erken ve yapış yapış bir yaza sessiz başlıyor hayat. kafasını dinleyen her kalabalığın karanlığa bir kelime borcu olsun. işler yoluna giriyor ve sanki tarihe alınan notlar sonradan gülmelere gitmiyor bu sefer, lütfen, bütün haksız iyimserliklerin bedeli kışa kalsın...

tatile çıkardım boktanlığını dünya. ince kumlar doluyor bulduğu her delikten, organlarına.
sen yokmuşsun.
algıya gerçek olma yolunu tıkayan, objenin yokluğuymuş.

yine de kimse benim aklımdan yeterince şüphe duyamadı. kimse, bu deliliğin eşkalini yüzümde aramadı. kimi kandırmışsam kimin aklıyla, ve kime ispata kalkmışsam başka renklerin de siyah olabileceğini, hiçbiri yoktu. var olanlar zaten renklerle ilgilenmiyordu.

sevmekten başka her işte başarılıydım ben. belki de sırf bu yüzden... kimse beni seninle yargılamadı. kimse, yanımda dolaştırdığım boşluğunu duymadı. sen olsa olsa bir iç kanamaydın müdahale dilenmeyen, ve ben, tanıdığım en büyük yalnızdım; bölünmeyi beklemeyen.

kana. susamışsın. kimse buraları denetlemek için gelmeyecek zaten. kimse seni bilmek bile istemeyecek.

sen dağıl.
senden başka kimsenin anavatanı olmadı bu yara.

sen çoğal...
her yüzüne yetecek kadar ayna var acımın odalarında.
iki bacağımı da kırdım geldim, feleğe bir çelme tak, ölüme nanik yap, hayata tekrar gülerek gel. overdose kafasıyla uyanmıştım oysa sabah, elimde krem rengi ölümler, avuç avuç almıştım birkaç gün evvelinde. ellerimde zaman gibi kuma gömülmüştü şişesi, avuç avuç içtim ölümü, bir şişe su akabinde. bu bayatlığı tost makinesinde ısıtarak yiyemiyorum neyse ki, öyle olsa varoş rapçiler gibi ayna karşısında kendi fotoğrafımı çekebilecek kadar fütursuz, destursuz, umutsuz bakmazdım bu yeni güne. bu bayatlığı ölüm gibi kırıntılara ayırdım, öldüğüm o parkın kuşlarına serdim tek tek, evet, tek tek, zaman değersiz çünkü öleceğini bilene.

koparttığım parmaklarımı yastığıma doldurup arkama yaslandım, "bak bu çok güzel bir film işte"den başka ne diyeceğini bilemediğin o filmi izlemeye koyuldum, belki de milyonuncu kez olacak. fark etmez, zaman değersiz. resmini çizmeye başladım, o her şeyi bildiğin anki surat ifadeni yakalamaya çalıştım, yiyip bitirilesi küstahlığını hayal ettikten sonra bir kalem ve kağıda bu yüzü yansıtmak aşkıma ihanet olacaktı, duvarıma çerçeve yerine, sigarama kibrit oldu, ciğerime duman.

hepsini tek tek düşündüm, hayal ettim. şu an hayatımın en güzel şarkısının notaları gibi tek tek gözümün önüne geliyor anlık ifadelerin, kimisinde yüzümü ekşitiyor, kimisinde gözlerimi dolduruyor, kimisinde ciğerlerimi. iki bacağımı da kırdım geldim, felek hayatla yer değiştirip joker misali yüzümü boyamış, gülerken içimde intihar çiçekleri açmakta. overdose kafamı yaşarken gözümün önünden geçiyor anların. utançlarımda boğulmaya başlıyorum nefessiz kalıp. bakıyorum ki zaman hala değersiz.

herkeste olan standart sorunlarım var, senin gibi herkeste olan şeyleri sevmiyorum. içinde herkesin olduğu yerleri sevmiyorum. mavi bir yatak odası, felek kan içinde yere serilmiş, duvarlarda tersi düzü belli olmayan rakamlar, yansıyan yüzler, aniden açılan kapılar, anılar anılar...

