geleneksel sonbahar kış depresyon şenliklerine üçüncü sıradan giriş yaptım bu sene, yükseliş devam ediyor, ipi göğüsleyeceğime inanıyorum. kararıyorum bir güzel ve dokunduğum, konuştuğum her şeye, herkese bulaşıyor. dünyadan mı bana akıyor, benden mi dünyaya belli değil. herkes bir diğerinin ötekisi, her ötekinin cehennemi öbürü. sartre kendinin de diğerlerine başkası olduğunu varsaymış mıydı acaba? neyse derdimiz o değil, tamamiyle dopamin. bu dopamin denilen zıkkım, her alışkanlığın yuvası. kendi kendine var olan bu şey, salgı diyen de var farklı farklı adlandıran da var, her ne naneyse işte, bir kere zevk alabileceği bir terane bulmasın, onu arıyor sürekli. beynin kodlamasında var olan genetik yapı icabı o şeyden alınan hazzı hafızasına kazıyor ve alışkanlık edinilen şeyin gereksinimini hissettiriyor yoksunluk anında. artık siz bir sigara içicisiniz, alkoliksiniz, seks bağımlısınız, internet tutkunusunuz, ya da aklınıza ne gelirse o şeyin bağımlısısınız. doğal yollardan salınan dopamin etken madde sayesinde onsuz var olunamaz hale geldiğinde sürekli o şeyin yaptığı etkiyi hissetmek istiyorsunuz ve doz aşımına giderek sınırları zorluyorsunuz. bukowski ve bende de bu alkol, ne inkar edeceğim anasını satayım. hayatıma anlam katıyor veya katlanılır kılıyor. suçu başkasına atmıyorum ya da sıyrılmaya çalışmıyorum, malumunuz üzere hiç kimseye kendimi beğendirme ve yaranma çabam bulunmamakta. ben bundan ibaretim, o kadar. freddie, canımın içi de böyleydi sağ olsun. üzerine giydirilen elbiseyi yırtarak kendi kıyafetini kendi dikti. birileri yapar, diğerleri ise sadece kabul etmek zorunda kalır. kedilerine şarkı ithaf eden bir adamdan bahsediyoruz. bizimkisi kendisini hayran hayran seyretmekten ibaret. bir başka olay da bu. bazıları ışıldar diğerleri de seyreder. dopamin'in amına koyum. sövdüm rahatladım şükürler olsun uçan spagetti canavarına. ablam face'de ne aşırıya kaçtığım zamanlar uyarır beni, hatta bir ara engelledi iyi mi? hesapta muhalif olduğumdan dolayı beni iktidar tarafından zarar görmememi sağlayacak. la iktidar denilen lüzumsuz beni bile hapise atacaksa, yeterince bitmiş aşamaya kendiliğinden gelmiş demektir. dur! siyasetine sıçtığımın ülkesine bulaşmayacağıma söz verdiydim kendi kendime. yoksa ya kanser ya da verem olacağım ve hayatını organize etmem gereken iki cevo var daha elimde. çağrışımlar tanrısının çizgili pijaması tamamen bundan ibaret sevgilim. ipe sapa gelmez düşünceler evreninde birbirlerine bağlanan gereksizlikler bileşkesi. ben şarap içeceğim bu akşam, sevişin ölümlüler, hayat çok kısa...
"beni çözemezsin hemşire! sınıflayamazsın, etiketleyemezsin, kelimelerle tarif edemezsin... yüklediğin her anlam benden farklı olma ihtimaliyle birlikte doğar. üç sene sonra tibet'de kimsenin adını bilmediği bir tarikata girip kapı dibi süpürebilirim ya da çorum'da dağlara tırmanırken ayağımı kırabilirim. tek bir cümleyle hayatımı, düşüncelerimi değiştirebilme yeteneğine sahip olmak üzere yetiştirildim ben. dinim, milliyetim ve ismim haricinde geri kalan ne varsa değişim içerisindedir ezcümle..."

dini ve milliyeti de siktir et, geriye sadece isim kaldı elimizde!

yazı yazmakta ki amaç beni sevsinler türünden ucuz hesaplar çarkına hapsolursa gerisinde yazı haricinde her şey vardır ve bir tür zevzeklenme ve tekrarlanma halinden ibarettir kendisi sadece. sebep ne? insan neden kendini ifşa etmeye heveslenmiş kalemle? ve ne kadar gizlenebilir kelimelerle? baştan kestirip atalım o halde hiçbir şekilde gizlenemez, benim inancım bu yönde. kıyafet gibidir kelimeler, her ayrıntı bir işaret, her harf bir karakter özelliğine imza. bilim kurgu da yazsan, günlük tutup en derinlerinde de gezinsen fark etmez. kurduğun cümleler sana ait olmaktan çıkmaz senden sonra, duvarına astığın resmindir kelimelerin. demek ki dış dünya ile kurduğumuz ilişki evrenin de kendini yeterince ifade edememek gibi bir sıkıntımızın olduğu akla gelebilir ikinci soruyu düşündüğümüzde. benim kesinlikle var, bunun yıllardır ayrımındayım zaten. sebep sorusu çok kişisel, ayrıntılı ve benim bulduğum tek cevap içten dışa, dışarının etkisiyle...

insan daha mı hoş görünür yazdığı zaman? bu bir zorundalık mıdır sonra? hey sevgi doluyum, insanları seviyorum, bugün insanlık adına büyük bir insan namına küçük bir adım attım, aç bir sokak köpeğini doyurdum, en iyi benim, elli kitabım yayınlandı, sekizi çok sattı, ne kadar da eli öpülesiyim, karımı ve ülkemi acayip seviyorum, vesaire vesaire...

mert insan dünyanın bir ucunda olsun ve tek bir sözü ve hatta söze de gerek yok, resmi bile yeter öper başımın üstünde gezdiririm. şimdi bu cümleyi biraz irdeleyelim. aslında bu fikir yazarken aklımda yoktu, yazdıktan sonra içime doğdu. ilk tesbit; kendimin mert bir insan olduğu izlenimini verdi gizlice. ikincisi; içinde var olduğum hayatın beni mert insanlara özlem duymak zorundalığına işaret etti. üçüncüsü; gerçekte yaklayamadığımı farklı yollarla telafi etmem gerektiğini söyletti. bunlar cümlenin kurucusu benim çözümlemelerim ama hayır uzlaşamayız yine de, konu konuyu açar, fikir fikri doğurur ve kaybolup gideriz arkasından. şairleri kıskanıyorum bu yüzden. anlaşılmasalar bile var bir hikmeti deniyor arkalarından. ya da içimdeki yangını bu kelimelerle ifade ettim falan deyip sıyrılıyorlar aradan. fakat bu bir zaaf değil elbette, sadece açıklama yapmak zorunda değiller yazdıklarına dair. bir benzetme hatırlarım lise çağı edebiyat derslerinden, şiiri açıklamaya çalışmak bülbülü eti için feda etmeye benzer. güzel ifade, her ne kadar çok inanmasam da. biz de öyle değil. her kelimenin hakkını vere vere, güle oynaya, yere sere sere, atlayıp zıplayarak, sile sile üzerinde durmamız icap eder.

