"seviyoz dedik ya la allahsız, takıp ta mı etmeyek..."

eskiden aşklar farklı yaşanırdı benim memleketimde. önce kız göze kestirilir, sonra gönülde ateşler yakılır, ardından eş dost haberdar edilir, gerisinde köpek gibi sürünülürdü. biz yan yana gelmek ne demektir bilmezdik, kızlar hiç bilmezdi. sabahın köründe sırf kız okula giderken görecek diye yarım saat kara kışın ayazında bekleyenine şahit oldum. bekleyip de ne olacak sanki? yolun başlangıcından itibaren kızı görecek, ne konuşacak ne de selam verecek, sadece izleyecek, kız bunu fark eder ya da etmez geçip gidecek, o bu sefer arkasından bakacak, sigara tellendirip efkarlanacak ve nihayet görüntünün son kıvrımları da ortadan kaybolduğunda çekip evine gidecek. ne var ki bunda diyeceksin, ama altı ay boyunca her iş günü gerçekleşiyorsa fark ediyor. sonuç; sıfır. kız okuyordur ve okuyan biriyle evlenecektir nasılsa, erkek işçi olmuştur ve münasip bir yuva kuracaktır annesinin üstün gayretleri sonucu. işin bir de kızın hiç haberinin olmadığı bir boyutu var. gece gezerken evinin önünden geçmek, kapalı perdelerin hangisinin ardında olduğunu hayal etmek, yüreğiyle selam göndermek ve sessiz sedasız geri dönmek, herneyse...

bir zorlu kış akşamı edilmiştir bu kelam. "seviyoz dedik ya la allahsız, takıp de mi etmeyek?.." ikinci ağızdan dinlemişim. bir kaç sene süren sevdalıktan sonra gönlün dili ağızın kapısına dayanmış ve erkek kıza itirafta bulunmuştur. belli ki kabul görmemiş, olur mümkündür. ama gel gör ki gönül de ferman dinlemiyor, kız belli ki okul çıkışı bekleniyor yine de. ve bu epey bir süre devam etmiş ki, kız da tepki koyuyor kendince. aldığı cevap aynen bu, bu cevapta aşkın odu gizli, sadece yaşayan bilir ve herkes yaşadığını düşünür, neyse allah ayrı koymasın...

aklımda kaldığı kadarıyla yavuz bülent bakiler'den;

ey yurdumun balaban bakışlı kızları
düşündünüz mü hiç
geceleri sizi arayıp duran yalnızları
lanet dört köşe kiptaş bloklarından birinin en üst katında siktimin sigarası bittiğinde ne yapılabilir sorunuyla alkolle beynimi dağıtıp, sigara almak için on bir katı asansörle inip, sıra sıra inci park ve bahçede birinci koduğumun kiptaşının yapay parklarındaki ara yollardan atlaya zıplaya bim ve şok market ikilisinden şok'a gitmeye karar verdim, çünkü yediğimin iktidarının fakirlerinin gözde marketi tırt markaların bim'inde sigara satılmıyor. bir yazı lanetle başladıysa içinde geçen her marka bundan nasibini almalıdır elbette. bu lanet yerin kirası harici ödenen yönetim gideri 125 tl, yani asgari ücretin kaçta kaç olacağını rahmetli s. j. un hediyesi telefonunda hesaplama aplikasyonunu bulamadığımdan hesaplayamadığım bir rakam. ama üç aşağı beş yukarı on beş de biri kadar bir miktar, beynimin alkolden dağılmadığı hücrelerinin çıkarımları sonucu. nikotine bağımlı tüm hücrelerim ayrı ayrı isyan ederken artık yataktan kalkmam gerektiğini ve korsan kanallardan seyrettiğim "matrix" aleminden sıyrılıp dışarıya çıkmaya karar verdim. matrix deyip geçme, bin dokuz yüz doksan dokuzunda ankara'nın akün sinemasında o zamanlar ki ukraynalı sevgilim tatyana ile seyretmiştim ben ilk serisini. hatta tatyana filmi karanlık sahnelerinden dolayı sevmemiş ikinci yarısında çıkmamızı teklif etmişti ve kuğulu parkta oturup elele dolunayı seyretmiştik o gece. ancak ertesi gün ben bu sefer tek başıma tekrar gitmiştim akün'e. mardin'de askerdim ben o zaman ve ilk iznimi sivas'ta ailem yerine ankara'da sevgilimi görmek için harcıyordum. mardin'den sivas'a doğrudan uçak yok diye yumuşatalım bu hali hadi. artık ne akün var ne de tatyana ama matrix ölümsüz.