ölüp gitmişim denizaşırı çocukların oynadığı parkta. duyarlı vatandaşlarım var, hepsi de arkadaşım. onlardan kimsede yok, böylelikle sorunum da bu. bir polis arabasına ilk defa binmiyorum, aslına bakarsanız kapalı bir şuurun ardına gizlenip yazıyorum bunları, beni ölü bilin, bu yeter. biniş amacım farklı, bindiriliş... görmüyorum. öldüğüm güne dair hatırladığım tek şey ağzıma doğru uzanmış oksijen maskesi, gözümde palyaço boyalar, ağzımda fethullah gülen ağlayışı. ahlar vahlar havada uçuşuyor, benimse dizlerim kırılmış, parmaklarıma diken batmış. çayırda böğürtlen toplamıyorum oysa, parmak uçlarım kan kırmızısı.

günler sonra hayata tekrar dönüyorum feleğe çelme takıp, dizlerim orda kırılıyor, parmaklarımı kemirmeye başlıyorum acıdan. zamansız güzelliklerin çirkinliğe dönüştüğü diyarlardan koştum geldim. resmini çizmeye çalıştığım düşlerimi sulara attım şişenin içine tıkıp, bir yerde birileri çoktan bulmuş, haberim bile yok.

hani bazı günler tersinden uyanmak vardır, söversin güne, anneye, babaya, kardeşe, sevgiliye söversin. bayat bir günü nasıl ısıtıp yiyeceksin, ben parmak uçlarını kemirenlerdenim. bu sabah da o terslikten uyandım, bugün her şey ters gitti. sabaha uyanıp akşam yemeği yedim, sigaramı yemekten önce yakıp, kardeşimin adını tersinden söyledim. şarkıları tersinden dinledim, bitişlerin başlangıç olduğu tek yerim, yurdum. nakaratlardan başlayarak girişlere uzanmaya çalıştım, tüm şarkı kırmızı oldu parmaklarımdan. her yer hayali böğürtlen rengi.

iki dizim kırık. çatlaklardan böğürtlen aroması akıyor, yaralarımı yalamaya başlıyorum. acıyı yemek, mutluluğu s.kip atmak, güne gecesinden başlamak... bugün her şey ters "geldi"...

ve bittim. beni bulduğun yerde bile değilim artık. şuursuz uykulardayım, çalınan organlarıma mektuplar yazdım, uyanıp da unuttuğum düşlerime telefon açtım. yanlış, olmaması gereken kişileri kutladım mesela, ne içinse, ne için. günün anlam ve önemine binaen verilen demeçlerde ölümlerden bahsedilip durdu, bunu yapanların ağızlarına kopmuş bacaklarımı uzattım. dudaklarının kenarlarından böğürtlen suyu akmaya başladı. günün anlam ve önemine binaen ellerimi kestim, yarasından gül suyu aktı. nece zamandır dünyamın dilinden konuşuyorum, beni anlayan yok. soran, eden, vuran, iten yok. nece zamandır böyle ağlamamıştım, yanaklarımdan deniz suyu aktı dudaklarımın kenarına, uzanıp silen yok. öldüğümü hatırladığım noktada bittim. kanayan kıçımda soru işaretleri...

ve bittim. nice yıllara.