bir yanda sakız çiğneyerek bacak bacak üstüne atmış bir orospunun yanında oturan van gogh'un durumu ne ise bizim de öylesi acınası türden bir halimiz vardır. adam resim sanatının tarihini değiştiriyor, neredeyse her hücresiyle resim yapıyor ama kulaklarını çok seven bir kadına verebileceği hiçbir şeyi yok kendi kulağından başka. sonra tutup sargılı haliyle onun da resmini yapıyor. işte fark kesinlikle bu! resimle oynaşmıyor, resme hapsolmuyor, resme gizlenmeye çalışmıyor, resimle uğraşmıyor, ilgilenmiyor bile. resim oluyor, resme dönüşüyor kendiliğinden.

ve fark sadece bundan ibaret ciğerim. yazı yazmak ile yazıya dönüşme arasındaki uzun çizgi...
cumartesi benim günüm! geri kalan günleri işime ve aileme harcıyorum, müşterilerin ve patronumun memnun edilmesi gerekiyor, her gün lanet olası bir dünya tuhaf insanın doluştuğu bir minibüste bir saat geçirmem gerekiyor zorunlu olarak. atlaya zıplaya alış veriş yapmam ve gelir gider dengemi korumam lazım sonra, çocuklara ekmek, giysi ve kırtasiye gibi zorunlu ihtiyaçlarını karşılamam, yetmedi bire bir ilgilenmem ve gerekirse bir iki saat animasyon film izlemem olmazsa olmazlarım. ben baba figürüyle büyümedim. babam canı sağ olsun altı kişilik kadrosunu yetiştirmek ve doyurmak adına çok çalışırdı ve geri kalan her şeyi rahmetli annem hallederdi. yapmamamız gerekenleri öğrendiğimiz bir aile yapısı diyelim ve kurbağaları ürkütmeden köprüden geçelim en iyisi. her neyse bugün cumartesi ve linkedin'de profil resmimi beğenmeyerek müdürüme şikayet eden alman patronumun anne annesine hatırı sayılır selamlarımı göndererek bu konunun ucunu bağlayalım. figür, banksy değerlimizin isa'yı elinde alışveriş poşetleriyle çarmıha gerdiği grafitisinden ibaret bu arada. linkedin gibi kariyer böcüklerinin arzı endam ettiği bir platformda kendimce kapitalizme gönderdiğim sevgi gösterisinden ibaret durum. patronum beni izlemeye almış her nedense? sonra da profil resmimden rahatsızlık duymuş iyi mi? lavuğa bak hele, lan ben senin sosis ve bira menşeili tombiş yanaklı vesikalık resminden daha bir rahatsız oluyorum ama bu senin dangalakça tercihin, karışmaya ne hakkım var diyorum en azından. önce dedim şuraya yine banksy abimizden sırtını izleyenlere dönmüş manzaraya bakan hitler görselini koyayım diye düşündüm. ama anlamaz ki dallama, onun hitler olduğunu dümdüz alman kafasına sokmak için bıyık ve saç olmalı en azından. komple kapattım linkedin'i. tüm sosyal paylaşımlaşım sitelerinden çalıştığım firmanın ismini sildim ve engelledim. hepimiz yıldız tozuyuz, yemişim sizin katolik imaj kaygısını. insan ekmek yediği tekneye asla işememeli, ekmek teknesi de ekmeğini tedarik eden emekçilere saygı duymalı olayımız sadece bu. cumartesi cumartesi nereden takıldım lan ben konuya? içime oturmuş demek ki! neyse bugün benim küçük cevo'nun bilim sergisi günüymüş. günlerdir ne hazırlayalım diye düşünüp dururken benim hatunun bir zamanlar ilgilendiği geri dönüşüm malzemeleri aklıma geldi. poşetlerden yapılmış torbalar, açma halkalarından cüzdan, çanta, kemer vesaire, eski kot pantolonlarından bezler mezler derken gittik sıpayla standımızı oluşturduk. hatunların dibi düştü tabi, fotoğraflarını çektiler, ilgiyle incelediler falan filan derken sıpayı goralı tost ve icetea şeftaliyle ödüllendirip geri döndük. dedesine teslim ettim sonra aldı çatalca'ya gittiler. sonra alışverişe gittim, üç market alışverişinden tek kuruş poşet parası ödemeden yani yetmiş beş kuruş kara geçerek kurtuldum iyi mi? ne güzel memleket lan durduk yere bir nane çıkarıyorlar ve sen o naneyi kullanmayarak kar ediyorsun durduk yer. bunu kutlayayım dedim ve haftalık şarap ve bira istihakımı yüklenerek eve geldim. mutfaktayım şimdi, hatun ve küçük oğlan yok, büyüğe kahvaltı hazırladım yatağına götürdüm, bunu sana karın bile yapmaz diyerek servis ettim. önce biraz arabesk takılayım dedim sarmadı, şimdi sevgili ışığım fredie ile birlikteyim. düşük profil bir zamanlar itaat et rahat et demişti, itaat etme rahatsız et diyorum ben de. tek bir hayatım var gelip gidip bu çapsızların dönemine denk geldim, ne mutlu edeceğim hırboları, onlar benim varlığımdan rahatsız olsunlar amına koyum. hayatım boyunca çalıştım ve vergimi kuruşu kuruşuna ödüyorum alıp alabildiğim hizmet ne? hastahaneler bedava ama özele gitmek zorunda kalıp elli lira muayene ücreti ödüyorum, eğitim ücretsiz ama o kadar kalitesiz ve öğretmenleri o kadar vasıfsız ki aile desteğiyle ufaklığı özel okula gönderiyorum, ne güzel istanbul valla. çekerim emaneti sikerim adaleti! sauron dikkatli olmalı, beşinci günün şafağı var daha. bu arada fredie döktürüyor arkadaş. yeni yıla virüs kaparak girdim. dahiliye doktorumun dediğine göre soğuk algınlığı diye bir şey yokmuş, soğuk havalar nedeniyle daha fazla kapalı ortamlarda takılmak zorundalığı varmış ve ister istemez birbirlerimize hastalık bulaştırıyormuşuz. iki iş günü rapor yazdı geçen hafta, cumartesi pazarı da ekle dört gün yattım ve kendimi yüzüklerin efendisi ve hobbit serilerinin uzun versiyonlarını seyrederken buldum iyi mi? en kısası üç buçuk saat süren altı film ile içim dışım ork, uruk-hai ve goblin dolup taştı iyi mi? j.r.r. tolkien'in askerleriz, g.r.r martin para sayma makinesi ile mutlu olabilir, biz elfçe öğreniyoruz...
