biliyorum, hissediyorum, tanıyorum, ne zaman geldiği hakkında tecrübelere sahibim, ancak neden var ve ne zaman son bulur hiçbir fikrim yok. belirtiler mevcut, büyüdüğünü hissedersin içinde, toplumsal yaşama kuralları gereği diğerleriyle paylaşımlarını sürdürürsün ve yavaş yavaş ele geçirir içini. safi kötülük değildir, boşluk değildir, karamsarlık veya delilik değildir. hepsiyle tanışıklığım ve yeterince bağışıklığım var şükür. bu tanımsız karartı belki hepsinden bana kalan miras ya da artık yeni yol arkadaşım ben ölene kadar. herkes kadar yaşamın içerisindesindir, ne eksik ne fazla ilişkiler kuşatmasında kendine kurduğun özel alanda rutini sürdürme derdindesindir. ve yağar sürekli üzerine üzerine. içimizde çocuk mocuk yok bizim, olsa olsa artık kimsenin tercih etmediği yaşlı bir orospu ruhumuz. ertelenmediğini öğrendim, şimdi yapılmayanın hiç gerçekleşmemesiyle sonlandığını biliyorum. ve şimdi son anları, geriye hiçbir şey bırakmadan geçip gidecek ve ben daha ne olduğunu anlamadan üç vakte kadar, bu üç saat, üç, gün, üç yıl olur hiç fark etmez yeniden gelecek. sagopa kajmer "sorun var" günün şarkısı. iki gün kadar önce on bir ayın sultanı ramazan'ın son zamanları, sultanı sallamadan geçirdiğim günlerden birinin akşamında mutfakta sigara içiyorum ve yeni yaşam şartlarımın getirisi hep birilerinin yanımda olması olayı her nasılsa sekteye uğramış o saat nedense. normalde büyük oğlanın odasında yeni aldığı ekran kartının anasını ağlatması gerekiyordur, hatun bir şeylerle meşgul değilse eğer kafamı ütülüyordur ve ufak olanı yanımda yöremde dolaşıp kendi dünyasına dahil etmeye uğraşıyordur beni. o akşam hiçbiri evde yok ve televizyon açık kalmış bir şekilde. (şekil dedim de aklıma geldi. semih gümüş diye bir yaşlı abimiz var kurs murs düzenliyor, dergi falan çıkartıyor eleştirmen kontenjanından, bu şekil kelimesine ayar oluyordu bu abimiz.) neyse sigara tüttürüyorum mutfakta ve televizyonun sesi kulaklarımı tırmalıyor durmadan. nasıl bir gerilim varsa artık ortada, ses titreşimi olmuş yağıyor kulağımdan beynime o derece. aradaki mesafe köşe dönüşü de hesaba katarsak altı ila sekiz metre kadar. birden farklı kadın var ve sürekli bağırarak konuşuyorlar birbirleriyle, ama nasıl bir ses anlatamam. benim beynim çağrışımlar tanrısıdır ben bildim bileli. en olmadık şeyi en tuhaf biçimde birbirine bağlamakta hiç sıkıntı çekmez. şimdiye kadar sanırım onda biri kadarını ancak yazıya geçebildim, ilerde bir gün emekli ne olursam toparlayacağım bir kısmını daha. bu sesler ancak cinsel açlık yani sokak tabiriyle abazalık gerginliği neticesinde ortaya çıkabilir. vay arkadaş nereden biliyorsun deme işte, ben de bilmiyorum. böyle bir gerginlik var on da anlaşalım bir kere. farklı dışa vurumları da mevcut ama sese yansıyan türüne aşinayım. edemedim odaya gittim, çünkü mevzuları neyse hiç bitmiyor anasını satayım. ufak tefek cinayetler'miş adı. kızlar da aslında tip olarak fena değiller de, la ne ettiğiniz de bunları otomatik portakal'ın zombilerine dönüştürdünüz dizi çekerken. konu ne inanın bilmiyorum, ara ara cümleleri tek tük yakalasam da bir türlü bütünlük sağlayamıyorum ama o gergin yüz hatları, dudak kıvrımları, zorlanarak belertilmiş gözler, alın kırışıklıkları, kaş oynatmalar derken aman sabahlar olmasın korku tüneli gibi bir şey ve dört taneler bir salonda yüz yüze birbirlerine bağırıp duruyorlar. içimden sense8'in sun'ı misali ekrana bir yumruk atmak geçiyor ama wachowski'nin dizi setinde değiliz, burada her hareketin maddi bir karşılığı olabiliyor. kapadım tabii artık daha fazla dayanamayarak. ben film ve dizi manyağıyım. ama bu başka bir şey arkadaş. sorun şu ki, gerçekle bağları tamamen kopmuş bizimkilerin. bir tür garip ilişki bağlamı kurmuşlar ve kendi evrenlerinde mutlu mesut dizi çekip duruyorlar ancak anlattıkları hiçbir şey yok! olaylara takılıp kalmışlar ve kuralına göre oynayıp para kazanma derdinler elbette ama hep bir şeyler eksik yerli yapımlarda. bir ara el atarım bu konuya yeniden.

geçecek, geçiyor, geçti...

"sorun var", iyi bayramlar!
