinema filmi içinde son derece anlamlı. kötü adamlara ıskalama eğitimi vermiyor holivud, kötü adamlar muhteşem bir şans esseri orada ıskalıyor sadece, o filmde, o kadar. iyilerin oğlan ölmüyor üj bej kurşun yiyeyerek ama bu sadece o ana özgü ve hatırlar mısın 7 kurşunla ölmeyyen akın birdal'a nasıl da provakasyon kokulu sövdüklerini? bizim aşklarımız hiç de olağanüstü sayılmazdı phoebe, birden fazla filmi bir anda unutmasaydık ve oloğandışılıkları içimize sindirmek için bu kadar istekli olmasaydık.

aamızda yaş farkı var değil mi phoebe ve doğruyken üstelik kerpiç evlerin yıllık bakımının yapılmasında usalık gerekmediği, çok sıçan delikleri sıvıyoruz phoebe. üstelik doğru bile değilken hocalarımızın bin yıllık filozoflara aşık olabildiği. aramızda kalsın phoebe, bir hocam hanım var ki kieerkegard'a aşıkmış kendi diyor, yaşı benden küçüktür, evli ve çocukları felsefe kürsüsünde bin başkanlığa aday, phoebe, içimde bir daralmanın olmadığı anlar yaşadığım da oluyor. yine utanıyorum.

adlardan anlam çıkaran bilimler vardı, hayır yalçın küçük tarafından icra edildiği kadar değil, hayır ben üç isim öğrendim bu kadar hayatta, hayır seninkini daha bilmediğimden diyelim alex değilse alexandra hiç değil. phoebe, seni nasıl kendi elimle kundaklamış kadar bağlıysam kaderine ve bir o kadar yalnızlıklarına, o kadar bağlı kaldım efsaneleşmesi için yazılmqası gerekir aşklara da. seni arabanın önünden çekip alma gururu kadar saf benim için hala ezgi'nin kendisi inkar eder göbeğindeki tüyler. kara!

utanmadığımdan mı?

hayır, hiçbir eski anıyı saklmazsım kendime ait olduklarında, sonra orada şirince şarabı, sonra orada nasıl br bahar, sende kar yağarken burada papatyalar açar. yalnız phoebe, ben nergizleri çok sevdim, pa-pat-ya: -ya dişiliği, -pat: bir molotof ya da havai fişek amed inceliği, pa: babamızdan almayı unuttuğumuz ne varsa. şimdi benim tepede bu hafta açtı papatyalar, ben oradan sonuçlar çıkardımsa bana nasıl hörgüç!?

aşık olmak için papatyalar mevsimi...

ben gene nergisleri severim, kokusuyla ve herkesin elinde... phoebe, benden bir cacık, biraz gülmekten öte bir kadın için bir şey olur muydu, börek bile açarım.

kimdi, bir fransız şairdi kimisi, bir yüzyılda aşk en fazla beş defa gelir diyen. baudealire değil, o başka bakmış ve babasını lanetleyerek katıldığı devrim daha henüz bir yüzyılın sonuna damgalanmamış. kimsemiz misin phoebe, bir yüzyılda bir insan kaç aşk yaşabilir ki? hayde birini bıraktık öteki binyıla, diğerini nasıl unutacaktık. ve yüzyılın aşkını biz bileylemediysek bursa'nın köralmaz bıçkıanelerinde kime3 sayacaktık, kimi bilecektik phoebe.

madem ki aşık olacaktık.

kendi efsanelerim bana kalsın phoebe, bu gece bir masal okutarak uyut beni. ve sevgilin unutmasın seni hiç sevmediğimi, o kadar ablam varken ne vakit konuşamasam onlarla dizlerin benim için -olmadıkları kadar...

bu sefer sen bana bir masal anlat phoebe, kızla erkek kavuşamasın ama öylesi çok umut veriyor, çok damara vefa.