hiç sevmem tanımadıklarım ile herhangi bir şekilde temas kurmayı, adres bile sormam, saçma sapan insanlarla muhatab olma olasığı o kadar yüksektir ki, rica etme veya istekte bulunma zorundalığı beni yerin dibine sokar, var oluşumdan bezdirir, insanlığımdan utandırır. ama bu puşt ifşayı hak ediyor artık! şu an benim ufak cevoyla birlikte sivas'a giden bir otobüsteyiz ve en sevmediğim şeyle, yani dokunmatik klavyeyle cep telefonunda yazı yazmakla meşgulum. saat ikiye yirmi var ve sanırım bir saat kadar uyudum az önce. sakarya terminaline gelmişiz bu arada. puşt hemen yanımızdaki tekli koltukta oturuyor ve saat on buçuktan beri telefonda birileriyle konuşuyor. ilk arkadaşının adı dallamanın önde gideni muhammetti, şimdiki lavukların piri göktuğ. bir de orospu berna var bunların evine gelip giden, bizimkinin berna'ya bir kedi uzanamadığı ciğere mundar dermiş türünden ilişkisi var anladığım kadarıyla. kıza mezhebi geniş bile dedi, muhammede sürekli berna'dan bahsetti, şimdi göktuğ'a da muhammedi anlatıyor. dur yav bu geri zekalı evrende en masum olanın berna ya, geri alıyorum orospu sıfatını ve kendisinden özür diliyorum. ama zaten ben burada bir durumu irdeliyorum ve bir gereksizin kirlettiği kulaklarımdan kalanları temize çekiyorum. neyse bir de çayan var ev arkadaşları ama ona dair ailesinin solcu olma ihtimalinden başka elimde bir şey yok. ilerleyen dakikalarda öğreneceğimi umuyorum. gece yarısı on iki gibi puştu uyardım "kardeş rica etsem..." dedim, eyvallah abi dedi, yavaş konuşmaya başladı ama şimdi kalktım hala telefon kulağında pezevengin. benim dolmuşta telefonla konuşan kadın sendromum vardı şu ana kadar, o ablaların saygı ve sevgiyle ellerinden öpüyor ve huzurlarından ayrılıyorum. kıvırcık saçı ve kirli sakalıyla yozgat'a giden bu gevşek efsane olma yolunda ilerliyor. ne yapalım kalkıp kafayı telefonuna gömüp kulağına küpe niyetine monte edemeyeceğimize göre yanında oturup gereksiz yüzlerce kelimeyi dokuna dokuna yan yana diziyoruz gece gece... saat sıfır iki elli itibariyle denyo alperenle konuşma sona erdi. ulan erkeğin gevezesi de hiç çekilmez derlerdi de inanmazdım, ama insan insanın kurdudur birader. uykuyu haram ettin bana pikaçu, ben de seni sana haram ediyorum, zihnimde dört saatten fazla toplu taşıma aracında telefonda konuşan oksijen israfı olarak var olacaksın bundan böyle!
rutine bağladık hayatı seyredip geçiyoruz yavaştan. ülke gündemi her zamanki ülke gündemi, yetmiş bin yıllık homo sapiens uzanımında bizim de payımıza bu talihsizlik düştü sevgilim. oluşumunu tamamlayarak amino aside dönüşen o gariban tek hücre senin yatacak yerin yok lan öptüğümün gereksizi. gelip gidip yaşadığımız hayata bak, ayağa kalk ceketini ilikle üstüne çay demle. hintli bir ergenus arkadaşımız kendi rızası dışında doğumuna sebep oldukları için ebeveynlerine dava açmış duyduğumuza göre, ben annemi severim, böyle yamuk işlerle yormam rahmetliyi de, ama var oluşumuzun kızışmış iki insanın yataklarında gerçekleştirdiği eylemler sonucu var olması size de bir tuhaf gelmiyor mu? olaya iyi yönünden bakalım acdc üyeleri de bu yolla dünyaya gelmişler. kadim öğretilere göre var olmak için yaratıldığın gerçeği arayıp ona uygun yaşayarak kendimizi ortaya koymalıymışız. bir prens bir savaş sırasında arkadaşları ve sevdikleri bir kaç kişiyi karşı safta gördüğünde kendi ile bir iç hesaplaşmaya girer. nasıl bir hesaplaşmaysa artık son bulduğunda bir prens olarak doğduğunu ve bir prens gibi davranması gerektiği sonucuna ulaşır ve tüm düşmanlarını kılıçtan geçirir. hintliler bayılmış bu hikayeye. bu arada hint deyince şöyle bir duracaksın, az buz bir medeniyet değil. oh my ganesha! adamların tanrılarını ve inançlarını saymaya kalkmaya kimsenin gücü yetmez. her neyse bu öğretiye göre, işini iyi yapan bir çamaşırcı kadın, çamaşırcı bir kadın olarak yaratıldığını hissedip içinde onu yaşattığı sürece ne menem bir kral olduğunu asla algılayamamış bir kraldan daha başarılıymış hayat çizgisinde. vay anasını sattığımın öğretisine bak hele, neysen o ol derken, doğduğun kastta kaderinle yaşa ve haline şükret diyor diğer bir yandan. her dinde var bu öğreti. şükret! niye lan? senden daha kötüler var, iyi de niye ben şükrediyorum arkadaş, yirmi yedi en zengin kişi dünyanın yarısından daha zengin. onların tanrı'nın seçkin kulları da biz havva'nın piçleri miyiz? yok senden daha fakirler var, açlar, evsizler, vatansızlar, kimliksizler, sen onlara bakıp, maaşın, yiyecek ekmeğin ve başını sokacak bir damın, yatabilecek bir yatağın olduğu için şükranla dolmalısın? e bu sevdiğimin tanrısı, bizim başımıza bunca çorap öreceğine dünya dizaynını daha adil ve eşit kılsaydı ya diyebilmemiz gerekiyor en azından. enpa diye bir nane var bizim buralarda. her yer cemaat ve tarikat kaynıyor malum. bunların sloganı, ebedi nizam, dünyaya nizam. enpa anladığım kadarıyla ebedi nizam partisi anlamına geliyor. henüz parti olacak olgunluğa erişmişler mi bilmiyorum ama varlar ve gençleri sarık takıp her boş buldukları her duvara enpa yazıyorlar. lan en saf haliyle allah'ın nizamını beğenmiyor puştlar, değiştireceklermiş. hayallerindeki dünya nizamı herkesin müslüman olduğu bir dünya. korkunç! bir kere o sarık ve kara çarşaf denilen şey beynin yüzde otuzunu kafadan süpürüyor benim gözlemime göre. bir insan kendine neden böyle bir şeyi nasıl reva görebilir? mazoşizm ile açıklanması bile mümkün değil. bunu kendine yapan bir insan kim bilir diğerlerine neler yapar? çok mu fantastik? aç iran devrimini, git suudi arabistan'a, çek elini işid'e oradan uzan afganistan'a. lan benim ne işim var bunlarla arkadaş? zehirlendim ben doz doz, yavaş yavaş zihnimi işgal ettiler, siz kaçın en azından. matriks hepimizi ele geçiriyor dostlarım ve her birimiz ajan smith'in iğrenç benine (siğil de olur ne dersen de artık) dönüşüyoruz adım adım. içimize işliyor, kaçamıyoruz, ateist oluyoruz yine yok, nihilist oluyoruz gene aynı. elektrik faturasını düzenli ödeyen anarşist mi olur arkadaş? olma da gör, kesilince çalışmayan kombiden dolayı hastalanacak küçük oğlundan sorumlusun bir kere. her şey ne kadar da zor. ne ağız tadıyla küfredebiliyoruz ne de kahkahalarla gülebiliyoruz artık...