"sorun var" a takıntım halen geçmedi, ne çekiyor beni bu şarkıda bilemiyorum, sagopa her daim arabesk tadındaydı ama bu bambaşka bir şey olmuş gerçekten. müzik en somut sanattır bana göre ve elbette fikir önderlerimizden pos bıyıklı amcamızın dediği gibi "müziksiz hayat hatadır!". diğer yandan "hayat hatadır!" önermesine yaklaştım ben zaman içerisinde. uzay maymunlarına dönüştürülerek zevksiz ve sıradan gün aşırı azılı bir yorgunluğun izini sürüyoruz. aroma yok ve kapılarak gidilen bir akış içerisinde boğulma hissiyle baş başayız. elbette bir kaç tespitimiz olacak yaşama dair ve gerçek olduğuna dair hiçbir kanıt öne sürmeyeceğiz. birincisi erzurumlu yakını düğün kabusu. ilki yıllar evveldi, benim eksik eteğin arkadaşları, biraz da kendisinin sebebiyle evlendiler avcılar tarafında yol üzerinde bir düğün salonunda. o ses bilmem ne diye bir şarkıcı hatun bile vardı düğünde ve bizle yeni evliler haricinde kimse dans etmedi iyi mi? o ses yarışmasına kıyısından kenarından katılan herkes sonrasında o ses eda, o ses kenan, o ses ebenin örekesi diye adlandırılıyormuş sahne dünyasında meğer. kara çarşaflı şişman teyzeler düğünün olmazsa olmazı olarak masalara kurulmuşlar ve sürekli tıkınıyorlardı. herkesin hayatına kimse karışamaz elbette ve kendileri istedikten sonra alüminyum folyoya sarılıp gezsinler işim olmaz da bir tuhaflık vardı ortamda arkadaş. öncelikle kimse eğlenmiyordu, klasik müzik konserine yöresel kıyafetlerle katılmış ve nereden düştüm lan ben buralara diyerek karalar bağlayan bir aborjin'e dönüşmüştük daha kapıdan içeri girer girmez. enerji, kosmoz, burç, murç hayat boyu siklemedim ben ama içim daraldı ortamdan bir yarım saat sonra. yemin ediyorum, gelinle damadın anası babası dahil herkes şu takı töreni bitse de siktir olup gitsek havasındaydı sanki. zaten damat tarafı bir kaç ayrık otu hariç muhafazakar, gelin tarafı tulum çıkarmış koyu muhafazakar görünüyorlardı. ben darlanırım kalabalık ortamlarda, hayat boyu sadece gezi olayları sırasında hissetmedim bunu, yoksa asansörde geçen o kısa süre içinde bile içim burulur diğerlerinden. bir yarım saat daha geçti karardım ben iyice. lord voldemort nikah şahidi olarak düğüne katılmış sanki anasını satayım. hatuna dedim ben hava alacağım biraz, takı makı her ne başlarsa sen hallet, ben gidiyorum, attım kendimi avcılar'ın lanet, dar, sağlı sollu doğal otopark karanlık sokaklarına. sahile uzağız ama ne kadar yol aldım bilmiyorum önüme bir büfe çıktı. bir tane miller şişe bira aldım genelde takıldığımın aksine. altı sene büfe işletmiş bir müflis esnaf olarak envai çeşit birayı tatma fırsatı elime geçti ve en sonunda kırmızı tuborg'da karar kıldım. elbette bu bir tercih meselesi ancak miller harbiden ciks gençlerin tercihi olabilecek cinsten hafif, gramajı az ve pahalı bir bira. biz biranın azcık alkollüsünü seviyoruz ve hacimce bir yarım kilo çekmezse içtiğimizden bir bok anlamıyoruz. ama miller şişe 330 miligram olarak bilmediğim sokaklarda rahatlıkla tüketilecek bir içki öte yandan ve iyi geldi o zaman. layd galadriel, sauron'u "geldiğin deliğe geri dön!" diye gömerken kendine gelen mithrandir gibi rahatladım anında. bir saat kadar oyalandıktan sonra düğün salonuna geri döndüm ve tüm zamanların en gereksiz ritüellerinin son lüzumsuzu takı töreni son bulduğundan salon yarıya boşalmıştı ben içeri girdiğimde. bir on on beş dakika kadar oyalandık, gelinle damada mutluluklar diledik ve ardımıza bakmadan kaçtık ondan sonra. ikinci korkunç erzurum düğününü haftaya anlatalım o zaman. anlatırken bile gerildim durduk yere. neyse, güney kore filmi izeyeceğim ben şimdi...