love is evil phoebe, sen hariç ve kimse o, kimse sevmesin kimseyi phoebe; nassolsa vazgeçiliyor.
sevgili phoebe;
bu sana son mektubum ve bana göre bile bir şeyin başlangıcında onun son olacağını söylemek vicdansız bir diyalektik. ama elimizdeki tüm kurallar, insanlığın bilmemkaç çağ boyunca (ortak sayılı bir çağ kavramı yoktur herhalde de ben bilirsin zamanı belirsizlikle ölçmeyi tercih ederim) geliştirdiği bütün kurallar bunun son olması gerektiğini söylüyor. bir de çünkü ben gerçekten yoruldum. senin dünyandaki bunalımları artırmak istemem ama bunların pekçoğunun gerçekten yapay olduklarını ve yapaylıklarının da gerisinde aradığın gerçek izlerin çoğunun çoktan beri silinmiş olduğunu söylemek zorundayım. üzgünüm sıradanlığın için phoebe, sıradanlığı severim ama ona ancak onun çok içten bir kabulü ve istemesiyle katlanabilirim. benim dünyam daha geniş olsaydı keşke ya da belki sen daha sık yazsaydın, daha çok, daha gerçek. bana kızmayacağını umuyorum, kızarsan da çok keyifsediğin günlük hayat içinde gelir geçer.

gitmeden önce son bir şey anlatmak istiyorum, şimdiye kadar anlatmaya sıkıldığım bir tarzda, açık ve olabildiğince yolunda. mesele, mutluluk bahsi phoebe. ben, molla, still, hep mutlulukla sorunu olan kişileriz, yapımız böyle. ama bizden çok evvel bu durumu yaşamış ve kapasitesi bizim çok üzerimizde frengili ve çok bıyıklı bir abimiz bu mutsuzluk halini yaratıcı insan sıfatı ile ödüllendirmiş, o yüzden biz mutluluğumumuzu prime çevirmeden gerçeksizliğimizi kabul etmeye hazır insanlarız. ve buna o derece alışmış durumdayız ki ufak mutluluk anlarında bile birbirimizden şüphe ediyoruz (biz üçümüz şimdilik), hatta o kadar ki bunun bir şeyleri (neler olduğunu bilmiyoruz aslında biz üçümüz9 engellediğini sanıyoruz. bize bu hayat mı zulüm biz mi bu hayata zulümüz ondan bile emin değiliz ve insan bir şeylerden emin olmadıkça gerçek ama emin olduğu oranda mutlu phoebe. biz ise hiç memnun olmasak da bizle kaldığımız yer kadar olmaktan öte yol göremiyoruz. oysa mutluluğu hiç de bizim yaptığımız gibi olumsuz bir şey olarak tanımlamak gerekmiyopr phoebe, biz insan varlığının detaylardaki iğrençliği dolayısıyla öyle yapıyorsak bu bizim rahatsızlığımız da olabilir.

çok eski atalarımız phoebe, mutluluğu -ne garip onların buna eudamionia demesi- olumlu sanmışlar, yanıldıkları kanısında olmam fikirlerini değiştirmeyecek, arada çok zaman var ve işte benim onların yanıldıklarını düşünme nedenim de bizzat artık onlar üzerinde değişiklik yapamayacak olmamız, yani arada zaman olması. onlar, phoebe, sanmışlar ki mutluluk iyi bir şeydir, gerçek amaçtır, öyleyse demişler bir başka iyi şeyle, bilgelikle elde edilebilir. belgeli felsefeci olarak bunları hep okursun phoebe, uzatmıyorum 15 yılda bir belge sahibi olamadığım için. tartışma öyle yoğrulmuş, biz nereye yoracaktık ki? fakat aksine phoebe, mutluluk, bilgelikle değil, körlük, aptallık, bilmezlikten gelme ile, potansiyeli kullanma ile değil, onu yok etme ile elde edilir. mutluluk inanmadığı halde kendini inandıranların kazandıkları ödüldür. ne mutlu onlara.