mia culpa!

saygıyla brecht.

madem iyisin

anladık iyisin,
ama neye yarıyor iyiliğin.

seni kimse satın alamaz,
eve düşen yıldırım da
satın alınmaz.
anladık dediğin dedik,
ama dediğin ne?
doğrusun, söylersin düşündüğünü,
ama düşündüğün ne?
yüreklisin,
kime karşı?
akıllısın,
yararı kime?
gözetmezsin kendi çıkarını,
peki gözettiğin kimin ki?
dostluğuna diyecek yok ya,
dostların kimler?

şimdi bizi iyi dinle:
düşmanımızsın sen bizim
dikeceğiz seni bir duvarın dibine
ama madem bir sürü iyi yönün var
dikeceğiz seni iyi bir duvarın dibine
iyi tüfeklerden çıkan
iyi kurşunlarla vuracağız seni.
sonra da gömeceğiz
iyi bir kürekle
iyi bir toprağa.
aslında paylaşmak istediğim brecht şiiri bu değildi. uzun yıllar evvel muhafazakar bir sözlük kanalından ayrılmama sebep olan hitler hakkındaki şiirini arıyordum ama bulamadım. yazılarım arasında var ama gmail uzun uğraşlar sonunda bir kısmını arşivleyip saklayabildiğim yazı dosyamı açmak istediğimde kıllık yapıp outlook hesabı oluşturduğumda yazılarımı gösterebileceğini iddia ediyor. şiir yüzde doksan aklımda ama ben alıntı yaparken noktasına kadar dikkat eden hassas bir ruha sahibim. aşağı yukarı şöyle bir şeydi bulamadığıma göre;