ruroni kenshin izledim az evvel rangers böğürtlen şarabı eşliğinde. otuz üç mililitre, fiyatı uygun, alkol oranı az, tadı bana göre biraz şekerli gelse de fena değil. yüksek müsaadelerinizle bir evvel ki yazıda bahsettiğim ikinci korkunç muhafazakar erzurumlu düğünü mevzusunu anlatmamayı düşünüyorum. ilkine rahmet okutacak cinsten ikincisinden, önemli ana başlıklar şunlardı aslında; kuran okuma esnasında sunulan etli kavurma yemeği seansı, kel kafalı yaşlı erkeklerden kurulu ilahi grubu, damadın nikah şahidi kaymakam olmuş arkadaşının cumhurun başını gereksiz üç çocuk, beş çocuk aile dizaynına katkı mahiyetinde kendince yalama biçimi, taktığı zevksiz kravat, kara çarşaflılar, bindallı denen kadifeden kıyafet, zavallı gelinle damat ve onlardan daha zavallı biz konuklar, falan filan. of içimi sıkıntı bastı şimdiden, anlatıp ölümsüz kılmak istemiyorum bu mevzuyu. muhafazakarlık denen olgu abartıyla kendine yer açan biz zavallılıktan ibaret. selam merhabaya dönüşüyor, ardından selamün aleyküm, sonra essalamünaleyküm, en nihayetinde geldiği aşama essalamün aleyküm ve berakatühü, hay bin kunduz sonraki aşaması ayetel kürsi herhalde. benim dinle derdim yok, dindar da değilim, din gibi insanları bunca yıldır ehlileştirememiş bir sistemle de işim yok bundan böyle, ancak kendilerini mızraklı ilmihal denilen çukurun içerisinde boğmaları, sürekli batmaları ve herkesi bu çizgiye çekme heveslerini seyrediyorum. biraz sevgi dolu olsalar ya da arada sırada sevişseler dünya çok daha güzel bir yer olacak bence. dünyaya kahredip cenneti özlüyorlar, bu da diğer ilgimi çeken yanları. neyse bu mevzuyu kapatacağım artık. ispanyanın la casa de papel ile dizi evrenine kazandırdığı ikinci güzellik vis a vis'i seyrediyorum bu aralar ben hanımla birlikte. oldum olası hapishane ve boks film ve dizilerini severim. neden bilmiyorum ama beni çekiyorlar kendilerine bir türlü. ya da içimde bir hapishane var ve ben atanamamış bir boksörümdür belki de, kim bilir? on yedi yaşımdan itibaren kimseyle kavga etmedim diğer yandan. ne dayak yedim ne de kimseye vurmadım derken, askerde emrim altındaki erlerden bir kaçına şiddet uyguladığım aklıma geldi şimdi. o zamanlarki ukraynalı sevgilim tatyana'ya anlatmıştım durumu da, bana "çocuk, kadın ve rütben altındaki erin farkı yoktur" dediydi. ne de haklıdır hep! tuhaf içimde hiç pişmanlık yok geriye baktığımda. yine olsa aynısını yapar mıydım, bilmiyorum, ancak gece uykularım kaçmıyor vicdanımı titretip. bir kaç anı kırıntısı var içime çöreklenmiş ve asla kaybolmayan, onlar da bir tuhaf, yıllar geçer geçer, ara ara ortaya çıkıp beni rahatsız eder çeker giderler. sonra belli belirsiz kaybolur ve bir süre sonra bir daha. geçmişe dönüp değiştiremeyeceğimi bilirim, içimi acıttığını ve zaman zaman yaktığını hissederim ama devam etmek gereklidir hep. bu günlerde daha önemli bir olay gözüme çarpıyor ancak. bencillik kuleleri ve fark edilme çabası. o kadar çok ki suratıma suratıma çarpıp duruyor. ben buradayım haykırışıyla geziniyorlar. ne ara bu hale geldiler bilemiyorum, dikkatimi çekiyor sadece. yazı olmayı başaracak kadar olgunlaşırsa dökülürüm bir şekilde. face ve instagramı askıya aldım, epey bir müddet işim olmaz artık. kenshin'in üçüncü filmini seyredeyim artık, anime dizisi de vis a vis bitince nasipse. allah yar ve yardımcınız olsun! şaka la şaka, böyle samimiyetsiz bir cümle olur mu allah aşkına? kullananı görür görmez ardınıza bakmadan kaçın derim ben...
"ineğe taparsan olacağı budur, doğru değil mi abicim?" az önce bira aldığım büfecinin büyük oğlu söyledi bunu. hindistan'da sel mi ne bir felaket olmuş televizyonda haberlerde veriyor, yurdum büfeci evladının yorumu sadece bundan ibaret. senin tapındığın allah ile hintli türdeşlerinin inancı gereği kutsal saydığı inek arasında herhangi hiçbir fark göremiyorum ben diyemedim tabi. "hayırlı işler kardeşim!" dedim geçtim söyleyemediklerini içine gömen, gömen, gömen, en sonunda da göme göme gömülecek olan bir birey olarak. gömüyorlar bizi, her seferinde üzerimize bir kürek toprak atıyorlar ve azala azala, kıza söğe, alkole kendimizi vura vura vura bitip gideceğiz bunların yaşamlarının gölgesinde. en çok facebook sayfası sevgi pıtırcığı insanlar bitiriyor bizi. kedi seviyorlar, her şeye duyarlılar, tunceli'de ki yangına twitter'dan paylaşım yaparak çare oluyorlar, en güzel onlar seviyor, en homo sapiens kendileri, çoklar, çoklar, çoklar ve ağzımıza sıçıyorlar en amiyane tabirle. amına kodumun amiyane tabiri. hayatım kaydı lan benim. her gelen üzerime işedi, karı dırdırından cumhurbaşkanı zevzekliğine kadar her boka naneyim her gün. kimse de demiyor ki la tian derdin nedir? yalnızım lan, sokak köpeğinden, kırım kongo kanamalı ateşi başlığına konu mankeni olan kene kadar sevgi yok hayatımda. aşağılanıyorum her seferinde. ogün sanlısoy "saydım" dinliyorum ve hayatımın geri kalanına baktığında kırk sekiz yılı boşu boşuna geçirdiğimi ve evlilik, çocuk, iş, okul, saçma sapan tercihler yaptığımı ve her birinin sonuçlarına katlana katlana geberdiğimi görüyorum. la tamam hiç kimse gül bahçesinde doğmuyor ya da hayatı şol cennetin ırmakları akar allah deyu deyu kıvamında yaşamıyor da, ne la bu? isa'dan sonra iki bin on sekiz'in varlığına inanmadığım allah belasını versin diye diye bitip giderken, ben böyle hayatın tak...