öte yolda ızdırap ve eziyet var; sevgili ile yapılan kavgalar için uyduruk gerekçelerden öte şeyler çıkarabilme yeteneği var - o kadar ki anlatıyorlar on saat ben anlayamıyorum tam mevzuyu, bu ciddi bir düzey. öte yanda cehennem var ve ona bile hiç inanmıyoruz -bu haldeyken hangi azap korkutabilir bizi.

bir yanda işte phoebe palaniuk var, lisanslı ürün satar, öbür yanda dostoyevski yazmadığı zamanlarda kumarbaz ve alçak. bir yanda ergenlerin apriori intihar denemeleri (telefona mesafe ölçülerek) öbür yanda notsuz intiharlara burun kıvıranlar. phoebe, tahterevallinin (bu kelimeyi bulanı şükranla anıyorum) bir yanda hiç mutlu olamayacak olanlar var, tesadüfen ağır basacak olsalar çok uzatmadan inerler, öbür yanda -öbür yandakileri bilmiyorum phoebe. bilmedikçe tam anlatamıyorum, ben istediğim kadar kıskanayım onların mutluluğunu, onları hep ötekileyeceğim. belki hem dersimi bilmeyip hem de herkesten şişman olduğu için phoebe.

kendine çok iyi bak, mutluluğunu çekemeyenlerin çelmelerine aldanma, bizim senin seviyene düşmemize izin verme, hem bir şey nasıl aşağıdan yukarıya düşer ki. sonsuz kere smiley phoebe, hoşçakal, olduğun üzere.
sevgili phoebe;
herhalde aile kurumunun yüceliğini vurgulamak ve biraz da aile fertlerini gayriahlaki hadisattan uzak tutmak için eski mimaride evlerin oda kapıları camlı olurdu. köy evlerinde böyle olmadığı (maddi koşullar ve ısınma sorunu etken olabilir) gözlemiyle düşünüldüğünde bunun yılandan korkmaz hippilikten korktuğu kadar merkezli bir 70ler-80ler kent orta sınıfı modası olduğunu söylemek mümkün olabilir. uzun cümlelerde hata yapmak da pek mümkündür phoebe. sonrasında bu camların buzlu camlarla değiştirilmesi ise görünenin değil görenin gizlenmesi ilkesi gereğince işlemiştir, eminim. big brother, kendi seyrettiğini yayınlamak konusunda tereddüttedir, ama asıl önemsediği nereden ve nasıl seyrettiğinin bilinmemesidir. foucault da az değil phoebe, iktidarın yöntemiyle direnmekten bahsediyor. böylece ne zaman birisi "şöyle şöyle demişsin/yapmışsın" dediğinde ilk ve en doğal direniş hakkımız "kim söyledi/nerden biliyormuş/nasıl duymuş" oluyor. aferin bize phoebe, mağara duvarına öküz figürü çizmekten on bin yılda öküzün kendisine varabildiğimiz için. buzlu camları bir uygarlık figürü olarak onadığımız her gün için aferin bize phoebe.

giriş paragrafları da buzlu cam gibi olmasın phoebe, ne zaman kapıyı çarpıp çıksan yerlere saçılmasın, bilirsin kapı camları kapının kapandığı yere doğru kırılırlar.

daha önce ne yazdıysam, aldırma. ya da aldır elbette, onlar da şimdi yazdıklarım kadar bana aitti ya da aldırma ben kendim olduğum için ölümüm kederime aitti. ama her şekilde bunları yazdığım için ve yazdığım kadar kahrolduğumu bil. bazen sevgi ötanezi kadar tartışmalıdır, ya yetişmek için sevdiğine onun içtiğinden alırsın, ya o sana yetişemesin diye araya koyacak kapılar ararsın. kapılara kol takmamız bir tür iki yüzlülük mü phoebe? ben şimdi yerden camları toplasam sonra hatta sana çikolatalı pasta ısmarlasam o kapıyı birlikte sökebilir miyiz?

