gözümüzü aynada seyrettiğimiz ağlayan yüzden biraz alabilsek ne güzel olurdu, çevirebilsek ağlamaktan acıyan başımızı, bakabilsek kök salmaya başlamış ota, hala dalında tutunabilen yaprağa, her gün aynı tatlılığıyla ışıldayan güneşe. düşenleri, kopanları, parçalananları, tutunamayanları, sönenleri, dönmeyenleri göz ardı edebilsek. şöyle güzelce bir silsek geçmişte kalanları, silkelesek eteklerimizdeki kırıntıları. dikkatlice bakabilsek olan bitenlere. belki ilk defa, belki ilk ve son defa anlayabilsek sokaktan geçen seyyar satıcının ne sattığını. sadaka verdiğimiz dilenciymiş gibi bakmasak martılara, en azından gülüşlerini sevebilsek.

bir sabah kalkıp aynı kitaba tekrar başlayabilsek, bu sefer ne yazıyorsa dikkatlice okuyarak; baştansavma değil. bu sefer en azından o kitabı anlayarak okuyabilsek. her sahnesinde hissetsek anlatılanları, tahmin edebilsek sonraki sayfaları.

"gidiyorsun ve elimden bir şey gelmiyor" diyemesek. "gitme, ne istersen yaparım kara kuzum" diyebilsek. sarılabilsek, son kez sarılır gibi; sımsıkı.

ama olmuyor; gidiyor. ne kal diyebiliyoruz ne de gitme. pencereden bakıyoruz sonra. batan güneşle birlikte, kurumuş otların üzerine dökülen yaprakları görüyoruz gidenin ardından. martıların acı çığlığı, seyyar satıcının anlaşılmaz sözleri kulağımızda.
kim ne derse desin. en güzel ayrılığı ben yaşıyorum. ayrılığın güzeli olur mu? oldu bittiye getirilebilecek bir mesele olarak görmüyorum ayrılığı. "bitti" dendiği an bitmiyor bende her şey.

beni, anamdan bile daha çok bağlı olduğum tabiata uyandıran sevgilimden alan meret budur. ve kafamı kurcalar durur: bir insan hiç bitmeyecekmiş gibi başladığı bir ilişkiyi nasıl olur da hiç başlamamış gibi bitirebilir? hızla giden bir aracın durması için belli bir mesafe gerekmez mi? hiç yavaşlamayacakmış gibi giden bir araç birden bire nasıl olur da durur?

bir dostla bir muhabbet dönüyor. ölmek diyoruz. mezarlık diyoruz. ölmeden kendimize mağfiret dilettiriyor, doğmamış çocuğa kefen biçiyoruz. kül diyor dost sonra. savurmak diyor. savrulmak diyorum:

küllerim o'nun geçtiği yollara savrulsun
o'ndan ayrılmam için cesedimi çiğnemesi lazım gelirdi
hak yerini bulsun...
sabahları bir tozlu yol kokusuyla uyanmak çoğu zaman, berbat bir toz bu, yaz güneşinin altında kurudukça kurumuş, genizlerini yakıyor. beteri, itiraz edemiyorsun.
yeni yeni muhakemelerle uyanmak hep, gece nerede kaldığını hiç hatırlamadan ve kamil sana hatırlatamayacağından hikaye bambaşka yazılıyor her seferinde.
hırçın bir çocuk büyütmek, kimseye aldırmadan değil, bütün toplumsal tabuların altında her seferinda daha çok ezilerek, ama sakal traşını ihmal ederke hep.
kolaya kaçıp şişeler biriktirerek, seni bıraktığı için değil, hiç değil -hem o da artık herkes gibi- sadece eski bir kültürü yaşatıp şarap şişelerinden kitaplık yapmak için ve bir daha okurken eski tadı asla alamayacağın kitaplar için üstelik.

bu saçma şehirde ilk nerede açar papatyalar bilirsin, en büyük eb güzel papatyaların yerini de bilirsin, sarı yapraklı olanları trilye sırtlarında toplamayı hatırlarsın, bütün bunları çok seversin, bilgi güçtür diye ve yine de bu sabah gidip toplayasın yok, kaç bahardır böyle. kışları da anneni bahane edip satın alıyorsun nergisleri ve sabahları hep aynı üşüme hissi.
meyhanelere kolaylıkla girebiliyorsun artık bir de bu tarafından bak, hiçbir meyhaneci tuhafsamıyor seni, çiçek pasajında burhan dayı artık abi diye hitap ediyor, fena şey değil saygınlık. keşke fıstıklar da birazcık taze olsa. bir başka iyi yanı, portföyün çok geniş kalabiliyor, kardeşler'in 30 yıldır yıkanmamış camıyla ünlü penceresinden bakınca caddeye her geçen kadını sevebiliyorsun, ne aşklar yaşanıyor sen olmadığın saatlerde de orada.
...