hey heylerim geçti, artık daha iyiyim... tabiki sıkıştıracak cendere, elbette ezileceğiz borç yükü altında, kesinlikle dönecek devran, sesimizi içe göme göme çığlığa dönüşeceğiz ve o yağacak ha bire. bu bir döngüdür ve senin mutlu olup olmaman sadece üç beş tane hormonun beyin lopları arasında salınıp salınmamasına bağlıdır. mesaj açık oysa, genetik kodların gereği ve doğduğun ortama göre bir kişilik oluşturdun ve sırtına yüklendiğin hayatın atlas'ısın! sırtından yükünü alabilecek bir herkül kesinlikle yok ve bununla geberip gideceksin. arada güzel bir şeylere rast geldiysen ya da güzeli sen yaratabildiysen ne mutlu sana, uğramadıysa o baht sana, kimsesizler mezarlığında yerin hazır ve senin gibi milyar isimsiz arasında boşluğu doldur ve çek git sessizliğin ortasında, kimsenin umurunda değilsin. kimse kazım koyuncu'nun öldüğünü iddia edemez ya da mahatma gandhi'nin. en azından ben ölmeden evvel yok olamazlar. dur anlatmak istediğim bu değildi. hayatın tek düzeliği ve olağanın dişlisi. yeraltı romanı boşu boşuna yaratılmadı. kelimelerin ve iç sesin hükümranı, o hayatı yaşadı, yaladı, yuttu, içinde boğuldu ve döküldü birer birer. bir şeyler ters gidiyordu sürekli ve o en sonunda tersliğin kendinde olduğu yanılgısına kapıldı. öyle ya, tren bileti satanından tut garsonuna kadar binlerce vasatın içindeydin ve bir kara delik gibi seni eritip, yok edip, aynılaştırmak isteyen bir dünyanın aykırı bir beyne sahip bir bireye nasıl davranacakları hakkında hiçbir fikrin yoktu. gelişine vurdular topa, hayatı algılarının ve geleneklerinin toplamından ibaret saydılar ve sen başka türlü olamayacağın için, varlığını gerçekleştirerek onları anlattın bize. hiçbir şey değişmedi sevgili dostum, yüz yıl da geçse, bin yıl da sürse bu hep böyle olacak. musa denizi asasıyla yarmak yerine firavun'unun alnının ortasına vursaydı belki farklı olurdu ya da hadi olan oldu, deniz harbiden yarıldı, firavun deseydi ki, adam denizi yardı yav, yürüyün geri dönüyoruz, belki daha anlamlı olurdu her şey. hayır, babasız doğan bir çocuk olmalı ve göklerden inen koçlar ve onlar kesilmeli, biçilmeli, kavurma olmalı, ki aç karnımız bayram etsin. hangi öğreti hangi derde çare bulabildi şimdiye kadar? yalnızız dibine kadar ve çaresiz. her şeyden kuşkuluyuz ve her söze karnımız tok. bukowski'nin bir şiiri vardır uzunca, vaaz edenlerden uzak dur, diye diye kendini parçalayan. artık tüm zamanların en büyük şaşırmışı, paçozluğu tanımlarken paçozluğun soytarısı olmuş alev alatlı gibiyiz. söylerken söylediğimiz yalanlıyor bizi, paçalarımızdan kir akarken kötülüğe tanrıların diliyle övgüler yağdırıyoruz ha bire. george orwell lan, tüm zamanların en vicdanlısı ve sen daha onun ismini ağzına alır almaz, ben dedim ki "eğer orwell yaşasaydı senin muktediri öven o ağzına şıçardı..." it izi at izine karıştı diyorlar ya, at it, it at olmuş artık. kendimizi kurtaramayız, bu karanlığın gölgesinde geberip gideceğiz ve gerçek gölgeli bir karanlıktan ibaret bundan böyle. vicdanının sesini dinle falan, vicdanımız kirli zaten lan bizim. ruhumuz kapitalizmin orospusu, vücudumuz köle. aman bre deryalar diye bir trakya türküsü var sonra ve yapıp yapabileceğim en iyi şey şarap içip hepsini geride bırakmak. geronimoooo!

bu arada manga, 1000 parça dehşet güzel bir şey olmuş...
çok severim. "çatıda çatlak var" apartman toplantıları ile "benim oğlum arda, benim kızım gizem" okul toplantıları özel uzmanlık alanlarıma giriyor. dehşet sıkılıyorum ve hiç konuşmuyorum ama olsun, apartmanlarını, o çok sevdikleri dairelerini, sorunlarını, çocuklarını, geleceklerini, kurtarma ve ne olacağı üzerine kurguları beni benden alıyor. iki saat kadar müzik dinlemeden geçen bu boktan süreci, eğlenceli bir izlenceye dönüştürüyorum elbette. tecavüz kaçınılmaz ve ben zevk almayı iyi bilirim. ayrıca bu çatıdaki çatlak halen ver bizim blokta iyi mi? her üç senede bir yaptırıyoruz ve o ısrarla sızdırmaya devam ediyor. bu senenin hediyesi daire başı bin beş yüz liracıktan ibaretmiş. bu kötünün iyisi, yetmiş bin lira fiyat çeken varmış, ama bizim yönetici ablamız acayip araştırmalardan ve kamuoyu yoklamalarından sonra otuz bin liraya bu işi bağlamış. helal