bir kadına ilgi duyuyorum hiçbir beraberlik hevesine kapılmadan ve hatta bu konuda ortaya çıkabilecek imkanları çıkmalarına izin vermeden ortadan kaldırarak; beraberliğe ilgi duyuyorsun, olasılıklarını bile kendin hesaplayarak. sonra hangi araysa yer değiştiriyor hepsi, salıncak dediğin belki bir lacan terapisinin ürünü olabilecek kadar özel bir eğlence aracı, eğlence?

kuşkusuz içtim yeniden ve kuşku yok buzlu cam devirlerinin kapandığına, ama kuşkularla ilerlenmiyor hayatta. bana yaz phoebe, buna ihtiyacım bile olabilir.
sevgili phoebe;
senin de farkettiğini düşündüğüm bir gerçeği ifşa etmeliyim; bu epeydir bir mektuplaşma değil, üstelik elimdeki tek gerçek bu! hatta senin bunları okuduğundan bile emin değilim, emin olduğum senin yazmadığın. olsun, demişliğim var -benim platonik aşklarım bile oldu phoebe- yanlış anlaşılmasın, ben z, yolu öğrencilikten ve buhranlardan geçen herkesle bir gün bir şekilde karşılaşan adam, z, seninle karşılaşamamaktan muzdarip olacak değilim ya. ama yahu sabahın 6sında yaz mevsimini unutup ayaz etmiş ankara'da uyanıp taze simit ve çay ısmarlayacak bir arkadaşı, hiç tereddüt etmeden uyanıklığından, aramak gibi olmayacaksa bir mektup onu yazan ellerin kırılmayışlarının tek nedeni ekmeğimizi kazandığımız zanaatın içgüdüsel varoluş çabası mıdır? biliyorum karmakarışık görünüyor, bilmiyorsun ben bazen gerçek hayatta da bu kadar uzun ve içerikli cümleler kurabiliyorum. biliyor muyuz gerçek hayatın nerede olduğunu?

bakma sen benim kaprislerime, kızgınlarıma, benim yarım dünyaya kör gözlerinin ardından bakan bir bilgeyse kalanı ve hatta büyük yarısı oyundan ibarettir: işte söyledim. fakat senin -üstelik hiç yazmazken- neden kapris ettiğini açıklayacak bir şey var mı: birden bir fazlası sonsuzlukken phoebe.

bir yolunu bul yazmanın phoebe, ben sıkılmadan, sen sıkıntılarınla yüz yüze kalmadan.

ya da phoebe bildiğin gibi her kasvetli arkadaşlık zaten son kullanma tarihi eline aldığında dolmuş olandır, rafa geri bırak, market görevlisine haber ver, tercihler sınırlı.

ben çok ıı
not: samimi konuşayım; bazen korsakof olduğumdan şüpheleniyorum. çok zamansa beynimde ur olduğu saplantısına kapılmış biçimde uyanıyorum, kalan zamanlarda uyandığımda hala aynı kadını düşünüyor olmam, bunun da anılar kadar saçma bir iddia olduğu anlamına gelmez, beynimde ur olabilir ve o beni terk etmez. neyse işte bir şekilde kalkabiliyorum yataktan da sanki bana ait olan ve benim de ait olmam gereken bazı şeyler oradan bir türlü kalkamıyormuş gibi geliyor. evet, biliyorum, hepimiz bir şeyleri hayatımız boyunca geride bırakıyoruz, evet, herkes haklı. ama bu biraz daha farklı, saç dökülmesi bilimsel olarak kanıtlanmış çok pis bir şeydir, birçok erkek bir yaşa geldiklerinde bir bakarlar ki saçları dökülmüş, ama işte o saçların dökülüş anını sanki saniyede milyon kare çeken ultra gelişmiş kameralardan kare kare izliyormuş gibi yani o dökülmeyi an olarak yaşıyormuş gibi yataktan kalktığımda orada bir şeyler bıraktığımı hissediyorum. tipik erkek davranışı, çakmak, anahtar, sigara, cüzdan kontrolü için ceplerimi yokluyorum, o da apayrı garip bir seksüel eylem gibidir ya. ve evet pantolonla uyuyan birisiyim çokça, ceplerim, kalktığımda yanımda oluyor, yatakta kalanın ne olduğunu tam bilemiyorum.