açtım fredie'nin wembley konserini live live, giyinip kuşanıp sigara almak için yollara düştüm. herkes nasıl sakin bugün istanbul'da, martılar bile terbiyeli terbiyeli çığlık atıyorlar gürültü edip rahatsız etmemek için sanki. kulaklığımı taktım ve yürüyorum. alt çenemde yedi tane üst çenemde sekiz dişim kaldı yaşlanma kurallari gereği. tatyana şimdi beni görse kendine ne yaptın böyle diye çığlık ata ata kızılderili şaman dansı yapardı etrafımda ama artık geri dönüşün olmadığı bir yoldayız. kuru yemişin kuru olanlarını da yiyemiyorum iyi mi? azı dişlerin birbirlerini karşılaması gereken yerde alt ya da üst kısmı birbirlerini karşılamıyorsa oluşan bir durum bu. ve ön dişlerinizle fındık kıramıyorsunuz sevgili ölümlüler.

yürürken aklıma geldi gideyim yazayım dedim. bu arada: fredie bir yıldız, ben bir çukurum. esselamünaleykum...
pazar sabahı sigara alma serenomisinden bana daha çok ekmek çıkacak böyle giderse. yazmak için herhangi bir nedene ihtiyaç duymadım ben hiç, bir kaç uzun yazı haricinde bir sonraki sayfada ne olacak diye de üzerine düşünmem pek. yazmak çileli bir eylemdir diyenlerin okunurken de diğerlerine sıkıntı verdiklerini düşünenlerdenim. acı hayata dairdir, yapıp yapabileceğin onu sanatla tanımlamaktan ibarettir. sanat, kendi başına dert kaynağı asla olamaz. olsa olsa dertli olanların başvurduğu bir dışavurum tekniğidir. son söz ne yazdığının önemi yoktur asla, nasıl yazdığınla değerlenir ortaya çıkacak şey...

perdesiz uyuyorum en üst katta yaşamanın konforu gereği ve günün ışıkları odama dolup yatağıma uzanamıyor hiçbir zaman. her seferinde olduğu gibi gece sigara paketinin dibini buluyorum ve sabah kalktığımda boş paketin hüzünlü kıvrımlarına bakına bakına bir umut kıyıda köşede unutulup kalmış bir dal var mıdır diye aranıyorum. diyeceksin neden yedek paketle bu sorunun üstesinden gelmiyorsun? olmuyor birader, bir paket içme limitim bazen günde bir buçuk hatta zaman zaman iki pakete çıkıyor o zaman. kararım karar her gün sadece tek paket sigara alabilirim. bu arada haberiniz yok, alkol yasakları da uyguluyorum kendime. yılbaşından bu yana sadece haftasonlarına endekslediğim alkol kullanma mevzunu iki haftalık periyota çıkardım bugün sabah itibariyle. bu kadar gereksiz girişden sonra artık hikayemize geçebiliriz. yüzde doksan beş civarında gerçek olacağını hissediyorum.