olsun ablama, üç sene sonra bize bir kırk bin lira daha geçirmek için onayımızı aldı bile şimdiden. neyse"benim oğlum arda, benim kızım gizem" ana babalarından oluşan okul toplantısı az önce sona erdi ve helva kıvamına gelen beynimi şarapla yere geri döndürme telaşındayım ben şimdi. allahtan dişlerim yok da konuşamıyorum artık ben topluluk içerisinde. bir insan evladı sürekli aynı şeyden bahsetmeye bu kadar mı hevesli olur arkadaş? benim oğlum arda, satranç, arda, satranç, az evvel sözüm yarıda kaldı bitiremedim, arda demiş miydim ya satranç? bu arada lafı gelmiş ken satranç, arda. arada gidip kendime koyu kahve alıyorum ki, arda ve satranç bileşkesinin sırlarına vakıf olayım, dönüyorum geri, konu hala arda, satranç. bu arda, satrancı seviyor amına koyum, bunu anlayın artık ya! ha bu arada çocuğun ismini misalen arda veriyorum, ama babası olacak lavuğun ismini, cismini, gözlük camının numarasını hafızama kazıdım, yazmazsam şişerim, arda'nın da beynini sikiyordur bu şimdi, yazık la yavrucağa. satranç önemli! bir tane de abla var, ingilizce biliyor. üç senedir biliyor. bizim çocukların ingilizce konuşma derslerine genellikle anası, babası yabancı olan ve türkçeyi kıt bilen ama bir şekilde burayla bağlantısı olan bir hatun buluyorlar genellikle. isimleri de tuhaf oluyor bu hatunların, uzun ve havalı kolyeler kullanıyorlar ve kesinlikle uzun bacaklarının uzunluğunu gözümüze sokan mini etek giyiyorlar. ingilizce bilen teyze her seferinde pusuda bekliyor, çayını yudumluyor, ara ara benim kızım gizem annelerine katılıyor derken o muhteşem an yaklaşırken ağını gerip pusuya yatıyor. arka sıralardan birinde oturduğumdan gözlerini göremiyorum ancak ingilizce konuşma öğretmeni, içeriye çevirmenleriyle birlikte giriş yaptığında, çinli tüccarların mallarını satacakları safı tespit ettiklerinde gözbebeklerinin büyümesi gibi bir süreç yaşadığına kalıbımı basarım. ahan da bastım. yarı amerikalı yarı türk hocamız derdini anlatmaya başlıyor ve çevirmen hepimize olayı özet geçiyor önce. benim kızım gizem annesi sabırla bekliyor ağını güzelce örmüş bir örümcek sabrıyla. ve o muhteşem an! hoca bana sormak istediğiniz bir şey var mı diye ingilizce sorduğunda ve daha çevirmen diğer ablamız bunu biz zavallılara çeviremeden, üç yıldır ingilizce bilen ve hala bilen ablamız, o muhteşem ingilizcesini hepimizin kulaklarına zerk ediyor. çevirmen çeviremiyor, araya bile giremiyor, ablamız ve yarı turko yarı amerikano ablamız aralarında konuşuyorlar bir müddet. konular genellikle, derste türkçe konuşulacak mı, bire bir mi yoksa sınıfça mı eğitim alınacak, ingiliz aksanı mı amerikan aksanı mı konuşulacak gibi ıvır zıvırdan ibaret. anlıyorum da söylüyorum oğlum, işkembeyi kübradan sallamıyoruz herhalde. şov on dakika kadar sürüyor. altı ay sevişmemiş, en sonunda çiftleşecek bir dişi bulup rahatlamış bir makak maymunu'nun dudakları arasına bir kısa parlaiment yerleştirdiğini varsayın. hala arkadayım, ama ablanın surat ifadesi orgazm sonrası sigarası içen makakla aynı değilse yüzüme tükürün. yok la tükürmeyin, iyi bir şey değil, insan evladından dışarıya çıkarılan şeyler. bu da böyle işte. asla apartman yöneticisi olmayın ve müzik dinlemekten vazgeçmeyin diyorum ve izninizle şarabımın geri kalanını keyifle bitirmek istiyorum artık ben...
o nasıl bir cümle olmuş lan sondaki?

valla niyetim güzeldi başlangıçta. ne olur sanki, bir bira, bir bardak şarap çakarım gitmeden önce, biraz geç katılırım, siz ne derseniz o olsun derim, imzayı basar çıkarım bir yarım saat içinde dedim içimden. bira ve şarap işini bir güzel tamamladım elbette, benim içmek için her türlü sebep bulma özelliğim dillere destandır eskiden beri. kayın peder de bir ev sahibi olarak ta çatalca'dan büyük çekmece'ye gelmiş bu akşam. hafta sonları torununu almaya gelmiyor ama, sen getir diyor bana. gaz yakıyor lan bu araba, emekli olan sensin, benim belim bükülüyor borç yükü altında diyemiyorum tabi, götürmüyorum oluyor bitiyor. dedi geçen hafta yeterli sayı on biri tamamlayamadık, bu akşam gel. he, he dedim, şaraplı maraplı. evet, geçen hafta yeterli sayısı tutturamamak suçundan sabıkalı "çatıda çatlak var" toplantısına katılmayan