ha bir de bu ayrılık bahsinden ve ağızlıktan bahsedecektim sana, doğru. tam konuşurken oldu, orada ateş vardı, elimde emektar ağızlığım, kulağımda (nedense sola dayamıştım telefonu da tam duyamıyordum) hatçe'nin buğulu sesi, orada önümde ateş, yapmasaydım bu sahneye yazık olacaktı. ağızlığa da yazık oldu mu, kimbilir? ama işte kimi insan üzülür hayvanların ziyanına, kimi insan ağaçların katliyle içlenir, bana da çok koyar bir avuç granülün daha girecek olması miksere, bir de bak kaynak sırasında patlayan profillere üzülürüm. bundan da öte kullanım alanı dolayısıyla ağızlıklar üzülünecek şeylerdir.

ben ezgi'den sonra başladım ağızlık kullanmaya, hep bir şeylere birisinden sonra başlanması adet olduğu için. ezgi'den sonra başka nelere başladım, şimdi düşününce hatırlayamıyorum, belki sonra bulurum. bu bahiste yukarıda bahsettiğim delilikten bir parça var, ezgi çok iyi sigara sarardı, çok güzel sarardı. hayır, ince sanatçı parmaklarıyla değil, biaz dolmamsı ve mutlaka kırmızı ojeli parmaklarıyla, hayır boğumları şairane falan da değildi, ama severdim ellerini, çünkü yanılarak galiba benimdi. ezgi sigara sararken izlemeyi severdim, sigaraya usta bir işçi gibi yerleştirirken zıvanayı, ezgi ne yapsa ben severdim o vakitler. az kere geliyor bu işler insanın başına, daha küçüktüm. delilik kısmı sonra başladı, ezgi'den sonra. kafenin arkasında perdeyle ayırıp yaptığım odada kalıyorum, geceleri sorun olmuyor o kadar içip üzerine bir de ruhumu çözüp bıraktığım için. sabah kirli yatağımda uyandığımda (yatak da değil çek-yat) karşı duvarın içinden geçen boruya bakıyorum, bildiğin pimaş, üstkattaki tuvaletten gelip merdiven altını (odanın bir köşesi merdivenin altı zaten) dolanıp duvardan çıkmayı başaran boru. boruya bakmaktan sıkıldığım için değil, daha az şey görmek için yerlerde geziniyor gözlerim ve yalanım varsa da önüme aksınlar, akşamdan kalan sigara artıklarının zıvanalarında ruj izleri (tırnakları gibi, mutlaka kırmızı) görüyorum. hayır, ezgi'den sonra başlamadım ruj sürmeye ve bunu o boktan anlarda bile biliyorum. zıvanayı o zaman bıraktım, ağızlık da hiç fena bir şey değilmiş.

ne anlatacaktım, evet büyük buluş! sonra çok geçmeden alıştım, kendi salaklıklarımla her seferinde baş etmemi sağlayan korkunç umursamazlığım (tanrı bir laneti, onu bertaraf edebilecek yeteneklerle birlikte verir ve tanrıya da hiç inanmam halbuki, bu bir çeşit modifikasyon mekanizması olabilir) içinde, biraz da gide gele ağızlık sıradan bir kullanım eşyası halini alıverdi. bir de ben nargileleri sevmem phoebe, ama işte nargilenin kültürü çok bir güzel değil mi? tıpkı şizofrenleri hiç sevmediğimiz kadar kültürünü beğendiğimiz gibi. burada (hala duruyorsa belki birini götürürüm) eski bir nargileci vardı, küçücük bir oda, benim hep çok sevegeldiğim çay ocakları kadar, yaşlı bir usta bütün gün leğende ıslatıp sardığı tütün yapraklarıyla tömbeki yapar, sıkı sıkı içiçe sarardı. özenip nargile söylerdik de ben hiç beceremedim içmeyi, içebildiğim kadarıyla da sevmedim, ara verip sigara yakardım hep. fakat işte onu elinde tutması da keyifli phoebe, şimdilerde ne çok insan elinde fotoğraf makineleriyle geziyor, öyle bir şeydi o da o zamanlar bizim için. nargile biraz da doğululuk simgesidir, kim anlatıyordu bunu phoebe? "10 dakikalık metro yolculuğunda bile kitap okuyan batılı'nın anlaması mümkün müdür, dört saat hiçbir şey yapmadan nargile içen doğulu'yu?" biraz mistik, biraz belgelik gibi bir şeyler var nargile dumanında, sonra bir de işin ateşle oynaması, közleri karıştırması falan var ki insan nasıl sevmez öyle şeyleri. çocukluğumuz soba üzerine kolonya dökmekle geçti phoebe, düşün işte elimize maşa verildiğinde nasıl bir hareketlendiğimizi.

nargileler de öyle işte, sonra bak onu o yüzden anlattımdı. sonra, evet, bir de nargilenin elma kokusunu severim ben, ama kendim onu da içemem. işte ezgi içsin ben anca onun yanında kokudan otlanayım. demek ki ezgi'den sonra elma kokusunu da bırakmışım phoebe, bunu da kayda düşebiliriz. bir gün elmayı kestim, plastik ağızlığımı içinden geçirdim kesilmiş dilimin. bak ama söz konusu olan tütün olunca çok bir titizimdir, ben yani yemekten önce ellerini yıkamayan ben elmanın içinden geçtikten sonra ağızlığımın içini peçeteyle temizlerim. bunu flütlerde yapardık, o aynı iğrenmeyle karışık keyif duygusu işte. sigarayı ağızlığa, ağızlığı elma dilimine taktıktan sonra...

ben ezgi'yi hep çok özlemişim bir de ezgi'den sonra, bunu da şimdi öğrendim. çok zamanlar da geçti phoebe, bu saatten sonra faydası da olmayacak zararı da ya ben hakikaten o kadar zaman kırmızıyı yanlış yere sevmişim. tuhaf gelecek, bu da benim akıllı yanım, hiç aramadım ezgi'yi ezgi'den sonra. sonra aradığımda da artık ezgi'den sonra sayılmazdı, düşün işte öyle de bir akıllı yanım var. halbuki şu gün belki çok başka biri olabilirdim, ah benim güzel aklım ah.

phoebe, bunları anlatıyorum, çünkü bazen bana davranışlarının doğruluğunu soruyorsun, bana akıl danışıyorsun! bunu anlatıyorum, çünkü eğer bir davranışınla ilgili hüküm veriyorsam kazara, sakın bana inanma, sakın phoebe!
tümünü göster