çelik kapı denilen gereksiz dış kapım gürültüyle kapanır kapanmaz asansöre yöneldim ama koridoru bir kadının sesi çınlatıyordu adeta. ben de toplu taşıma alanlarında telefonla konuşan kadınlar fobisi var canlarım. beş senedir muzdaribim ve kulaklıktan müzik dinlemek dışında herhangi bir korunma yöntemi geliştiremedim henüz bu konuda. ama bu farklı, kendisi evinin içinde muhtemelen kapıya yakın bir yerden konuşuyor ve mevzu o kadar ateşli ki bağıra çağıra anlatıyor herbir şeyi. kesin karl marks değerlimizin o çok sevdiğimiz tabiriyle "evrenin orospusu" para ile ilgili bir konudur. bu arada abimizin anısına 0 euroluk hatıra parası basmışlar ve üç euroya satıyorlarmış iyi mi? kadın bazen birilerinin hüküm giydiğinden de bahsediyordu ve sesi git gide daha yüksek perdeden çıkıyordu bu arada. aha şimdi arızaya bağlayacak diye düşünmez olaydım, bağladı anında. asansör hala altıdan yukarı doğru ok tuşunu yeşillendirmişken, "ne olacak ya, ...rak olacak..." diye bağrınırken muhteşem güzelliğiyle asansör kapım açılıveriyor önüme. bir an leon filminde boncuklu sineklikleri iki eliyle aralayan kötülük abidesi komser rolündeki gary oldman abimizin sapık sırıtışının yansımasıyla görüyorum kendimi aynada. kadın, sesi, davası kayboluyor yavaş yvaş aşağıya inerken. eski devir zamanlarımda kerhane gibi yapılanmalar içerisinde dünyanın en eski mesleklerinden bir tanesini icra eden yatak emekçisi kardeşlerimizden bir kaçını tanıma bahtına erişmiştim ben. şiir gibi küfür ederlerdi valla ve konuşmalarında en azından kıyısından köşesinden de olsa bir estetik vardı. şimdikiler sadece kulak tırmalıyorlar ve olabildiğince kaba ve cahilce cümleler kuruyorlar. bu başlangıç da değil sonuçlardan bir demet. muhtemelen daha da kötü olacak. bir şey yapısı gereği iyi ya da kötüye evrilecekse zaman içerisinde, sonuç mutlak suretle kötü olacaktır. aha da aforizmayı savurduk, şimdi markete yürüme mesafesine geçelim.

bu öptüğümün kiptaş evlerinde yangın çıkışı kapısı da var ön kapının tam aksi istikamette ve eğer onu kullanırsam yaklaşık iki yüz metre kadar daha az bir mesafe kat ederek sigaraya ulaşabilirim diye hesap edip bir kat merdiven inerek kapıya yöneldim ve panik kol diye tabir edilen uzunlamasına büyük kola asıldım ama kol aşağıya gitmeyerek karşı geldi açılma baskıma. bir daha denedim yine aynı sonuç. kilit tarafına bir baktım vida çakmışlar iki tane şerefsizler. ne güzel istanbul lan, yangın yönetmelikleri gereği yangın çıkış merdivenleri ve kapısı yapıyorsun ve muhtemelen alt katta oturan kapıcı, üsttekilerinin giriş çıkışlarından rahatsız olup kolun dil kısmına vida çakıyor ve sen bu kapıyı kullanamıyorsun. la hadi ben merdivenleri çıkıp ön kapıdan iki yüz metre fazladan yürüyerek bu durumu tolere ederim de yangın çıktığında ne yapacaksın e pezevenk? ilk işin gelip o vidaları yerinden sökmek mi olacak? hiç sanmıyorum, ardına bakmadan topukların götüne vura vura kaçacaksın ve o kapıya ihtiyaç duyacak birileri sırf senin mallığın yüzünden kullanamayacak o kapıyı. gidip yönetime şikayet etmem gerekir bu durumda değil mi? etmedim ..na koyum. sabah sabah tezgahtar haricinde kimseyle konuşmak istemediğimi fark ettim o an da nikotinsiz kalmış vücudumun tüm sinikliğine binaen. anam market denilen yerde fiyatlar coşmuş! ya da benim bile alım gücümü aşacak hale gelmişler. benim bile düşün artık. neyse ufak tefek kahvaltılık bir şeylerle geçiştirdim şöyle bir dolanıp ve su alayım dedim bir buçuk litresinden. saka su 1.75 tl, güzelpınar 0.6 kuruş. bu kadar fark olur mu lan var bu işte bir bit yeniği deyip saka'ya uzanırken homo ekonomikus yanım ağır bastı güzelpınar'ı attım poşete. hepi topu 14.5 tl tuttu ki, 10 tl'si zaten benim ucuz sigarama denk geliyor. bu arada sigara zammının da eli kulağındadır bir nisan iki bin on sekiz tarihi itibariyle buraya not düşülsün.