o en az on hıyardan biri de benim. bu sefer de katılmıyorum anasını satayım. ancak bu toplantıyı che dostumun ölüm yıl dönümüne getirmeyeceklerdi onlar da. costa gavras abimizin "sıkı yönetim" filminin o muhteşem susturulamayan comandante şarkısına denk geldim önce. koşuşturan salak asker ve polislerin tüm çabalarına rağmen şarkıyı sonuna kadar dinledik, ama salaklar çoklardı ve inatçı. her şeyi öldürebilirler, tüm anfileri kırabilirler ancak otuz dokuz yaşına bir destan sığdırmış bir devrimciyi zihnimizden silemezler. neyse canımın içi ardından la casa de papel dizisinden bella ciao çalmaz mı? hadi git de çatının nasıl yapılacağının, ne kadara yapılacağının, her daireye ne kadar fatura edileceğinin, işin kime verileceğinin, yöneticinin bu tip işlerden ne kadar anladığının hesabını tut arkadaş. biz doğal kaybedenleriz ciğerim. yarınını kendim adına düşünüyorsam eşekler kovalasın soyumu sopumu. elimde iki tane cevo var, onların geleceğini kurgulamaktan başka da derdim yok. ertesi günü ölmüşüm kalmışım, üzerimde bir çatı varmış, sigara kutumun dibi örümcek ağı kaplanmış umurumda bile değil. her şeyden vaz geçtim, tek şarkıya tüm dünyayı ateşe verecek kıvamdayım. geri kalan her şey geri kalan herbirinin olabilir. parmağımı kıpırdatırsam şu sandalyeden kalkmak nasip olmasın. yaşadıklarımın hesabını gördüm, sevdim, sevildim, gördüm, anladım, bıraktım. iki bin on dokuz da yayınlanacak game of thrones dizisinin son sezonunu izlemeden geberirsem gözlerim açık gider o ayrı. çünkü dombilinin zahmet edip kitabın sonunu getireceği yok bu gidişle. yazarlar ünlü olmamalı yaşarken, yoksa yazamıyorlar. dombili paranın anasını ağlattı; dizi, senaryo, kitap satış, got promosyonları ne derken artık, paraya para demiyor. eskiden de demezdi ya puşt, orası ayrı. neyse benim youtube otomatik çalma listesi arabeske bağladı iyiden iyiye. en son portakal çiçeği dinliyorduk, tupac müslüm fantazilerine sardırdı iyicene. o bu değilde eleni vitali ablamıza o şarkıyı söyleten o yontulmamış kütük var bir yerlerde, onu bir elime geçirsem, kıtlama şeker keseriyle yontup yontup afrodit heykeline çevirmezsem bana da bir daha tian demesinler...
yapacak o kadar çok şey var ki, derdim çoktur hangisine yanayım türküsünü söyleye söyleye her birine yetişmeye çalışıyorsun önce. olmuyor tabi ki, elektrik faturası var ödemem gereken, çocukların ihtiyaçları, evin eksiği gediği, patates bitmiş mesala, kipa'da 5.95 etiketle satıyorlar, altı lira olmadığı için şükrederek alman geriyor, almıyorum ancak. çarşamba pazarı beklemem gerek, saatler de kış saatine göre ayarlanmadı, ben eve döndüğümde hava kararıyor ve pazarcılar kaçıyorlar akşam eve döndüğümde. öptüğümün damadının hediyesi o bir saat yüzünden alamadığım o üç kilo patates patates var ya, her biri sana hediyem olsun. münasip bir şekilde karına kızarttır,afiyetle yiyin ve ben aradaki farkı cebimden ödeyeyim lafı mı olur? bir çözüm bulmak gerek mesala. hegel'in felsefesinde marx'ı endişelendiren tutarsızlıkları öğrenmem ve üzerine düşünmem gerekirken öptüğümün damadı konu mankeni olmuş beynimin çukuruna, oh ne güzel istanbul. zaten sevdiğimin memleketi uzun ve uzantıları sayesinde gömülmüşken siyaset çukuruna, barbaros şansal'ın bedduası bir bayrak gibi asılmışken memleket semalarına, büyük oğlanı ben gelmeden evvel pazara gidip alış veriş yapmam için ikna etmem gerekiyor. bir de pazar adabını öğretmem gerekiyor, sağolası benim gençliğime benziyor, domates, kalitesi, rengi, fiyatı önemli değildir onun için. biber mi alınacak ilk gördüğün yerden al ve mümkün olabilecek en kısa sürede pazardan kaç taktiğinin müdavimi. ulan kıpraşımlı yüzüklerin efendisi damat yatacak yerin yok iki dünyada, ne maskaralıklarla meşgul ediyorsun zihnimi? neyse haftayı kazasız belasız atlatabildik şükür. patates hariç eksik yok gibi, elektrik faturası bir hafta daha bekleyebilir nasılsa ve bu hafta da zamlarla bükülen belimizin gelecek güzel yarınlar dolayısıyla şükredilecek ve ne kadar güzel yönetildiğimizi öğrendik boyalı basınımızdan. yuval noah harari ise homo deus'da hümanizm eleştirileriyle insan denilen yaratığın yokla yaratık değil, oluşumun ne kadar ileri gidebileceğini