sonra bir şeyleri hatırladıkça "hep sonradan" diyorum, bir şeyleri olur olmaz hatırlayabiliyorum, birileri çıkıyor ve onları tanıyabiliyorum falan. bunları da gerçekten sana mektup yazmayı nasıl olup da unuttuğumu açıklamak için yazıyorum. kafamın içinde binlerce şey oluyor ve hiçbir şey, çok zaman.
bu ara çok yoğun iş aldım çalışıyorum, sınavlar falan da var, bu beni sağlam tutar bir süre. 5'inde mahkeme için ankara'ya gelmem gerekebilirmiş, bak şimdi yazarken bir kere daha hatırladım 5 gündür avukat arayacağım sözde, neyse kalabilir miyim bilmiyorum, ama kalırsam ve sen bana o kadar da kızmamışssan ve elbette evveliyatımız da pek olmadığı için görüşülecek şeylerin olmadığını düşünmüyorsan görüşelim.

kusuruma bakma yeniden, gerçekten unutuyorum, arada hatırlatmak dünyanın en sıkı etiğine, mektuplaşma etiğine bu yüzden aykırı olmaz, iyi bile olur.

sevgiler..
sevgili phoebe;
çok kahırlı bir zaman denk geldi mektubun. biz insan evlatları ne kadar bilsek de katı olan bir şeyin er geç buharlaşacağını, hayatımızdan buharlaşıp giden şeylere son dakikada bile bütün kudretiyle inanırız. biz insanların evlatları, buna rağmen, yok olup gideceklerine bütün varlığımızla inanmamıza rağmen, mesela binalar inşa ederiz ve yazı yazdığımız da kayıt altındadır. yapmasak olmaz mıydı phoebe, biz yapmadan duramayız, bizim lanetimiz, bizim kayamız bu sırtımızda taşıdığımız inan. bilmek bir şey, çok acayip bir şey, yok olacağımızı bilmek, yok ne demektir onu bilmek ve üstüne bir tane sigaracık...

inanmamak o kadar fena değil phoebem, inanamamaktan bir şey çıkmaz, nihilist olmak da alın yazısı ve ama bir nihilist için en gerçekçi seçenek bence uzun yol kamyon şoförlüğü. inanmamaktan bir yol yok phoebe, o orada, hepimizin burada ya da neredeysek artık durduğumuz gibi duran bir körlük, hiçbirimizin körlüğünden farkı yok bana kalırsa. fena olan bile bile yıkmak, yıkmaktan, inanmamanın ya da olmayanlara çok inanmanın özel, sadistçe zevkini almak, zevk alarak yıkmak. fena olan savaşları bitirmek için bir yol aramamak falan değil, arayanların da elinde bir şey kalmadığından mütevellit; fena olan savaşları kutsamak ve aymaz bir cinsellik hastalığı, onulmaz bir fallik saplantısı ile çevresinde dönmek savaş totemlerinin. fena olan kendi fındık içi kadar varlığının muhterisliğini kuşanıp ayartılamayacak kadar insanı, çok insanı acıtmak, acıtmak için kuşanmak, kuşanmak için yok olmak, yok olmaya tapınmak ve en sonunda bunu bir çift güneş gözlüğüyle istiklal'e çıkar doğallıkta yapmak.