sigarayı yaktım eve dönüyorum, öptüğümün kiptaş'ının ufak tefek parkları var kestirme yol olarak kullandığım, onlardan birine girdim ve ilk defa orada da sigara içme yasağı tabelasının olduğunu gördüm. parkta çocuk mocuk yok ve sırf kenarından yürüyerek devlete altmış dokuz lira borçlanıyorum anında. yediğimin devleti de pek meraklıdır zaten bizlerden sürekli para tırtıklamaya derken, boş verdim tüttüre tüttüre devleti altmış dokuz lira zarara soktum anında. ve muhteşem kiptaş maymuncuklarından bir ablamızın açıp dışarıya servis ettiği müzikle bir an sersemledim. bi bakışı bana yetiyor... zalimin! sadece bunları duyabildim. şimdiye kadar hiç duymamışım iyi mi? ben arabeske karşı değilim, pop müziğe de, ama bu nasıl bir kadın sesidir allah'ım diye düşünürken eve gidince bunu bulayım diye karar verdiğim anda başka bir olay daha gerçekleşti iyi mi? iyi! site değil kurtlar vadisi tüm sezon anasını sattığımın yeri. bir abla bayrak asıyor balkonuna. özene bezene küçük bir şeyi sallandırmaya çalışıyor beşinci katta. iyi de ablam bu gün günlerden bir nisan yav, olsa olsa şaka günü olarak hatırlanan değersiz bir gün, niye sabahın on biri on biri böyle bir şey yapma ihtiyacı duydun ki diye takıldım kaldım bir müddet görüntüye. bayrak da yerinde durmuyor, kadın bıraktığı anda rüzgardan kendi kendini kapatıyor. o bile isyanlarda belki, yeter lan asmayın beni olur olmaz der gibi ama abla ısrarla düzeltiyor. zalim kimse bir bakışı yetiyor bu arada ve ben nihayet evime geliyorum. yan taraftaki kaltak bağırmıyor artık, ev pırıl pırıl olmasa da bulaşıklarım geceden yıkanmış ve ben tek başına yaşanmışlıkların hüzünlü kendine kahvaltı hazırlama olayına girişiyorum. youtube'yi açıp bir bakışın yetiyor yazıyorum ve karşıma zeynep dizdar diye birini çıkarıyor. bir bakışı anlatıyor zalimin miş orjinali meğerse, bir iki dinliyorum ve beynim helva gibi oluyor anında. sonra gözüme fularım ilişiyor, takıyorum boynuma, massive attack antistar'ı açıyorum hemen ve yazmaya başlıyorum...
ne güzel metin üstündağ "pazar sevişgenleri" tadında, "pazar sabahı sevdiğimin kiptaş'ından sigara alma hikayeleri" ile bir iki pazardır takılıyorduk ki, her şeyde olduğu gibi istikrarsızlığım yine depreşti ve her sabah sigara alma tarzım perşembe günü öğlende sigara alarak son buldu sayın çtçp müdavimleri. sabah kalktım beş tane sigara melül melül bakınıyor bana alüminyum folyo kaplı kağıdının içerisinden. her birini yarım saatte bir içsem, üzerine üşenip yatakta dizi seyretmeye devam etsem nereden baksan üç ya da dört saat daha evde tek başına takılabilirdim böylece ve hakikaten öyle oldu. pazar sabahı tek başına ağlayarak kahvaltı edenler hakkında bir şiiri vardı sanırım didem madak ablam*ızın. aramaya üşendim şimdi ama var biliyorum. neyse ben onlardan biri değilim canlarım. ailem var ama ayrı yaşıyorum sadece ve muhtemelen bir buçuk yıldır devam eden bu durum önümüzdeki aylarda yanlarına dönmemle birlikte son bulacak. burada olmadığım zamanlarda onlarla birlikte vakit geçiriyorum ve ellerinizden öper, iki tane oğlum var. dün bunlardan büyük olanı ve benden yana üvey olanı ile sorun yaşadım ancak uzatmayacağım ve kulak ardı edip devam edeceğiz hayatımıza kaldığı yerden.