irdeliyor. dur söylemesem çatlarım şimdi, evimin etrafı üç beş camii ile çevrili ve bunlar günün beş vakti beynimizi ütülüyorlar ve perşembe günü gecesi ekstradan bir seans düzenleyip cumayı haber eden sela mıdır her ne ise onu okuyorlar. cuma da okuyorlar da ben bu taraflarda olmadığım için iş yerinde maruz kalıyorum o seansa. neyse abicim o selayı bize en yakın camii den okuyan bir şerefsiz var. torpilli bir yerlerden ve mütemadiyen okuyor her perşembe. lan benim sesimden bile iğrenç bunun sesi. israrla okuyor ancak, uzata uzata, içine ede ede, içimizden geçene kadar okuyor da okuyor. en son dedim sırf bunun hatırına tekrar müslüman olayım, sonra allah'ım sen tebliğini bu denyolarla yaymak için mi yarattın bu kavanoz dipli dünyayı deyip tekrar dinden çıkayım, vebali de bu hırta kalsın. sonra kıyamadım hırtapoza, bırak la dedim taşları yerinden oynatma, adam o çirkin sesini yaya yaya gitsin cennetine. düşünsene bu mutlu mesut ölmüş gitmiş, tıkamışlar pamuğu, tam cennete girecek sırada bekliyor, hop hemşerim diyor zebaniler, önce hesap vermen gerekiyor. ne oldu ki? diye afallıyor bu önce. senin perşembe selan yüzünden kafir olanlar varmış, onun üzerine hesaba çekileceksin diyorlar. aklına gelip diyemez ki, rabbim bana zeki müren gırtlağı vermediyse benim suçum nedir? senin suçun olmayan sesinle bu işe cüret etmenden ibaret diye cevabını alır ancak. çünkü din cevaplar silsilesidir. aslı astarı olması gerekmez, her şeye cevabı vardır. mesela ibrahim niye oğlunu kurban ediyor aloo diyemezsin, hadi o bağışlandı çocuk kurtuldu, la niye hayvan kesiyor onun yerine de diyemezsin. zeytin dalı uzatsaydı incileri mi dökülür dü? diye de soramazsın. yani sorarsın da cevapları hazırdır ve kendileri bile inanmaz o cevaplara. düşünsene hem saçma gelir, hem inancın gereği doğru olmak zorunda. vay arkadaş benim hiç değilse uzun, damat gibi somut baş belalarım var, bunların derdi başından aşkın valla. hiç uğraşmayayım en iyisi. çatıdaki çatlaklar yeniden toplanacaklar bu akşam. anlaşma sağlanmış, senetlere imza etmek gerekiyormuş aşamasına gelmişiz şimdilerde. yine gitmeyim ben en iyisi, o senet nasıl olsa imzalanacak, bir ara kapıma getirirler imzalarım anasını satayım. yaşasın kötülük. güzel bir grup buldum, yüzde doksan çingeneler. opa tsupa. bu dünyanın en güzel ırkı ve sanırım bir seçme seçeneğim olsaydı ırkımın çingene olmasını arzulardım. ben böyle değildim canlarım, sonradan oldum...
neden sevimsizsin biliyor musun? öncelikle dengesizsin, bir günün diğerini tutmuyor. ikincisi insanlara kendi dünyan ve öncelikleri haricinde sunacak hiçbir şeyin yok. üçüncüsü empatiden yoksunsun, dünyan, evet o boktan dünyan, sıkıcı dünyan, geri zekalı rutinlerin, saçma sapan esprilerin, dar var oluşun, kendini zeki ve ayrıcalıklı sanman o kadar aptalca ve yersiz ki, sırf sana senin insan olma sıfatın dolayısıyla kafadan saygı değer olduğun vasfıyla yaklaşan bizlere lan bir sokak kedisi bile bu gereksizden daha fazla anlam katıyor bu hayata dedirtebilir. tamam zararsızsın, ancak tavşan boku ya da isviçre kadar. yaşa git, ne dokun ne yaklaş, ne çırpın ne bir gam seni çarpsın ne de herhangibir dünyevi olay seni sarsın, hiçbir yaraya işemeden değersiz hayatını sonuna kadar yanında taşı da, e sikmişim ben senin lüzumsuz fazlalığını. dik dik konuşman içimden geçmiyor, beni gram rahatsız etmiyor, karanlığa asla büründürmüyor, ben sauron'la muhatabım amın oğlu, senin gibi bir uruk hai var olsa ne yazar olmasa gönül yazar. bunu ne okuyacaksın, ne göreceksin, ne haberin olacak, ne ders alacaksın, ne de bundan sonraki hayatına evrilmiş bir homo sapiens olarak devam edeceksin, biliyorum ancak şunu unutma ki sevimsiz, içinde taşıdığın nefret, genlerinden mi sana miras yoksa sonradan edindiğin tecrübeler mi buna etken bilmiyorum, umurumda da değil, sevilmemişsin, böyle giderse sevilmeyeceksin de. karın olabilecek o bahtsız bile bu gerçekten muaf değil. bilme, karanlığında çürü, asla iflah olma ve bu yolda devam et. ne uğraşacağım sanki, senin gibilerle dolu anasını bellediğimin dünyası, barbaros şansal büyüğümün dediği gibi "bokunda boğul!" ortaya karışık, dileyen herkes üzerine alınabilir...