ikimizin de bilmesi gerekirdi, o canımın içi çinilerle kaplı 500 yıllık camiye bakarken -ve aramızda tek inanan o- bir şey hissetmediği için değil de rahatsız olduğu, yıkımını özlediği için günün birinde yıkmaya davranacağını. ikimizin de anlaması gerekirdi, yıkmaya tapınanın beraberinde inançsız kalamayacağını. sana iki hikaye phoebe, endülüs'teki cami ve havraları yıkanlara göre mülk yaratanındı ve yenisi zaten yapılırdı. diğeri edebiyat ve devrim'de troçki yoldaşın anlattığı hikaye, büyük ve görkemli bir şehrin kıyısındalar (sanırım kazan) ve şehri işgal etmiş beyazlara saldırsalar çokça tahrip edecekler ortalığı. sıradan bir proleter çıkar gelir yanına troçki'nin: "neyi bekliyoruz?" diye sorar. troçki, teslim olmalarını beklemek gerektiğini, yoksa bu güzelim şehrin yıkılacağını anlatır üşenmeden. proleter; "biz yaptık, yıkalım, yine yaparız" der, troçki ağlar.

yeniden yapmaya inanıyor musun sen phoebe, benim inanacak gücüm çok oldu da, aklım almamıştı. ama yeniden yapmanın sağlayacağı azamet hissiyle, bu his içn hiç yıkmadım. yıkmak, bir binayı yıkmak, ayasofya bile olsa önündeki diyelim tamam, bir insanı nasıl yıkabilirsin phoebe, hangi balyozlar en uygunu bunun için. kırmak demiyorum, kurulmuş bir şeyi yıkmak ve şeytani bir keyif almaktan söz ediyorum. şeytanın ayaklarının ters bastığı anlatılır phoebe, burada çok basitçe bir metafor gizli değilse, çok haklılar, bizim insani olan her şeyimiz varoluşumuzsa, onları yıkmak ve yıkmadan önce yapılması için teşvik etmek şeytanın varolşudur. bir farkla; biz felsefede varolmaktan acı çekeriz, filozoflar öyle derler, varlığının ve hiçliğin farkına varan kimse acı çekmelidir sanarlar, filozofların çoğunun peygamberi daha eli kadın eline değemeden çarmıhta can veren isadır. bir farkla, dedim, şeytanın varoluşu tatmine yöneliktir, acı değil keyif alır, alabileceği yegane zevk buymuşçasına, şeytan kendi dolayımında hepimizin olabileceğinden çok mutludur.

sonsuza kadar mutlu olmak diye bir şey yok phoebe, hiç olmadı, bunu bildik ve kabul ettik, ama buna böyle posta koymak da neyin nesi.

bundan sonra bir kadının fındıkiçi kadar cinselliğinde boğulabilecek hiçbir şey yazılmamalı phoebe, insanlık artık durmalı, madem şeytanı içimizde büyüttük ve bu denli sevdik, insanlık bir müddet içine fazla kapanmamalı.
sevgili phoebe;
uzatmadan, bir kızla tanıştım, beyaz, günahsız çarşaflar kadar beyaz!
saçlarının arasında birazcık tarçın artığı ve biliyorsun artık beni, hayalleri kırılmıştır bu kadar beyaz çoktan. tarifsiz yanı yok gibi, ama bir de bana sor, ne tarifsizlikle baktım ona ve ne utandım, inan bana sorsan bile bilemezsin. arıdan korkar, korkmayacağını umdum benden, o da beni canımın takıntısı, içli.

saçlarını sarıya boyamış, soracaksın hangi sarıya, sence bu kadar detay bilseydim bu yaşın ardından tanışabilir miydim hala yeni bir kadınla, sarı işte. kaşları ince, alınmaktan değil, hiç alınmadan ince, bir ara neden orada olduğumu sordu, hiç alınmadım hatta. ben konuşamam öyle zamanlar, anlamışsındır, baktım hep, hatta dinledim. işi gücü vardı, işlerini anlattı, bildiğim konular karışmadım. kollarına takıldı aklım, incecik ve biçimsiz sayılabilecek ve ancak benim baktığım ışıkta görünebilecek güneşten sararmış çok parlak tüyler. saçlarını beyhude boyamamış sarıya, fenasını da bildiğimden...