şok markete yine uğradım elbette. güzelpınar su artık 0.7 lira ve saka ise 1.45 tl. günün en önemli değişimi sadece bundan ibaret değil tabi, tek kullanımlık ayda bir tane aldığım tokai çakmak 1.25 olmuş 1 liradan. çok da tın, hala fiyat ve fayda korelasyonunda bir numara şerefsiz. bu arada bana "değişik" sıfatını takmışlar sosyal medya mecralarında. hadi lan oradan diyorum buradan şimdi. gel bir çayımı iç, iki lafın belini kıralım, gör bakalım kim değişik, kim değil. sadece gündemi kıyısından köşesinden olsa bile takip etmiyorum ve benim kendi gündemim var anasını satayım. william ernest henley'den "yenilmez" i hediye edeyim buradan bu kafalara. bu gereksiz ayrıntıdan sonra gelelim bu pazara. bir nisan günü asılan bayrak hala aynı yerde asılı ve kem gözüme kurşun dökülsün ki, vallahi billahi ben bakar bakmaz yine kapadı kendini rüzgara teslim edip. bir nisan laneti adını koydum ben bu duruma, yazınca böyle oluyor işte. kurtulamıyorsun sonuna kadar yazdıklarından. sürekli aklına takılıyor, olur olmaz karşına çıkıyor. sigara yasak ilanlı çocuk parkından geçerkene bir sigara daha yakıyorsun gayri ihtiyari ve köşesini döner dönmez karşına çıkan blokta beşinci katta bir teyzenin astığını hatırladığın bayrakla yüz yüze geliyorsun. belki benim lanetim de böyle bir şeydir. küçük şeylere takılmak! bak, "bi gülüşü bana yetiyor, bi bakışı anlatıyor, zalimin suskunluğuna bakma, fırtınalar koparıyor." şarkısı aklıma geldi şimdi kafayı anında helva eden. bunca yıl alkole boşu boşuna para bayılmışız amk. aç zd anında zombisin. hindu bölgesinde yaşayan bir inek gibi mutlu mesut takıl git bir güzel. müslüman tarafında olsan, sağılacaksın, güdüleceksin, dövüleceksin ara ara ve eninde sonunda da kebap olacak löp löp etlerin. aha da arkasından bengü başladı. ablam sarılamamış doya doya niyeyse? niye lan niye? yapıştır duvara sarıl sabah kadar, seni tutan kim? bu kadar helva kıvamı yeter. aynur&morgenland chamber orchestra dinleme vakti artık. irkçı bir şarkı, kürt kızıyım, aslanız, canlıyız, erkeklerin umuduyuz bilmem ne. sanki sırf kürt kızı olarak doğmak bunlara sahip olmayı gerektiriyormuş gibi. ben de eskimo bir ibneyim ne olacak şimdi? bak değişik sıfatı burada aşka geldi! devreleri yandı puştun. yansın.

ama müzik efsane, bir darbuka solo var, her seferinde salonun ortasında apaçi dansı yaparken buluyorum kendimi dinlerken. helva birden demir leblebiye dönüşüyor. zamanında alkolden zarar görmüş tüm beyin hücrelerim çay iç ve beni de kurtar diye feryat figan ederken eski bir alkolik olarak lafın ucunu bağlıyorum yeniden. alkol dostunuz değildir ey dünyalılar. gerçek sorunlarınızla gerçekliğinizle baş edebilirsiniz, kaçarak ya da uyuşarak değil. en son ucuza aldığım etil alkolden yaptığım votkaya katacak vişne suyu bulamadığımda içine öksürük şurubu perebron katıp içtiğimde idrak ettim alkolik olduğumu ben. metil alkolden farkı kör etmiyor ya da öldürmüyor ancak vücut kimyanızı ve ağzınızın tadını kesinlikle bozuyor bu elde dursun hele şimdilik. deneyimlerinden bahsedip şunu yapın bunu yapmayın diye ahkam kesen şom ağızlı ihtiyarlardan biri olmak istemem. ben nasıl kimsenin sözünü dinlemedim, herkesin gittiği yoldan gitmedim, kendi göbek bağımı kendim kestim, herkes bu yoldan geçecek. yolu gösteremem ama kırk sekiz yıllık bir harcanmışlıktan sonra belki bir fener ışığı olabilirim bu karanlıkta.

