sevgili phoebe;
çok kahırlı bir zaman denk geldi mektubun. biz insan evlatları ne kadar bilsek de katı olan bir şeyin er geç buharlaşacağını, hayatımızdan buharlaşıp giden şeylere son dakikada bile bütün kudretiyle inanırız. biz insanların evlatları, buna rağmen, yok olup gideceklerine bütün varlığımızla inanmamıza rağmen, mesela binalar inşa ederiz ve yazı yazdığımız da kayıt altındadır. yapmasak olmaz mıydı phoebe, biz yapmadan duramayız, bizim lanetimiz, bizim kayamız bu sırtımızda taşıdığımız inan. bilmek bir şey, çok acayip bir şey, yok olacağımızı bilmek, yok ne demektir onu bilmek ve üstüne bir tane sigaracık...

inanmamak o kadar fena değil phoebem, inanamamaktan bir şey çıkmaz, nihilist olmak da alın yazısı ve ama bir nihilist için en gerçekçi seçenek bence uzun yol kamyon şoförlüğü. inanmamaktan bir yol yok phoebe, o orada, hepimizin burada ya da neredeysek artık durduğumuz gibi duran bir körlük, hiçbirimizin körlüğünden farkı yok bana kalırsa. fena olan bile bile yıkmak, yıkmaktan, inanmamanın ya da olmayanlara çok inanmanın özel, sadistçe zevkini almak, zevk alarak yıkmak. fena olan savaşları bitirmek için bir yol aramamak falan değil, arayanların da elinde bir şey kalmadığından mütevellit; fena olan savaşları kutsamak ve aymaz bir cinsellik hastalığı, onulmaz bir fallik saplantısı ile çevresinde dönmek savaş totemlerinin. fena olan kendi fındık içi kadar varlığının muhterisliğini kuşanıp ayartılamayacak kadar insanı, çok insanı acıtmak, acıtmak için kuşanmak, kuşanmak için yok olmak, yok olmaya tapınmak ve en sonunda bunu bir çift güneş gözlüğüyle istiklal'e çıkar doğallıkta yapmak.

ikimizin de bilmesi gerekirdi, o canımın içi çinilerle kaplı 500 yıllık camiye bakarken -ve aramızda tek inanan o- bir şey hissetmediği için değil de rahatsız olduğu, yıkımını özlediği için günün birinde yıkmaya davranacağını. ikimizin de anlaması gerekirdi, yıkmaya tapınanın beraberinde inançsız kalamayacağını. sana iki hikaye phoebe, endülüs'teki cami ve havraları yıkanlara göre mülk yaratanındı ve yenisi zaten yapılırdı. diğeri edebiyat ve devrim'de troçki yoldaşın anlattığı hikaye, büyük ve görkemli bir şehrin kıyısındalar (sanırım kazan) ve şehri işgal etmiş beyazlara saldırsalar çokça tahrip edecekler ortalığı. sıradan bir proleter çıkar gelir yanına troçki'nin: "neyi bekliyoruz?" diye sorar. troçki, teslim olmalarını beklemek gerektiğini, yoksa bu güzelim şehrin yıkılacağını anlatır üşenmeden. proleter; "biz yaptık, yıkalım, yine yaparız" der, troçki ağlar.

yeniden yapmaya inanıyor musun sen phoebe, benim inanacak gücüm çok oldu da, aklım almamıştı. ama yeniden yapmanın sağlayacağı azamet hissiyle, bu his içn hiç yıkmadım. yıkmak, bir binayı yıkmak, ayasofya bile olsa önündeki diyelim tamam, bir insanı nasıl yıkabilirsin phoebe, hangi balyozlar en uygunu bunun için. kırmak demiyorum, kurulmuş bir şeyi yıkmak ve şeytani bir keyif almaktan söz ediyorum. şeytanın ayaklarının ters bastığı anlatılır phoebe, burada çok basitçe bir metafor gizli değilse, çok haklılar, bizim insani olan her şeyimiz varoluşumuzsa, onları yıkmak ve yıkmadan önce yapılması için teşvik etmek şeytanın varolşudur. bir farkla; biz felsefede varolmaktan acı çekeriz, filozoflar öyle derler, varlığının ve hiçliğin farkına varan kimse acı çekmelidir sanarlar, filozofların çoğunun peygamberi daha eli kadın eline değemeden çarmıhta can veren isadır. bir farkla, dedim, şeytanın varoluşu tatmine yöneliktir, acı değil keyif alır, alabileceği yegane zevk buymuşçasına, şeytan kendi dolayımında hepimizin olabileceğinden çok mutludur.

sonsuza kadar mutlu olmak diye bir şey yok phoebe, hiç olmadı, bunu bildik ve kabul ettik, ama buna böyle posta koymak da neyin nesi.

bundan sonra bir kadının fındıkiçi kadar cinselliğinde boğulabilecek hiçbir şey yazılmamalı phoebe, insanlık artık durmalı, madem şeytanı içimizde büyüttük ve bu denli sevdik, insanlık bir müddet içine fazla kapanmamalı.
tümünü göster