ona sordum bir şey bir ara, onunla ilgili. kimlik diyorsunuz ya, öyle bir şey, o kadar ince güldü ki gurur mu, şefkat mi, ben bile söyleyemem. başka da güldüğü oldu, hatta kahkaha, ama biraz eğilerek -ve elbisesinin yakası az kapalıydı bakamadım göğüslerine eğilerek- masada sallantı, ben gene sustum.

kimse kimseyi ilk defa görmez phoebe, bunu biliyorsun. ve çok güzel olmasının dışında bir şeyler olduğu için ve ben gözlerinin rengini tam bilmediğimden -lakin sabahlara kadar beyaz ve kirpikli- yanılmıyorsam ve zamanım da dolduğu için değil, sadece ojelerinin kahverengisinden, üstelik adı ezgi bile değilken ve sen görmediğin, bilemeyeceğin için... sınav takvimini öğrendim phoebe, aklımda bütün haftayı kantinde geçirmek vardı, fakat gelişmiş işler, bilgisayarda baktım, hem inan burcunu bile bilmezken baktım sınav tarihlerine, şimdi bu hafta uygun zamanlarda orada takılacağım. vaktin olursa uğra phoebe, üçüncü gözüm benim, bir de senle bakalım.
sevgili phoebe;
son mektubum ziyadesiyle kendimle ilgiliydi. hangileri öyle değildi ki, böyle sorulabilirse de hiçbir zaman tam yanıtını almayacaktır o soru. zaten tam yanıtlarımız olmadığı için felsefemiz var ve bazen kendimle de ilgilenmem gerekiyor.

şafakalar kadar taze bir rüya gördüm phoebe, sen de vardın ve laciverte çalan mavi, uzun saten giysin içinde oldukça da insandın. renklerin tam adlarını bilmediğim için kınama beni phoebe, ne der ingiliz, i am a man, born a man, renkleri bilmek başkalarının işi. halbuki boyacılık da yaptığımdan ral numaralarını (katalog no gibi bir şey) söylesen bütün renkler malum olur bana. işte bir erkek bu yüzden tam kadın olamıyor, tuhaf isimlerle anılan renkleri biz sadece numaralarla ayırt edebildiğimiz için. velhasıl bir rüya gördüm, içinde çok şeyler vardı ve benim asıl ilgilendiğim, ilgilenilmeyen adam ve kadınların içine doldurulabileceği bir kilise açmak. hayatının yasını tutanlar, pişmanlıklarıyla aynı yastığa baş koyanlar, sen mesela (kesinlikle o mavi elbisenle), fırat biraz, biraz kendim, çokça tanrı (aramızda en pişman olan o olmalı).

kendimizi sevmediğimizden emin değilim phoebe, aslına bakarsan ben kendilerini korkunç ve rahatsız edici derecede temelsiz bir özgüvenle sevenlerin de kendilerini sevdiklerinden emin değilim. mesela o kadar az insanın bildiği kadar bir şey biliyorsun ve söylemiyorsun ya... ve mesela sıradanlığın sınırlarının çok ötesinde gezinen cümlelerle kendilerini etkileyebiliyorlar ya. asla emin olamıyorum onlardan da kendimizden de. yine ne olsa bir senden emin oluyorum phoebe, bir fırattan, nasıl olsa sizi sevdiğim kadar bağlılığımız olacağından.