öldüğüne sevinmeyin dostlarım
çünkü onu doğuran fahişe
yine kızıştı

faşizm herhangibiri değildir, komşunuz değildir, diğeri değildir ve insan var olduğu sürece az ya da çok var olacağını varsayacağımız lanet ideolijilerden sadece bir tanesidir. ve komşunuz faşist fikirlere sahip olabilir, biri ona inanabilir, diğerleri top yekun faşizme hizmet edebilir ve bu durumda kendinizi ikinci dünya savaşı sıralarında berlin'de yaşayan yahudi bir berber gibi hissedebilirsiniz. faşizm ancak ve ancak tüm insanlığın zihninde lanetlendiğinde ortadan kalkacaktır. tıpkı kölelik gibi. daha yakın zamana kadar varlığını sürdürüyordu şimdi kapitalizm onu ehlileştirdi ve farklı bir yöntemle kölelik düzenini meşru yollardan sürdürüyor. bin dokuz yüz altmışlarda otelin havuzuna sırf siyahi insanlar girdi diye asit döken bir otel müdürü vardı amerika birleşik aletlerinde, berlin'de hala ırkçılar var mesala. fahişe sürekli kızışıyor ve sürekli yeni nitelikler kazanıyor faşistler. en yaygın olanı kendine faşist dedirtmeden uygulanan faşizm. sıradan her insanda önüne gelen her yerde rastlayabilirsin. homofobi gibidir, kendiliğinden vardır ve toplum değer yargılarına göre onaylanmıştır. geçen hafta sevgililer gününü ihya ettik tüm dünyayla beraber. ben evli olduğum için sevgililer günü bana bir şey ifade etmiyor gibi bayat esprilerle olaya dalmayacağım. zaten evliliğim sallantıda, sadece idare ediyor iken farklı bir yaklaşımdan bakıyorum ben artık sevgililer gününe. anlatılan destansı hikaye ve kahramanlarına lafım yok. roma dönemi sevgilileri gizlice evlendiren hristiyan papaz romalı paganlarca idam edilir. ben sevişmek için devletten ya da dinden izin almam gerektiği fikrine de sıcak bakmıyorum öncelikle. çocuklar hariç tutulmak üzere, yetişkin her birey cinsel ya da değil her eyleminde sadece kendi vicdanına ya da iç sesine kulak verir. seçimi yanlış olsa da, ya da eyleminden pişman olsa da bu sadece kendi özgür iradesini ilgilendirir. sevgililer günü bir yandan güzel bir fikir, mevzuyu bir güne sınırlamak ya da her gün sevmeli gibi bir sığ yaklaşımım da yok. hadi lan oradan her gün seviyormuş, he canım biz de yedik. ben kendimi bile sevemiyorum her gün? fırsat işte, kullan, birlikte yemeğe çıkın, şarap için, sevişin. kimse diğer günlerde bunları yapmayın demiyor zaten. benim takıldığım husus kapitalizmin günü dönüştürmesi. karl marx "katı olan her şey buharlaşır!" der. kapitalizm bir ideolojidir sadece ve kabul gördüğü sürece varlığını sürdürecek, esneyecek, değişecek, gelişecek, yeni yol ve yöntemler öğrenecek, deneyecek ve bundan asla vazgeçmeyecek. ve bunu en büyük karşı görüşün sahibi, tanrısı, anti kapitalizimin her şeyi karl marx'tan öğrenecek. benim çingene dostlarımın en sevdiği günlerdendir sevgililer günü. normalde yaptıkları hasılatı ikiye üçe katlarlar o gün ama asıl ezilenler çiçek sektöründe çalışan emekçilerdir. tarlasında çalışanından tutun satış elemanına kadar patronu olmadıkları işin çalışanlarından bahsediyorum. çingeneler kendi işlerinin patronu olduklarından tuzları kuru ama çiçek sektörünün emekçileri bu günden nefret ediyor olmalı. aldıkları maaşta gram oynama olmazken normalde yaptıkları işin iki üç katı çalışıyorlar o gün. ve patron domuzunun cepleri dolarken onlar hala bir işleri olduğu için şükretmeli diğer yandan. bu düzen değişmeyecek biliyorum, yapabileceğimiz çok az şey var, çiçek alsan sisteme destek, almasan hiçbir tesiri yok, böyle devam edip gideceğiz mecburen. kölelik düzeni değişimi işte burada devreye giriyor. artık modern köleler olarak hayata devam ediyoruz. şimdi elde ettiğimiz kazanımların pek çoğu karl marx abimize borçlu olduğumuzu da ifade edilim. çalışma saatlerinin insani düzeylerde ayarlanmasından tutun çalışma koşullarının ve işçi haklarının hemen hemen tüm ülkelerde korunmasına kadar tüm evrensel kazanımlarda emeği var canı sağolacasanın. asgari ücretle çalışan muhafazakar bir zavallının, ki bu milyarlarca yıllık var oluş hikayesinin zaval köyü mensubu olur kendisi, sırf beyin kıvrımları yeterince evrimleşemediği için sabahtan akşama karl marx'a küfredebilir ancak evine götürebildiği o ekmeğin bir miktarını onun görüşleri sayesinde elde ettiğinin farkında olmasını da beklemiyoruz öte yandan biz reel hayatta. zaten türkiye matrix ve zion arasına sıkışmış bir durumda, matrix'e teslim olanlar sonuna kadar sistemi savunacaklar, zion'a sıkışmış olanlar sürekli mücadele edecekler ve bu devran böyle sürüp gidecek bir müddet daha. kurtuluş yok biliyorum, zion'da yaşadığını iddia edenler, çok da hür değiller farkındayım ama en azından vicdanımız hala var. et, kemik, salya, sümükten farkımız olmalı bir yerde. yaşadığımı kanıtlamam gerekiyor, ayaklarımın üstünde durduğumu, özgür düşenebildiğimi hissetmem gerekiyor, ota boka yaramayan, elle tutulur beş para etmeyen bir hayata mahkum olduğumun fakındayım ama dokunabildiğim birkaç şeye anlam katabileceğim yetisine sahip olduğumu bilmem gerekiyor.

huzurlarınızdan sahip oldukları muhafazakar ahlakın kendi hayatlarını cehenneme dönüştürürken, diğerlerini de topluca cehenneme gömecek fikirlerinin içine işeyerek ayrılıyorum, ayrı kalın, aşk hepimizi çarpacak eninde sonunda…

orjinal şiir;

"yenildi diye sevinmeyin ey insanlar.
çünkü dünya karşısına dikilip piçi durdurmuş olsa da,
onu doğuran fahişe yine kızıştı…"
yazmalıyım, inanmadığım tanrıya, inanmadığım ölümsüz dünyasına and olsun ki yazmalıyım! iran'lı bir meslektaşım var, gayet doğal sebeplerden dolayı ateist. onlar ölünce cennete gideceklerini umuyor, biz ne yapacağız dedi bana bugün. hiçbir şey, bizim için hayat önemli ve hayata katabildiklerimiz, gerisi sadece hiç, inan bana bundan daha kötüsü olamaz dedim. keşke reankarnasyon olsaydı dedi, inançsız olmanın kaderi de bu dostum, ama ben geleceğe sadece çocuklarımla sarkmayı kabullendim, ve geri kalan her şeyin de ebesinin amına kadar yolu var diyemedim tabi. kimbilir belki de vardır dedim sadece. istanbul'un lanetlerinden halkalı'ya yolumuz düştü geçen hafta. ağaçlar bile sevimsiz anasını sattığımın yerinde. zaten sadece göstermelik figür niyetine varlar orası öylede, bunlar kendiliğinden güzellik yaymayı bırakmışlar sanki. ağaç lan bildiğin insana iç açıcı gelen şey, yeşil, kışın yapraksız, sevimli yani, balkonundan görmek isteyeceğin manzara işte. yok arkadaş sanki mordor'un karanlık dünyası, insanını geçtim, gerçekten ultra sevimsiz bir yer, de ağaç da mı varlığından bu kadar nefret eder arkadaş? belki de kış sonrası yağmur mevsimi böyle hissediyorumdur ancak bastığı yerde ot bitmeyen türk'ten sakınan avrupalının bir bildiği varmış demekki diyerek geçiştirelim bu konuyu. halkalı'nın en güzel tarafı oradan ayrılarak metrobüse binmek olmalı, en kısa sürede uzaklaşmak için. ama bu o kadar kolay değil dostlarım. öncelikle sefaköy denilen trafik sıkışıklığı azabından geçmeniz gerekiyor. içinden geçerken sefasını geçtin köyünü eşşekler kovalasın diyebilirsiniz o size kalsın. ama mardin'de sefa tepeleri diye bir mezra var, harbiden ceviz ağaçlarının altında sefasını sürebileceğiniz bir yer ama yasaklı, sadece asker ve teröristler girebiliyorlar oraya. eskiden öyleydi, şimdi de öyledir. bitmeyen kürt halayı diye bir şey var, üç gün önce bıraktığınız yerde devam eden, öyle bir şeydir, hep devam eder. neyse bu halkalı denilen çukurda bir de yeni ürün tanzim satış noktaları var ve durmadan anons geçiyorlar, sadece domates kaldı diye. ablamız reisine şükrede şükrede domates sırasında bekliyor başörtülü başörtülü derken bir de ne göreyim. meydana açılan plazalardan birinde on beş temmuz gaziler derneği ve altında vatanını milletini sevenler ibaresi. üşenmedim resmini çektim. on beş temmuz vatana millete sevdalı gaziler derneği adı. biz gavur uşağıyız top yekun, bunlar komple sevdalı. lan ben artık bir şey demiyorum, lambada titreyen alev üşüsün gitsin bu saatten sonra...
çünkü yansımamıza aşığız ve hiçbir zaman bu kadar aşikar olamamıştık. yansımız aslımızı geçti ve olmadığımız bir şeye dönüştü. yalnızlığımızı, karanlığımızı, kapalı yanlarımızı, gizemimizi kaybettik, perdeleyerek dönüştüğümüz şeyin çaresiz uzantısı olarak var artık gerçekliğimiz. geldiğimiz aşama yansımalar çağında gerçeğin puslu bir renge bürünüp kaybolması. gelecek karanlık biliyorum, mutluluk ve huzur gibi kavramlar sürekli değişen, gelişen ve dönüşen bir saçmalığın ayak bağı belki de prangası şimdi. insanlık onurunu yitirdi, hümanizm bizi başlangıcında var olan saygın değerlerden farklı diyarlara götürdü. insanın var oluşundan kaynaklanan haklarına o kadar önem atfettik ki, ortaya çıkan frankenstein'in yaratıcısını yok edeceğini hesap edemedik. dünya bizim evimizdi ve bize hizmet etmek için var olduğunu sanıyorduk, artık evimizi bok götürüyor ve evimizi yiyerek, kirleterek var olurken onun hala eskisi gibi bizi korumasını, doyurmasını, güzel olmasını ve bunu defalarca tekrarlamasını umuyoruz. yanılıyoruz...