nece yıllara...
çıt! çıt! pıt!.. çıtçıt! pıt.. sanırm kafamın üzerinde bir şey var ve sanırm yarım saattir aynı sesleri çıkarıyor. elimi atıp ne olduğuna bakmak istemiyorum. aslında elimi atıp ne olduğunu görmek istemiyorum. en doğrusu elimi atıp hiç bir şey bulamamaktan, avucumda kımıldanan ayakları bulmaktan daha çok korkuyorum. zaten börtüydü böcekti aramız gayet iyi. çevremde böceksavar olarak ta tanınırım en ünlüsünden. perdenin üstü, masa örtüsünün kıvrımı, yastığın altı bir ıslığa bakar derhal gelir onu ordan alır ve ait olmadığı bi yere bırakırım bilmeden, belki sadece evinin arka bahçesinde dolaştığı ve onu görenlerin elini ayağına dolaştırdığı için... balıkesir in ören ilçesi vardır. ergenliğimin genleştiği yazlarım orda geçmiştir. ve her yaz ya helikopter böcekleri ya da danaburunları istilası yaşanır oralarda. arılarla kahvaltı yapmaya alışmış insanlar öyle böyle üvey muamelesi yapmazlar onlara çok gelenlere. helikopter böceklerinin hercai bedenleri süsler su dolu her havuzu sabahları.. öğleye doru da tatbikatları vardır kamikazelerin. güzeldirler... insanlar göremedikleri perilere o kanatları yakıştırırken gözlerin önündeki sedefin şeffaflığını göremezler. danaburnu dediklerine niye öyle demişler bir anlam veremişimdir. evet geceleri çaatt çutt göz burun aplik ne bulurlarsa çarparlar bu yüzden burunlarının ucunu göremeyen birer dana olarak bellenmiş olabilirler. ya sonra.. yere düşerler.. çatır çutur.. düşenin dostu olmaz diye yürür gider yanık bedenler, uçanın da dostu yok ki be kardeşim..
vantuzludur ayakları. nereye konarlarsa yapışırlar. anatomilerini bilmiorum ama o kıllı ayakları elinizden ayırmak için hayli uğraşırsınız. tabii ayırmak isterseniz, kirpiklerini gördükten sora. sert kabuğu da kızıla çalar.. ama kirpikleri karaağaç kızılıdır.. o yaprakların güneşe gösterip gölgede sakladıkları asıl renktir. uzun uzun, sıra sıra ve beş parmağınızı utandıracak muntazamlıkta.. bu yüzden neden eşek gözü denmemiştir, hiç bilememişimdir...
sonra ağustos böcekleri vardır. sayfiye yerlerindeki sahne adıyla cırcır böcekleri.. işte buuu! dedirten. gözleri kapatan. evet ben de doğanın bir parçasıyım vokalleri edinen. hiç yakından görmemişimdir. lakin şehrin göbeğinde de göbeklerinde ki yavrularını ısıtmak için bedenlerini ağaçlara sürtenlerin seslerini duyabilmişimdir.. evimin önünde bir çınar ağcı var onun önünde de işlek bir cadde. işte tam bu yüzden de geceleri bu dünyada kimsenin şarkı söylemediğini hatırlatırlar bana üstadın da söylediği gibi.. kafamın üstündeki her ne idiyse ustu.. neidüğümü bilmesin diye bende susuyorum.. hiç kimse şarkı söylemiyor..
bir avuç patlamamış mısırdan kucak dolusu hayal emeği mahsulü toplamadık mı?
artı ürünümüz yoktu ki sömürümüz olsun.
sadece paylaştık.
takas ettik çoğunlukları tekilliklere..
metanın metan gazı solutulmuş çocuklarıydık
en şekerli tehlikeler ulaşamayacağımız yerlerde saklandı
bizde en rutubetsizinden uygunsuz tekerlemeler uydurduk
elma da desek armut da çıkış yoktu biliyorduk
vicdan azabı rengine boyalı şekerlemelerle çürüyeceğimizi,
bildiğimiz gibi..
parmak ucumuza basıp elektrik düğmesine dokunabildiğimizden beri,
görünüyorduk..

eğer hep sağa ya da sola gidersek aynı yere döneriz diye öğretilmedi mi bize? bu yüzden mi sağlı sollu gidiyorduk, zikzak insanları bu yüzden mi bunca çapraşık görünürdü gözümüze?
gözlerinden düştüklerimiz ne tarafta kaldı?
geri dönmek ilerlemekse, bir düzlük bulmalı o vakit
belki de öküzün boynuzunda durduğumuza inanmalı
skolastiğimizi donlarımıza geçirip öyle girmeli gireceksek de denize
çıkışımızda sudan çıkmış balıktan hallice olmalı
görünen her zaman "kara" olmayabilir, kim bilir..

sapanlarımızdaki saçmalar hiçbir kanada dokunmadığı için hala uçabiliriz..

naftalin koksundan nefret ediyorum..
sadece güve-n..
growwww

garrrrr

dattiri dattiri dattiriri

sesleri arasında sırtımda kelek bir mahalde umarsızca yürüyorum.

herkes biryerlere koşturuyor.

çoğu pide kapmak için çoğuda evlerine yetişebillmek ve iftarını açmak için sinir harbi yapıyor.

otobüsler minibüsler ağzına kadar dolu.

bendeniz ise hiç birşey düşünmeden tenni tenni tenenni nameleri ile hiç birşey düşünmeden yürüyorum.

sadece gözlerimde havai fişek patlamalarının yansıması.

nereye gidiyorum?

bilmiyorum.

umursama var mı birşeyi?

katresi bile yok.

growwww

garrrrr

dattiri dattiri dattiriri

geç anasını satayım tabakhaneye bok yetiştirecek halim yok.

ayaklarım ağrımıyor.

nasırlarımı hissetmiyorum bile.

sek sek sekerek sekiyorum.

doğruya doğru diyip adımın eğri çıkması bile umurumda değil.

lacivert renkli patlak çatlak çarmıh sırtımda sanki yok.