üvey oğlumla sorunlarım var ve ne yapacağımı bulmam gerek şimdi. iyi uyuyun ölümlüler, başka sekiz nisan iki bin on sekiz olmayacak bir daha...
ismi gereksiz firmanın adı ben de saklı sevgili çalışanı, "bayram sabahı kırmızı ayakkabı almış bir kız çocuğu kadar sevinçliyim şu an..." dediğini öğrendiğim an da, hayatımın anlamının sadece küçük bir kıza kırmızı bir ayakkabı hediye etmekten ibaret olduğunu ve bunu asla sana bahsedemeyeceğimi hissediyorum. ama ben bir gün, en umulmadık bir zamanda hiç akla gelmeyen herhangi bir küçük bir kıza kırmızı bir ayakkabı hediye etmeden de ölmeyeceğim, bunu biliyorum...
günün en iyi anını denk getirmek her seferinde o kadar kolay olmuyor. diğerlerini göz önünde bulundurmam lazım ve isteklerini karşılamam gerekiyor öncelikle. bugün için planım aslında ufak oğlanı alıp nesin vakfı'na gitmekti mesela. dışarıda arkadaşlarıyla takılmayı tercih etti ancak. sabah sabah kahvaltı, ders, oyun derken eline bir lira sıkıştırıp dışarı saldım veledi. sonra kayın pederin yeni evine yaptıracağı sineklikler üzerine bir dünya oturup konuştuk, sonra ölçüleri alıp sipariş verdim, arada bir komşunun balkonunun izolasyonunu yenilenmesi gerekiyormuş, mastik aldım ve akşam altı gibi yapmaya söz verdim ve akşama halledeceğim. sonra hatunla vedalaşıp öptüğümün kiptaş'ına geri döndüm. ilişkiler biraz karışık ben de, çok da anlatmaya hevesli değilim zaten. sadece aileme yakın bir yerlerde tek başıma yaşıyorum diyelim şimdilik. günün en iyi anını yakalamak için iki saat harcadıktan sonra artık başlayabiliriz.

transa geçmek ya da ilham yok. her zaman böyle olmuyor, bazen beyninde dört nala hikayeler dolaşıyor, bazen de bir şey büyüyor büyüyor ve en sonunda dökülüyorsun. ben yazdıklarım gibi iyi bir adam değilim, ancak yazdıklarımda anlattığım kadar kötü bir hayatım da yok benim. herkes kadar hayatın içinde kimseye eyvallahı olmayacak mesafede geçinip gidiyorum bu hengamede. işim gereği sabahtan akşama kadar büyük ekran bir bilgisayarın başında oturuyorum. telefonlar geliyor sürekli ve çözüm arıyoruz müşterilerin ekranına bağlanıp. bildiğim bir iş, seviyorum da uğraşmayı ancak ne işimden ibaretim ne de diğer şeylerden. hepsinin birleştiği bir yer var ve bu benim hayatım. yalnız tüm bunlardan bağımsız bir şey daha var içimde çocukluktan beri içimde büyüttüğüm, entelektüel paralel evrenim. kimseyle paylaşamadığım sadece kelimelerin birleşirken ortaya döktüğü bir dünya. her şey var orada, isildur'un kılıcından george orwel'in "dali'den karakurbağasına bazı düşünceler" kitabından arta kalan akla gelen gelmeyen, takılan takılmayan her şey. gözlem ustası değilim ben, hayatıma hikaye kaynağı olarak da bakmıyorum, mevzularım çok karışık, çok farklı. uçuşuyorlar durmadan ve zihnime çakılıyor bazıları. duman solisti kaan tangöze'nin eski sevgilisi, ahu paşakay'ın intiharı aklımdan çıkmıyor. sanırım doksan beş yılıydı, sonra semra özal'ın puro içerken çekilmiş fotoğrafı, sadece yazı, fikir, olması da gerekmez, müzik, video, olay, gazete haberi, fotoğraf, film sahnesi gibi bir dünya ıvır zıvır birikiyor ben de. tamamen bilinçsiz bir seçimler dizisi. ne karar veriyorum ne de üzerine düşünüyorum. ilgimi çektiği yere kadar gidiyorum üzerine üzerine, sonra başka bir şey oluyor, onun peşinden sürükleniyorum. eskiden daha yoğundu bu hal, şimdilerde yaşım icabı duruldum biraz. ayrıca siyaset ve ekonomi çok ağır baskılar oluşturdu üzerimizde son yıllarda, kendimize ayıracağımız alanlar daraldıkça daralıyor ve bizi siyaset, ekonomi ve spor konuşan zombilere dönüştürüyor bu hal. her yerde her zaman, kaçıyorsun, kaçıyorsun, yine yakalanıyorsun. haliyle bir müddet yazmaya ara verdim. kulakları çınlasın issinabim "elektrik faturasını nasıl ödeyeceğini hesap eden bir adam hiçbir şey yazamaz abicim!" derdi bir zamanlar. evine icra gelmiş bir anarşisti aklına getir şöyle bir? korkunç! kaldırır sol elini oraya kadar sorun yok, ama "tek yol devrim!" diye haykıracakken daha yolun yarısında sesi kısılır, sözcükler boğazına düğümlenir ve haykıramadan indirir o sol elini.