bu niyetle oturmadım aslında yazıya, tuşlara basarken yukarıdakiler dökülüverdi kendliğinden. unabomber seyrettim bu sefer dizi olarak. hikayesi hep ilgimi çekmiştir öteden beri. dizi yapısı gereği dramatize etmiş. ben bir fuarda anarşist bir yayın evinden aldığım manifestosunu okumuş adamım, yemezler. bir yazarın yapacağı tek şey kurgusunda yaşamak olmalı. tolkien amcam bu şeyin peygamberi ve sanırım biz zavallı müritleri asla böylesine bir delilik ve zenginliğe sahip olamayacağız. hep ikinci dünya savaşının karanlık ortamını londra'dan sıkılarak izlediğini düşünenlerin aksine kendisi bir savaş gazisiydi aynı zamanda ve eserlerinin savaş kurgusunda etkilerini hissetmemek mümkün değildir.

bunu da yazmak aklımda yoktu, yeni bir başlangıç alalım lütfen.

iyi şeyler yazmak istiyorum aslında, hayatın beni aldığı kıskaçtan farklı şeyler. hiç duyulmamış söylenceler, farklı hikayeler, kurgunun dibine vuracak kadar değersiz şeyler. elazığ akıl hastahanesinden bir abimizin allah'a yazdığı bir mektup gördüm geçen mesala;

aynen şöyle

"ben dünya kürresi, türkiye karyesi ve urfa köyünden, el-aziz tımarhanesi (akıl ve ruh sağlığı hastanesi) sakinlerinden; ismi önemsiz, cismi değersiz, çaresiz ve kimsesiz bir abdi acizin, ahir deminde misafiri azrail'i beklerken, başhekimlik üzerinden hã¢kimler hakiminin dergahı uluhiyetine son arzuhalimdir:

ben ğam (dertlilik) deryasında, fakirlik vatanında, horluk ve rezillik kaftanında padişah yapılmışım

… meyvalardan dağdağana, çalgılardan ney-kemana kapılmışım… benim yatağım akasya dikeninden, yorganım kirpi derisinden farksızdır. kalbim ayizman'ın (hitlerin işkenceci nazi komutanı) fırını, ve sahranın çöl fırtınasıdır.

ruhum aşık-ı hüda mahbub peresttir, lakin aklım kaderin cilvesi ve talihin sillesiyle gurestir (gelgittir) bana gelen derdü gamın kilosu beleştir. nerde bir güzel varsa bana karşı keleştir (yüz vermez, cesaretlidir), bütün yiğitlerde bana hep ters ve terestir. aylar geçti, tek temizliğim, gözyaşıyla ve kara toprakla aldığım teyemmüm abdesttir. yani, içtiğimiz kezzap suyu, mezemiz ise ateştir.

ol resuli zişan ve sultanı dücihan: "cenabı allah'ın insanları dünya, dünyayı ise insanlar için yarattığını; ruhları vücut için, vücutları ise ruhlar için yarattığını; erkekleri kadınlar; kadınları erkekler için yarattığını; cenneti mü'min kullar, mü'min kulları da cennet için yarattığını; cehennemi inkã¢rcılar ve münafıklar, inkã¢rcıları ve münafıkları da cehennem için yarattığını" hadisleriyle haber vermiştir. peki acaba benim gibi meczup divaneleri ne maksatla halk etmiştir? bilen babayiğit, meydana çıkıp söylesin… allah sana iman verdi sen tuğyan edersin; o in'am etti sen küfran (nankörlük) edersin; o ikram etti sen inkar edersin; o ihsan etti sen isyan edersin; bir de kalkıp bana deli divane diye bühtan edersin!..

bu söylediklerimin hepsi ruhumun içinde cenk etmektedir. eğer dilekçemin cevabı gelirse bu manevralar sona erecektir. şimdi adresimi arz ediyorum: kur'an'ı geldiği yere, yine kur'an'ı getiren geri taşısın. madem ki ahkamı ve ahlakı kalmadı, kur'an'ın kağıdı ve yazısı neye yarasın?! taki hz. muhammed mehdi (a.s) gelince yeniden okunup yaşansın.!

ey zerrelerden kürrelere, yerlerden göklere bütün alemlerin rabbi!.. ey cemadi, nebati, hayvani, insani, ruhani ve nurani her şeyin ve herkesin yegane sahibi!… ey iman ve şuur ehli kalplerin en yüce habibi!.. ey dertli bedenlerin kederli gönüllerin, ve yaralı yüreklerin tabibi!. ben biçare kulun ki; garipler garibi, hüzünlerin esiri, zulümlerin muzdaribi, öksüz, yetim ve sahipsiz bir tımarhane delisi… ama kutsi muhabbet ve hasretinin divanesi!… herkesi ve her şeyimi elimden aldın, ama sana sığındım, aşkına sarıldım, yegane sen kaldın!. yurdumdan yuvamdan, evimden barkımdan ayırdın, gurbete ve hasrete saldın, ama onları ararken sana ulaştım, sevdana daldım! böylece fani ve hayali görüntülerden kurtarıp hakiki tecelline mazhar kıldın.