ölmek kaderde var; yaşayıp köhnemek hazin,
buna bir çare yok mudur ya rabbilalemin?

vesselam ve selam....

işte böyle birşey...
"ama geleceği bilemeyiz." bunu sevdim. konuşmayı hangi cümleyle bitirse, o cümleyi severim ben. zaten bugün dünyayı yeniden yaratmayı planlıyordum. belki akşama diyordum. kimyasındaki bir bozukluğun insana ne gibi güçler verebildiğinden haberdar kaç gariban var? kendin yaratıp kendin yıkabiliyorsun. kendin çalıp kendin oynar gibi. koca bir dünya var ama aslında bir dünya yok. her şey karmakarışık. her şey çelmeçelişik. suyun hangi yöne akacağını belirleyen bir eğim yok, dağ yok, tepe yok, üçyüzaltmış derece takılabiliyor. bir noktadan sonsuz doğru geçebiliyor. sonra iki noktanın doğru sayısını en aza indirgemesi ne kadar da ironik.

bana bir sır ver. kendim de dahil hiçkimseye söylemem. bana nasıl gittiğini sor ki tersine gitmeye başlasın her şey. yüzümde gülümsemekle gülmek arası bir şey yayılsın. sen bana ses ver ki konuşmayı hatırlasın aklım. seçmesi gereken yola siktir çekip seçmek istediği yola sapsın, sen yolu sor ki. önemsiz bir şeyler anlat ki, bir şeyler önemli olsun. bilirsin, bir şeyi çok bekleyince yapamıyorsun.

tek başıma olduğumda benden sonsuz doğru geçebiliyor. ben yine de seninle ikimizden geçen tek doğruyu hepsinden çok seviyorsam. bu yine de herhangi bir şey demek değildir, senden hala bir şey saklamıyorum. beni bağışlama ama beni bırakma, nasıl ki ben kendime ikisini de yapamıyorum.
bir tek an olsun, sadece bir tek an, kendisine karşıdan, içerden değil, karşıdan, bakabilmek için, bir başkasının yerinde olup, bir başkası kadar uzaktan, yakını göremediği zaten görse de anlam veremediği için, o bulanıklıktan, varsın yanlış olsun ama berrak görünsün her şey bir tek saniyeliğine diye, ölebileceği için, her şeyini verebileceği için, di, ona gördüğü şeyi anlatan herkesten kısa sürede nefret etmesi. bir fikrin mi var, dedi... bir fikrin mi var, daha ne istiyor olabilirsin ki?

acının insanı evcilleştirmesi o kadar sağlıksızdı ki, geride yalnızca kül ve duman, kaldığında, bu kadar öfke niye, neden şimdi ve neden her şeyden sonra, avcu delebilecek birkaç tırnak, birinin yüzünün orta yerine inebilecek sıkı bir yumruk, bir evi ateşe verebilecek birkaç kibrit, kimseye tahammülü olmayan, önüne gelene sövüp sayan, en söylenmeyecek sözleri birbirinin peşisıra, en acıklı gerçekleri kahkahalarla, sayıp döken, herhangi birini kolayca öldürebilecek, herhangi bir boğazı saatlerce sıkabilecek bir çift el, kendinden korkan, korktukça kendine yakınlaşan, yakınlaştıkça bulanıklaşan, uyunamamış gecelerin uyanılamamış sabahlarından, her şey çok farklı olabilir diyenlerin ahlarından, vahlarından, mikrobunu başkalarına bulaştırma fikrinin o şehvetli büyüsünden, dirisinden, ölüsünden, her şeyi kırıp döken, herkese siktir çeken, bir şarkıydı ki, ağzı sussa aklı söylemeye devam ediyordu, aklı dursa kalbi devam ediyordu bir cinnet düşlemeye, düşse kırılıverecekti, bir dünyayı süslemeye biraz uyku, biraz da yapıştırıcı yetebilecekti... bu kadar ruhsuz olma, dedi, bu kadar ruhsuz olma, acımazsan sevemezsin. müziğin sesini iyice açtı öteki, siktir ordan dedi, beni seviyorlar ya bu ibneler.
adamın biri acıdan yola çıkarak evrenin en küçük parçasından en büyüğüne, yaşamın ilk kıpırtısından sonuncusuna, yokluktan varlığa, sonra varlıktan tekrar yokluğa, yani dokunulması zor olan her şeye işte, dokundu ve biz uzun bir sessizliğin içine düştük. biraz kaldık öyle. biraz ağladık. biraz düşündük. tanrı'yı konuştuk. eyüp'ü. sabrı konuştuk. sınanmayı konuştuk. geri almasını konuştuk, tanrı'nın, verdiklerini... sonra dünyaya döndük ki bir de ne görelim, aslında hiçbir yere dönememişiz. sana, en zor günlerinde, sen biraz gül diye, biraz sev diye, sonra çok sev diye, sana ihtiyacı olduğunu san diye, buna ihtiyacın olduğunu gör diye, burasının hala dünya ve bu ayaklarının altındakinin hala yeryüzü olduğunu bil diye, sana, gökyüzünden indirdiği bir melek gibi, hediye ettiği, küçücük bir şeyi, senin artık kaybolmayacağından emin olduğu bir başka kışta, verdiği gibi ansızın geri alması, haksızlık mı olmuş. az önce ağzında yuvarlanan o büyük sözler, parçalanıp dağılmışlar mı oradan ciğerlerine. şu içinde değersiz bir kum tanesi olduğun evrende, ne kaybetmeler varken, o anda, o sırada, en büyüğü seninki mi olmuş. küçücük bir şey, kocaman bir hediye, verirken iyiydi de, alırken acımasızlık mı olmuş. sen gülerken yüzüne inen bir tokat gibi mi. sözde sevdiğin her şeyin bir gün elinden geri alınacağını herkesten iyi biliyorsun, ama her seferinde buna nasıl da şaşırıyorsun.