son mektubum çok kendimle ilgiliydi ya sen bana yanıt yazmadın o yüzden, aradım, açmadın ve en güzel baharda bile yollar tozlanır, sen baharmadın. daha iyisini yapmaya hiç niyetli değilim phoebe, yeniden yazmaya, yeniden yaşamaya. ben senden ümidemi kesmiyorum, yoksa kendimden bir beklentim çoktandır kalmadı. ara ara konuş benimle phoebe, nasıl olsa seni de fıratı da hiçbir şeye takas edemiyorum.
sevgili phoebe;
tut ki gecedir ve bizim nereye gitsek elimizde kalan mum ışıkları. muhteşem bir manzara labilir gecede süzülen ışıklar, son yolculuklarına çıkan elfler ve sonra hatta diğerleri. peki bizim muhteşem kalan bir yanımız var mıdır?

sevgili phoebe;
bazen geriye kalan hayatını, elinde kalanı, sana ait olanı ve hiç sana aitmiş gibi durmayanı hesaplar ve hesapsız düşünürken bana kızıyorsundur belki. belki tam o anda bütün bu konuşmalardan başka, sessiz ve sözsüz yanında olmamı istiyorsundur. ben çok kere istedim bunu, bunda yanlış bir yan yok. bir aile seçebilecek gibi olsaydım eğer seni mutlaka ona dahil ederdim, kalbimin lüle saçlı ruhu kızıl bacısı! gene mesela, bir tenha göl kenarında, ne bileyim, diyelim balığa çıksak bana bira değil de ayran içmemi salık verdiğinde öfkelenmeyecek gibi bir sevgi hali. bana mesela tuttuğum balıkları göle geri attıracak bir insanlık, biraz daha, emin ol mesela, çocuk halinle kaydıraklara -hem kiloma aldırmadan- tırmanmacılık. öyle phoebe, bir aile seçemediğimizden değil, akıllarımız o kadar yakın düşmediğinden. yine de hayat bunca sır olarak kalmaz dar vakitlerimizde.

kimse okumuyor phoebe, ondan insanların kendi adlarıyla yazıyoruz sözlerimizi. gene de okumuyorlar, oysa ben bir ara -galiba içeride- ve vakit fazla olduğundan değil ha, bin kere okudum bir şeyi, aklım karışmadan üstelik, hem her seferinde orada olaraktan... kimse aldırmıyor phoebe, ergen atışmasından da değil bu dediğim, kimsenin vakti değil ruhu kalmamış phoebe. çoktur unutmuştum, geçen birine tekrar ettim, lise defterimin kapağında kazılı bu şiiri:

kim takar şiiri
bizim robotlarımız olacak
hem can dediğin
aminoasitlerin bileşimi

voznesenki

o ki sovyet tekniği yüceltme devrinin şairi, şimdi robotları da takmıyor insanlık. nedir şiirin yerine geçen, çok ayarlar olduğu için mi şiir yazamıyoruz ve gerçekten neden?
benim denemişliğim var şiiri, sevdimdi de -belki hiç yayınlanmadığından- ama beceremediysem bile aklımda tutmadım. bunu anlattım sana, şiiri şiir olduğu için yüceltenlerden nasıl da kaçınmak gerektiğini; bunu kesin anlattım sana kadını ve erkeği o olmadığı halde yüceltenlerden kaçınmak gerektiğini.

hade phoebe;
şafak bile senden daha yakın, bir iki şey söyle -bilmediğim derslerle ilgili olsun isterse- sesin incelsin ağlarken ve gülerken karanfiller beyazlasın, hep düşünceli olmadan phoebe, bir şeyler söyle, ankara bir meridyen yakına taşınsın, bana anlatmaklar kalmasın, sesin incelsin, ağlamaklı değil saçının güneş görmüş kızılı kadar.

gece olduğundan aldırma, ben aşığım bana hiç aldırma, saçlarını kestireceksin sakın çok aldırma ve o vakit kızılı önerirlerse...
bana bir gece vakti bir türkü söyledin, onu sakın unuttuğumu sanma; bana şiir okusan unutur muyum hiç phoebe.
/
tümünü göster