her şey youtube otomatik çalma listeme müslüm'den "tanrı istemezse" muhteşemliğinin düşmesiyle başladı. ben herbir şeye müzikle başlayanlardanım. youtube algoritması aboneliğimin çıkarımları sonucu müzik tercihlerimi bilir ve sağa dinleyeceğimi umduğu reklamlı parçalarını sıralar bir bir. ara ara beyni yandığı da olur, çünkü müzik zevkim kelimenin tam anlamıyla kaostan ibarettir. ben, ben, ben, hay anasını eşşekler kovalasın benim. müslüm çıktığında nette geziniyordum ve videoya bir bakayım dedim. youtube yorumlarını asla okumam, bolca küfür ve ben buradayım maymuncuklarının boşluğa bıraktıkları sıradanlıklardan ibarettir çoğunlukla. bu sefer bir yorum dikkatimi çekti ancak; "müslüm gürses'i yaratan allah rakıyı haram kılmış imtihana bak" yirmili yaşlarda bir hanım kızımız buyurmuşlar. vay arkadaş dedim, bu kız tarlada portakalı bırak, henüz dibo nükleik asitte bir molekül olarak evrim yoluyla var olmaya çabalarken müslüm dinliyordum lan ben diye de ekledim sonrasında. balık spermi ve akyuvarlarını inceleyerek nükleik asitleri keşfeden isviçreli bilim insanı, (artık adamı demiyoruz malum, kadınlarımız çok alınganlar bu konularda) abimizin sakalının tek kılı kadar olamadan geçen zavallı hayatlarımızın böyle tırışkadan çıkarımları var, neydecen işte. neyse abicim biraz aşağılara indim yalnız değilmişim meğer. müslüm gürses yorumcuları üçe ayrılıyorlar. ezelden müslümcü olduklarını beyan ederek, baba kitlesine eyvallah çekip sosyeteye karıştıktan sonra peşine takılanlar veya filmi etkisiyle müslüm babaya sardıranlara geçiren bir grup var öncelikle. bu abiler biraz sinirliler nedense. illa bir laf sokma hevesi içerisindeler. hadi lan tırrık, ben müslüm dinliyorum diye kıro denilerek kaç kız tarafından terk edildim, biliyor musun? gibisinden bir tür. böyle bir durum eskilerde var gibiydi, ancak hatun kişilerin müslüm dinleyicilerine mesafeli duruşu da nedensiz değildi hani. biliyoruz da söylüyoruz arkadaşım, on dört yaşımda kaset ve radyo dönemi önümüzdeki seçenekler müslüm, orhan ve ferdi forvet üçlüsünden ibaretti. tamam başka tarzların da bir dünya güzellikleri vardı ama azcık arabeske bulaşmışsanız, illaki bunlardan birini seçmek zorundaydınız. rahmetli bergen ablamızı on yedi yaşında canlı canlı izlemiş, seksen darbesi ve etkilerini çocukluk ve ergenliğine sığdırmış biri olarak haksız da sayılmam. içlerinde en kaderci olanları ferdiciyken en arızaları da müslümcüydü bunların. orhanı çok sonralar keşfettim. kişiliği beş para etmez ancak, efsaneleri vardır orası ayrı mesele. neyse ikinci tip "baba cennette konser ver kafama sıkıp geleyim"ciler. insanın abicim kesinlikle veriyor, durduğun hata diyesi geliyor ancak hümanist tarafımız ağır basıyor, diyemiyoruz tabii. ama bu grup daha sakin bir öncekine göre, ehlikeyf ile çakırkeyf arasında bir çizgileri var. "sigara paketten çıkıp kendini yaktı" gibi güzellikler de bu abilerden geliyor. bu abiler müslüm babayı kalp ve damar hastalıkları uzmanı olarak kabul eder ve genellikle ne ciğer bıraktın ne böbrek, mideden girdin dalağımı aldın gibi benzetmeleri severler. üçüncü sınıfımız tam bir keşmekeşten ibaret olup tanımlanması en zor varlıklardan mürekkeptir. bak ya mürekkep dedim ya la? yarabbim sana geliyorum, yıllarca bu kelimeyi kullanacak bir mecra hayal ettiydim. bugüne nasip oldu rabbim, şükürler olsun sana. doksanlı yılların sonuna doğru internetle tanışan büyük halk kitlesinin oluşturduğu net mirketleri dediğim bu grubun en büyük özelliği kıçlarında wifi ile doğmuş olmaları. internet dünyanın belki de en büyük buluşu ve bu zevat bu muhteşemliğin bug'ı amına koyum. her boka teşne, her yerdeler ve herhangi bir konuya muhakkak söyleyecekleri bir şeyleri var. seksenler ve doksanların kahve müdavimleri bilirler ki, futboldan yağmur ormanlarına herkes herbir şeyden anlar bu memlekette. sene oldu iki bin on sekiz, amip gibi üreyip, ork gibi saldırıyorlar hala. of çok dağıldım, bir cumartesim var zaten kendime ayırdığım, biraz anime seyredip, survivor oynayayım ben en iyisi.

bir kaç güzellik var elbette hayatta. "müslüm" ve "bohemian rhapsody" filmlerini mutlak suretle seyredin. ne ballı adamım arkadaş, gençliğimin iki ilahı hemen hemen aynı zamanda filmlere konu oldu. sinemaya gidin ve o lanet cep telefonunuzu cebinize sokun. stalk mıdır nedir bir nane varmış galiba, instagramda story oluşturuluyormuş falan. öncelikle o siktimin telefonunun ekranı biz arka sıradakileri rahatsız ediyor sevgili ergen kısmı. ayrıca madem telefonuna bakacaksın, siktir git evinde bak. ben sinemaya geldim, el aleme caka satacaksın diye bizi boş boş konuşturuyorsun . ağladım ben bu arada filmde. timuçin sen nasıl bir varlıksın arkadaş, yaratıcı mı evren mi her ne ise bizden esirgediği ne varsa sana vermiş. gözümüz yok amenna, yolun açık olsun. rami malek zaten sana mr. robot'tan hastaydık, bu filmle kangren ettin lan bizi ( müslümcü affect). sevgili ışığımı oynamamış yaşamışsın resmen, helal olsun. elim değmişken sevdiğim yahudiler sıralamasına hızlı bir girişle üç numaraya yerleşen bir arkadaşımızdan bahsedelim. yuval noah harari. hayırdır abi mağarana internet bağlatıp kitap satın almışsın dediğinizi duyar gibiyim ama ben de işler biraz geriden geliyor. üçüncü kitabı da çıkmış, mis gibi. başka? bugün cumartesi, şarap için. fiyat kalite rasyosu gayet iyi punta diye bir şarap var, yirmi dört lira şişesi. zamanla tadına alışılıyor, rengi ve kıvamı on numara. ulan iktidar, sayende ekonomi kovalayacağız diye diye şarapçı olduk çıktık. neyse girmeyeceğim siyasete. her yer onlarda zaten bu kaleyi feth edemeyecekler. ha bir de mümkünü varsa sevişin...
/
tümünü göster