ben çok iyiyim hiçbir derdim yok dedin daha dün hı hı. öyle söyleme dedi annen. seni tanır ya. öyle söyleme dedi. sen nasıl oluyor da bunu hep unutuyorsun. tabi ya. o cümleyi ağzından her seferinde nasıl da kaçırıyorsun. ağzından çıkan her şeye hemen bir cevap inmiyor mu, aklından geçen her kötü şey başına mutlaka gelmiyor mu. ah, başına gelen her şeyin bir bedel olduğunu düşünüp tanrı'ya nedenini sormuyor musun. o kahrolası ağzını nerede açtığını anında bulmuyor musun.

"ben sadece şükretmek istemiştim... tanrım..."

bu artistlikleri bırak bir kere. bu şekilleri bırak. en fazla ne oluyor ki. onsuz yaşayamam sandığın neyi kaybettin de bu sktiğimin hayatı devam etmedi. "otobüsler mi çalışmıyo, elektrikler mi gitti?" sabahları kalkıp işe mi gitmedin, akşama kadar her şeye mal mal mı bakmadın, kendini oyalayacak bir şeyler mi bulmadın, yazılar mı yazmadın, şarkılar mı sustu, beyninde saçmalayıp duran ses mi kesildi, neler neler oldu daha önce de, en fazla ne oldu. üstesinden gelinebilecek acılar böyledir. birkaç gün ağlarsın, birkaç gün gerçek acıları düşünüp haline şükredersin, komik bir şeyler anlatır arkadaşlar gülersin, biri sana birkaç kutu daha puzzle alır parçaların arasında kaybolursun, uyursun, uyanırsın, biraz iştahın kaçar ama bir gün yine deli gibi acıkırsın, birkaç gün gözün hep dışarıya takılır durur, binalara bakarsın, ağaçlara, her an bi yerlerden çıkıp gelecek zanneder sonra beklemeyi de bırakırsın. elinde yine artık bakmayacağın bir yığın fotoğraf, artık izlemeyeceğin birkaç video kalır, ve sen yine, bundan önce de hep yaptığın gibi, bundan sonra da, ne zaman sevdiğin bir şeyin resmini çeksen, her düğmeye basışında, bir gün o fotoğraflarla ne yapacağını illa ki düşünürsün.

üzülme demiyorum. üzül. ama üzülürsen bundan sonra böyle şeyler olmaz zannetmen yok mu. kaybedince ne yapacağını bu kadar bilememen beni her şeyden daha çok kahrediyor.
son dönemde içine düştüğüm...

cümleler cümlelerin ardına dizilip giderken bir isme gelip dayanıyor hep.
inandığım şey, bana hissettirdiği şey. benim hipotezlerimin pasif nesnesi.
birlikte mutlu olurmuşuz gibi; gülüşünden bakışına aradaki her detayla birlikte mutlu olabiliriz diyordu bana.
düşmeyeyim diye kolumdan tutması bile bir takım anlamlara göz kırpıyordu ve o fark etmiyordu.
birlikte mutlu olabileceğimizi de fark etmedi.
birlikte mutlu olamazmışız gibi...

bir kuyuya doğru söylüyorum, söylüyorum. bana yankı yapıp dönen benim sesim. belki bir gün kuyudan bir ses gelir. dev anası mıydı ki o masalda kuyuda yaşayan? sihirli şeylere inanmam da, aşk olursa, düşerse insan sihirsiz olduğunu kim iddia edebilir? iddiasını kim kanıtlayabilir?
/
tümünü göster