neyse, işte durum biraz da böyle bizden yana. beyaz tavşanı izlemeye devam...
deniz sezonunu açtık çok şükür! kalan dişlerimin de çektirmek üzere selimpaşa denilen bir sahil ucubesine geldim bir yarım saat kadar önce. isim analizine göre belirlediğim canına yandığımın devletinin doktoru önce beni röntgene yolladı ardından bugün analiz yapacağım diyerek cuma sabahına randevu verdi. isim onur bu arada. akşama bırakarak yorgun argın dokturumuzun arıza çıkaracağını hissettiydim önceden ama özel sektör çalışanıyız birader, hepi topu on dört günlük yıllık iznimiz var. harca harca bitmez... bak bu üç noktaya acayip yakışıklı bir küfür yerleştirecektim az daha, ama ablam kızıyor, çektim kendimi yine kenara. kadim erkek arkadaşlarımın yanı hariç aslında ben günlük hayatımda küfür de sevmem hiç. çok bayağı ve aptalca kullanımlarından midem bulanır oldu git gide üstelik. selimpaşa sahil alabildiğine lağım kokuyor, iki gün burada soluklan geberir gidersin marmara'sından haberlerim buraya kadar. telefonla yazı yazmaya çalışmak da iğrenç bir eylemmiş bu arada...
taşındım ailemin yanına, daha çok insan, daha çok uyku, daha, daha, her şey fazla. otobüs beklerken, beklemekten şikayetçi olanlar var bu dünyada, tuhaf bir tasnif ancak bu şikayetçi abla ve abilerimizin hayatlarının her anında kendilerini değersiz hissetmek için bulabilecekleri bir nedenleri var. ( hay anneler gününüzün içine sıçayım bu arada, youtube tamam güzel bir araçsın, çok işe yarıyorsun, her videoya bir reklam sıkıştırıyorsun peki anladık verdiğin hizmetin karşılığını alma derdindesin de, kalitesiz reklam yayınlamak zorunda mısın arkadaş? on saniye önce kurt cobain, yeni video açılmadan önce ipe dizdiğimin anneler günü küçük ev aletleri pazarlama uyuz sesi. anne olmak da nasıl bir vasıfsa artık, altı üstü sevişiyorsun ve çocuk doğuyor, genetik geleceğe sarkma gereği o çocuğu büyütüyorsun, ardından cennet ayaklarının altına seriliyor. ) bak ne diyeceğimi unuttum şimdi! he şikayetçi olanlar ve bekleyenler ayrımındaydım şu siktimin vestel'inin reklamı beynimi dağıtmadan evvel. bu şikayetçi kısmı arızalı değil, sadece mutsuz ve değersiz hissediyorlar kendilerini bir müddet. söylenmenin otobüsün gelmesine gram etkisi yok öncelikle, izafiyet kuramı gereği sıkıntıyla geçirilen on beş dakika ile amy winehouse dinleyerek harcanan on beş dakikanın saniye sayısı birbiriyle aynı iken hissedilen süre birbirlerinden farklı. biz bunlara bir isim bulalım buradan. sıkılgan, gereksiz, durumsuz, sıradan, evet albert'in çaresizleri dedim gitti. aç mensupları hayatın gidişatı içerisinde kendi düzenlerinin devam etmesi isteğinden ve bunun sürekli yinelenmesiyle kafayı bozmuşlar. öyle bir dünya yok halbuki. aç umutsuzca akıntıya karşı yüzmeye çalışıyor. (bu arada youtube şikayeti de bu tasnife giriyor sanıyorum, ama bir değil beş değil, her seferinde dap yapı kıçımın kenarı konakları, anneni sevindir ikizlere takke al temalı reklam.) lan ben de albert'in çaresiziyim ya la! sadece otobüs beklerken şikayet etmiyorum ama kapitalizm ve iktidardan yana kullanıyorum şikayet etme potansiyelimi. vay arkadaş nereden nereye geldik sabah sabah. dur ben bunun üzerine biraz daha düşüneyim, sonra yazıya dökerim eğer canım çekerse...
motorsiklete ilk bindiğim anın dakikasında kendimi yerde bulmuştum. bisiklet tecrübesini uzun yıllar evvel geride bıraktıktan sonra moblete bile binmeden eşek kadar suzuki gnr 250'ye binersen olacağı bu. on beş gün kadar boş bir arsada eğitim aldıktan sonra trafiğe ilk çıkışımda yine düştüm. maltepe gibi trafiğin keşmekeş olduğu bir yerde dolmuşun arkasında mesafeyi azcık daraltarak seyredersen ve dolmuş sinyal minyal hikaye yolcu almak için zınk diye önünde frene basarsa, sen de frene sertçe asılırsın ve motor altından kayar, göbeğin anında güneşe doğru çevrilir. o da ufak kaza sayılır yine de, bir kaç çizik ve kopan fren koluyla atlatırsın vartayı.