sabah bildiğin gibi uyandım, yeni ihtimallerle tarttım yıllar evvelini. bir kahve içip tekrar yattım, sonra, sonrası biliyorsun çok votka. geçen geceden hatırladığım bir şey daha var, bir ara şaşırttın beni, garip bir tat, baktım ki artık kumral bile sayılmam.
4 aydır kullandığım ağızlığımdan ayrıldım bugün, acılı değilim diyemem, lakin çöle de vurmuşluğum yok kendimi. hayatımın ilk ayrılığı olmadığından olabilir, ayrılık temasına fazla aşina olduğumuzdan da olabilir ve hatta olabilir de yolu sevgiden geçen her nesneyle bir gün bir yerde buluşacağımıza duyulan inançtan, tanrılar kavuştursun bizi cennette ve kesinlikle rüyalarda buluşuruz, bu şarkıyla kavuşuruz.

nasıl ayrıldığımızı anlatmama gerek var mı: birbirine temas etmekten kaçınan bakışlar, söylenmemiş binlerce söz ve geri alınamayan kırgınlıklar, kısa kesilmiş sakalımız, mutlaka masada yarım bırakılan çay. bu sahnenin eksiğini kapatacak kadar gözyaşı ve bileşikliği bile bilinmeden birbiriyle bitiştirilen sözcükle, kim kimi sevmiyor ki zaten ayrılmadan beş dakika önce?

büyük bir manevi değeri falan yoktu ve kuşkusuz maddi olarak en alelade bir emanetçi dükkanına bile giremezdi, çokçası bir tutam can. defalarca içinden geçirdiğim peçeteleri hiç saymadan çöpe atarken düşündüklerim kadardı belki hakkındaki fikrim, belki bir fazla sevmişimdir. yalnız ne zaman biraz erise uçları o zaman aklıma getirmişimdir sonsuza kadar sürmeyecek birlikteliğimi, elimde makinadan sökülmüş paslı jilet, elimde eski dekopaj bıçağı.

onu o kalemlikte bulduğumda bir cariye pazarındaki en zengin alıcı gibi hissetmiş miydim? o benim ellerime düştüğünde nasıl hissetmişti de teslim olmaktan hiç kaçınmamıştı? basit bir tükenmez kalemden sökmüştüm onu, ne ölçü, ne edep. daha evvel çok ağızlıklarım oldu, anlatırım, onu ama birkaç denemeden sonra söküp almıştım kalemin bağrından, genişliği ideale yakındı. bazen makasın bir bıçağını sokarak içine temizlerdim, pergel çevirmek gibi bir şey, keyifli, bazen sadece eski not kağıtlarını kullanırdım, yapılsın diye tutulmuş post-itler yapılmamış ve son kullanma tarihleri geçmişler. bir de kedi kelamı, acı nikotini yalamışlığım vardır az sayıda değiller.

evvel de ağızlıklarım oldu, evvel de onları yitirince üzüldüm, fakat hiçbirini kendi ellerimle ateşe atmadağımdan bu kadar kederli sayılmadım. sigaraya köy dersinde başladık, elbette sarma tütünle -yoksa benim yaşımı 90lardan sonra mı sayıyordunuz. o vakit köyün çoban kızanları oyarlardı ağızlıkları ve daha birçok işi yaptıkları gibi, patlangaçlar, sürüme arabaları, düdükler (hevesim olmadı enstrümanlara), köyün delisinin altına da yatmaları ile çoban çocuklar fena yeteneklilerdi. sonra yıllardan erken 21. yüzyıl, keşfedip vakarlı bir dostumla şarap içerken en az üç yıllık ahbaplığın sonunda ilk defa bir zaman yattığını öğrenince mamak'ta: anılarını soruvermişim. sustu haliyle, elimde baş tarafı yaşlanan sarma cigaraya baktı, tütünün sarısı parmaklarımda. bana o yıllar mamak'ta oyulmuş bir ağızlık verdi, belki anılarından daha saklanası saydığından. düşünün yıllardan sıkıyönetim, yer mamak askeri kapalı, düşünün mamak türküsü bile yakılmamış daha ve kömür deposu boşalmıştı işte. yalan yok, o ağızlıkla ayrılmadık, ben kaybettim onu. dostumla hala dostuz da büyü bozuldu, o rakamları fısıldamayı öğrendi ben hala ölçemedim dünya ile tanrı arasındaki mesafeyi.