yüceler yücesi rabbim, efendim!

haktan saparak ve haddimi aşarak, haşa senden, burak bineği, cebrail seyisi, sidretül münteha menzili, cümle mahlã»katın en şereflisi, rahmanın en mükemmel tecelli ve temsilcisi… kainatın fahri ebedisi, ahir zaman nebisi ve mehdisi, levhi mahfuzun (kader projesinin) tercümanı ve tebliğcisi, efendiler efendisi hz. muhammed sallallahu aleyhi vesellem'in mahbubiyetini mi istedim?.. hanif dinin üstadı ve nice nebilerin atası hz. ibrahim'in haliliyetini, hz. süleyman'ın saltanat ve servetini hz. musa'nın celadet ve cesaretini, hz. isa'nın ruhaniyetinimi istedim?.. hz. ebu bekir sıddık'ın yüksek fazilet ve kurbiyyetini, hz. ömerül faruk'un dirayet ve teslimiyetini, hz. osman'ı zinnureynin asalet ve sehavetini, hz. aliyyül murtaza'nın ilim ve velayetini mi istedim? senden mülkü hã¢kimiyet, şanü şöhret, malü servet mi talep ettim? senden vücüdüma sıhhat ve afiyet, aklıma ziya ve selamet, hayatıma huzur ve istikamet dilendimse, bunlar için de bin kere tevbe ettim! çünkü şeriatın iptal, tarikatın ihmal, hakikatın ihlal ve mü'minlerin iğfal edildiği bir zillet ve rezalet döneminde, bana akıl ve mükellefiyet verseydin, bu sadece benim mesuliyet ve mahzuniyetimi ziyadeleştirecekti!

sultanım efendim:

ben senden sadece seni istedim; pahası elbet böyle yüksektir ve tüm sevdiklerimi ve sahiplendiklerimi uğruna feda etmektir. rabbim, elbet vardır hikmeti ki, bu kuluna böyle zillet ve zahmet çektirirsin. ben haşa itiraz değil, naz ederim ama, umarım sen niyaz kabul edersin. aile efradımı, aklı izanımı alıp beni hicrana saldın. ama yine de şükür; ya akıllı kalıp ama hain ve hilekã¢r olaydım… ya varlıklı kalıp ama zalim ve sahtekã¢r olaydım… ya ã¢lim ve saygın kalıp ama gafil ve riyakã¢r olaydım… ya arkalı etraflı kalıp ama azgın ve zulümkar olaydım… ya sağlıklı sefalı kalıp ama, sapıtmış, ahlaksız ve vicdansız olaydım!..

derdü bela ki, sabredenlerin vesile-i miracıdır. müminler kalbimin tacı, mücrimler rahmetin muhtacı, münkirler hikmetin icabı, sadık ve aşık ehli cehd adaletin ilacıdır. velakin bu münafık hain ve zalimler ise çıban başıdır, akrep gibi sancıdır; şerefli insana, helali dışında bütün kadınlar kızlar ana-bacıdır.

ey rabbim, efendim!

malum-u aliniz ve zaten yüce takdirinizdir ki; ne özenli-bezekli elbiselerle gezdiğim bayramlarım oldu… ne onurlu ve huzurlu seyahatlerim ve seyranlarım oldu… ne etrafımda hizmet ve rağbet gösteren dostlarım ve hayranlarım oldu!.. lezzet ne imiş, izzet ne imiş ve fazilet ne imiş tatmadım; ama şikã¢yet şekavettir; bütün bu fani ve fena nimetlerin asıl sahibi olan padişahlar padişahını buldum… beni yoktan var ettin, iman ve hidayet buyurup varlığından haberdar ettin, ama aklımı alıp kulunu bi-karar ettin, sana sonsuz şükürler olsun!.. şimdi son dileğim beni yanına al ve bir daha huzurundan ve sonsuz nurundan ayırma, ne olursun! umarım bu dilekçeyi yazdım diye bana darılmazsın; çünkü zaten zatından gayrıya yalvarıp yakarmanın şirk olduğunu buyurdun!"

http://www.aydindenge.com.tr

adam doğrudan allah'la muhatap biz kimiz ki? benim işim gereksiz her ayrıntının ve anlatılamayanın, lüzumsuzun, geçersizin, önemsizin izini sürmek. büyük aşklar, dalavereler, akıl oyunları, şaşırtmalar, bir dünya anlamsızlık artık edebiyat. çıta o kadar yükseldi ki, şaşırtmak için artık şaklanbalığa varacak kadar rezilleşti yazma işi. bu arada köpekbalıkları yazmayı keşfettiler ve kısa ama öz twitlerinden kitap devşirmeye başladılar. kitle zaten teşne, amaca ulaşan her yol öteden beri mübah derken artık gözlerimiz kanıyor yazılı bir şeylere bakarken. dinazorlar ise halen taş devrinde yaşıyorlar, yeniyi anlamayan, farkı hissedemeyen, değişime kapalı ve kendi tanrılarıyla sarhoş bir boşluk. bu ikisinin arasında kalanlar var, eskiye doymuş ve yeniden haz etmeyen bir grup. harflerin birbiriyle birleşirken çıkardığı müziği hala hissedenler ve ne yazık ki sahipsizler. çok az örnek var önlerinde ve bulabildikleri her şeye sarılmak zorundalar. benim okuduğum en son güzel şey, yuval noah harari düşün artık. edebiyat ölüyor, zaten epeydir dizi ve sinema sektörüne teslim olmuş durumda ama artık mezar taşına ruhuna el fatiha denilecek hale geldi. bir matrix çıkartamıyoruz, sarsamıyoruz artık zihinleri, 1984' ümüz yok artık ve açlık oyunlarıyla idare ediyoruz. onları da hemen filme dönüştürüyorlar. sonra da niye okunmuyoruz? niye okunasınız? ne tür bir vaadiniz var? hangi yaralı parmağa işeyecek yazdığınız bok püsür? ismi lazım değil diye bir denyo var mesala, adını ne zaman görsem aklıma cazibe hanımın gündüz düşleri adlı ne için yapılmış, kime ne anlatmış, oynayan niye oynamış, yazan neden yazmış, çeken nasıl böyle bir şeyi yönetmeye karar vermiş, yapımcısı parasını hangi bankaya yatırmış türünden bir film gelir aklıma. ben seyretmedim, seyredemedim, başladığımdan itibaren geçirdiğim o yarım saatlik azaptan hala sorumlu tutuyorum bu işe karışanları ve bu denyo da aynı etkiye sahip. varlığını yazar olarak tanımlamış bir kere, eş dost tanıdık da mevcut malum çevrede. kendi yağlarında kavrulup gidiyorlar ve biz yazı işlerinden para kazanamadığımızdan amatör olarak devam ederken bunlar köşe başlarını tutarak kendi kabız yeteneklerinin benzeri çaresizlikleri baş tacı edip önümüze sürüyorlar.