üçüncüsü en ciddi olanıydı ve serçe parmağımın kırıldığına şantiyenin doktoru dahil kimse inanmadığından bir müddet sonra kendi kendine kaynadı ve öylece eğri kaldı. koğuşta elli bir oynarken gece saat on gibi abilerin canı lahmacun çekti. şantiyenin hemen alt tarafında kalan yolun sonunda petrol istasyonunu içerisinde hacıoğlu lahmacun mevcut. bu oğullar meşhur mu meşhur, kebabçı, lahmacuncu, baklacı kısmı oğullarını çok seviyorlar anlaşılan. bozanın vefa'sı var, bazılarının da babası, emmisi, dayı oğlusu mevcut. peynirci baba, dürümcü emmi gibi. muhittin'in yeri, bacanaklar bilardo salonu da araya benden, çeşni niyetine...

neyse atladım motora, gittim hacıbaba'ya. kurumsal firma. dana ve un iki ayrı kapıdan giriyor ardından tek tip lahmacun olarak makinadan çıkıveriyor iki dakikada. bir sürü genç kızı da komik şapkalar ve renkli tişörtlerle ortalıkta gezindiriyorlar. içeri girer girmez şöyle kelamlarla karşılanabiliyorsunuz;

"beş peymacun, üç ayran, bir kola lütfen!

"hemen geliyor lütfen!"

"beş lira sekiz kuruş lütfen!"

"teşekkür ederim lütfen!"

garip bir memleket, ne oluyor lan burada oluyorsunuz anında. "buyrun lütfen!" lütfede lütfede, al gülüm ver gülüm ticaret dönüyor da dönüyor canına yandığımın. neyse paketi alıp bir an önce çıkayım lütfen diyorum, iyi akşamlar lütfen diyorlar arkamdan. seni akıl edip bu çocukların diline dolayanın anannesini lütfen diye söylene söylene paketi motoron arkasına lastikle bağlıyorum bir güzel.

carrefoursa park, bitmek üzere ve meğer o gün asfalt döktürmüş sabancı amcam ama giderken sorunsuz olan yolun dönüş kısmı henüz bitmemiş ve mıcırla asfalt dökülmeden evvel altını beslemişler. uyarı levhası tabiki yok. burası türkiye yok öyle. ben sabah dökülmüş yeni asfaltın da altımda tereyağı gibi kayması sonucu ve az sonra yiyeceğim lütfen soslu lahmacunların kokusu burnumdayken hala, az biraz daha gaza bastım iyi mi. ve düşük banketli mıcır dökülü yolu son üç metre kala fark ettim. tecrübeli bir motorcu olarak frene asılmadım hemen, gazı yavaşça keserek freni hafifçe yokladım ama o hızla on santim kadar aşağı da kalan mıcıra dalınca motorun feleği şaştı ve ondan sonrasını hatılamıyorum çok şükür. serçe parmak eğri kaldı elbette ve bacağımın pek çok yerinde çiziklerden dolayı iz kaldı. iki kutu kola patlamıştı ama lahmacunları afiyetle yedik o akşam. yaklaşık üç ay kadar geçmedi yaralarım. bir de bayılmışım düştüğümde, şantiyenin güvenlikçileri gelip kaldırdılar sağ olsunlar. sağlık memuru oda arkadaşım kulakları çınlasın şimdilerde kadıköy'de eczacı, çok uğraştı ağrılarımı dindirebilmek için. tendürdiyot kokusunu alır almaz bir de revirde bayılmıştım iyi mi. iyi!

sonrasında on yıl kadar kullanmaya devam ettim model küçülte küçülte. en son otomatik vites 125'lik scooter'a kadar düştüm ve bıraktım.
/
tümünü göster