utanmadan: demircilik benim mesleğim ve dünyada sevilebilir yegane meslekmiş gibi geldiğinden bana, bana sevgili, bana diyar, bana yar, yar bana. haliyle boş kaldığımız da oluyor, zanaat erbabı sayıldığımızdan ve çeşitli ağaçlar bulunur sanayimizde yavrucuğum ve ikinci teşrin oniki, yıl miladi ikibinyedi. sütunlu matkaba işkence yardımıyla tutturduğum ve ağaç türlerine ve delik çaplarına göre sıraladığım, sonra hatta zımpara ile övedurduğum nice ağızlıklar oldu. sevilen kadınlardan farklıdırlar ve zaten hep oldular. sonra meşenin dibinde -meşeyi anlatmadım mı yoksa size- babayadigarı değil de macır pazarı işi olan çakımla oyduklarım da oldu, hep oldular.

hiçbirini sevemedim plastik yarim, kadınlardan da öyleyimdir belki ondan. içi kahverengi nikotin tutmuş, şeffaf sayıalbilecek güzellikte bu ağızlığı sevdiğimi bilmesem kendimi çokçası kadar ve bir fazla entelektüel hevesli sayardım. beri gidin gidinin girinpisçileri, her plastik sizin bildiğinizden değildir!

bugün sabah 9, iki şişe mayadağ şarabı alıp köyden, araziden yer ararken ve çok da rahmet yağdığından... metruk bir ahır bulup sığındığımda üşüyordum, açtım, yorgundum, o metruk ahır bir kaloriferdi, bir kilerdi. ateşi yaktım, ne çok ne az, bir kerpiç duvara sığındım ve üzerine oturacak bir tahta buluncaya kadar çektiklerimi şimdilik anlatmayacağım. sonra ateşin bir türlü alev almayışı, sonra oralarda bir yerlerde bıyık kesebilmek kadar güçlü bir hisle kopabilme cesareti bağlanılan nesneden ve ağızlığın ateşle imtihanı... sardırmayın, anısı önünde eğilin, o basit bir kalem içliği değildi, dünyaya ağızlık olmak için gelmiş ve baş eğmeden görevini yerine getirmiş bir sevgiliydi.

eve varınca yerine yenisini yapmaya koyuldum, tirbuşonsuz şarap açarken kullandığım cebimdeki kalemi söktüm, benziyordu da içi ona. kestim, her şeyi hallettim. oldu gibi.

sigaraya zıvana ekledim, hiç o değildi.

* bu yazıda gönderme olarak nazım, attila ilhan, ahmed arif ve kuşkusuz murathan mungan vardır. sonra böyle notlar düşülmedi veyahut italik butonu zor yerde diye bana çalıntı muameleleri etmeyin, zaten her okumuş öküz görecektir o alıntıları. iki de film repliği var, onları da kabul ediyorum, cezama razıyım, belki.
gidişlerin ne şiirsel bir sızı bırakıyor ne de dünyayı acıyla anlamlı kılıyor. ben yine de bir şiir yazdım. iki kıtalık bir şiir. hemde düzeltmesiz ve umursamaz. iki kıtalık bir şiirin beş kıtalık dünyaya hüküm giydirmesi beklenemez. hem de karşılık verilirken akışkan hazlara umarsızca. aslında lekeli ve kirli bir şeyler ama kimin umurunda? kanla doğduk biz. ama illaki beklenen bir şeyler vardır, karşılık verilmeyen söylentilerde.
ve gittin.
öyle bir yerdesin ki, kaybolmak varolmaktır orada. var olmak sürekli karışmaktır kayıba, hemde hiç kaçmadan ayıba. özgürce. serserice. uyanış ve terleme. uyanıyorum ter içinde. estetik olmayan şekiller görmekten artık şekilsizliği kutsuyorum. cümleler estetik kaçağı, düzensiz birer bir araya geliş. olsun. yaşasın. fısıltıların notları da. oturur musun ruh-ucuma iki dakika..
burada mısın, bu kadar derinde?