lan yazmak istediğim bu da değildi anasını satayım. neyse tian kaçar güzeller, yeter bu kadar kafa ütülediğimiz...
sitede düğün var çayır manyakları ve davul zurna denilen o iyi mi kötü mü olacağına karar verilemeyen çalgılar eşliğinde ortalığı inletip duruyorlar bir saatten beri. hiçbir çalgı kötü olamaz elbette, üfleyenin veya tokmağı elinde olanın marifetinde ses çıkarabilirler ancak. harfler de öyle değil mi zaten? altı üstü yirmi dokuz adetten ibaretler, ancak nasıl dizildikleri kalemi elinde tutana bağlı. orhan pamuk'san olmak istediğini olursun, okursun, çalarsın, ağdalı bir dünya kurarsın, diğerleri de buna saygı duyar. ne zavallı bir dünya! bukowski'ysen sadece yazarak yaşarsın, geri kalan her şeye boş vererek, yaşar ve yazarsın. yazmak istediğinden değil, yazmak zorunda olduğundan yazarsın. hayat bir düğümdür, hayatı yazarsın, yaşayamadıklarını yazarsın, olduğunu yazarsın, olmak istediğini yazarsın, yazarsın da yazarsın. diğerleri yazmak için sebep arar, sen sebepsiz yazarsın. diğerlerinin mevzuları tükenir, sen mevzularını yazmaya yetişemezsin. çok önemli şey ararlar, çarpıcı cümleler, olağan üstü aşklar, mükemmel dokunuşlar, zekice kıvranışlar, akıl almaz bitişler, okuyucuyu amuda kaldıracak zeka düğümleri, bir ton ıvır zıvır. çaktığımın volverini! lafın gelişi bu böyle, logan'ı kim sevmez? tamam, tamam, tamam, deadpool sevmez. ekşi sözlükte bir başlık var. aşağı yukarı "otuz bir çektikten sonra ağlayarak soğuk makarna yiyen insan" gibi bir şey. orijinal bir başlık olduğu kesin ama açıp da içindekilerini okuyacak kadar da işsiz değilim henüz çok şükür. hepsi diğerlerini yazıyor, herkes kendini anlatıyor. hayatımız sürüklendiğimiz bir zavallıktan ibaret. seçimlerimizi kendimiz zannediyoruz. hayat bize rock starı ya da garajında teknoloji üreten bilgisayar dehası multimilyoner olma şansını vermedi geride kalan yedi milyar gibi. mutsusuz, çocuklarımız sözümüzü dinlemiyor, kıçı kırık biraya viski muamelesi çekiyoruz şaşırmışlıktan, işimiz ve ödenecek faturalarımız var diye şükretmemiz gerekiyor ve gidecek cennetimiz bile yok öbür dünyada. sağda solda game of thrones seyretmedim, seyretmiyorum, ilgi manyağıyım, inşallah linç edilmem diyerek tepki bekliyorum, iyi ya da kötü like atın bana, olumlu olumsuz cevap verin, ben de eğleneyim orospuları gözüme denk geliyor. lan ben de otomatik portakal'dan bir bok anlamayangilerdenim, hiç sesim çıkıyor mu? geberene kadar seyretme, kimin umurunda? ama dişi kısmından gelince talepler, üşenmedim ne cevaplamışlar diye baktım. ağır işsizim la tamam vurma artık. ben de seyretmedim diyenler mi dersin, canısı walking dead'i bile seyretmedimler mi dersin, bir güzellemeler, bir güzellemeler, lan erkek kısmı, kaldırılan götlerin altında ezilmeyi hak ediyorsunuz, iflağını siktiğimin gereksizleri, bu ne yokluk? tanrıça kibele kudretli memesinden emzirecek sanki bu encikleri. altı üstü seyretmemiş işte. tam tersi de mümkün, onu seyrettim, bunu okudum, şunu izledim zevzekleri. lan neyse ya, hayata bak çayı şekersiz iç...
az sonra ölecekmiş gibi, ya da hiç ölmeyecekmiş gibi... ateist olmadan evvel farklı bir hayatım vardı benim. ramazan gelmeden evvel son içme günü seranomisi mesala, iftara kalkıldığı ilk günün bir öncesi gün sarhoş olmak gibi. bir ayyaş, istediği sebebi illaki bulur. bir zamanlar, cahil veya aptal insan, sorunun sebebini başkalarında arar ve kesinlikle bulur gibisinden bir önermem bu benim. kimseyi ikna edemezsiniz canlarım, cevaplarıyla doğar yirmi birinci yüzyıl sonrası doğan insan evladı. neyse? kendimi mi kandırıyordum, yoksa başkalarını mı, ya da inandığım tanrı veya dini mi her ne sikimse işte, jübile yapıyorduk bir şekilde ramazan öncesi. ateizm bir ayrıcalık ve farkındalık durumu artık benden yana, ne hesap vereceğim bir mercii var ne de işleyişini daha doğmadan kabul ettiğim bir inanç sistemi. insan sadece kendiyle baş başa ve tüm normlarını, ahlak, kişilik ya da varlık sebeplerini baştan sona yeniden yazıyor böylece. bundan daha büyük özgürlük yok! anarşizm, ibnelik yani cinsiyetin reddi (yani yazmak zorundalığının da amına koyayım, ne açıklama yapacağım lan sanki, isteyen istediği yere ebesinin örekesi kadar istediğini düşünebilir), milliyet ardında yer alıyor. çırılçıplak hissediyorsun dini reddedince. suç ve ceza yok, her şey senin elinde, seninle ve sana rağmen. baş etmen gereken çok şey var ancak bu yükü yeterince taşıyabileceğine inanıyorsan eğer. ailene ve söylemlerine kulak tıkayacaksın öncelikle, arkadaşların ve çevrenden önem verdiğin bir dünya olasılığın seni dışlama ihtimali var sonra. doğuştan elde ettikleri tüm vasıfların suratına tükürürsen eğer, onlar da senin hayatının yeterince kötü olması için ortasına sıçarlar. buna da katlanman gerek, en azından kabullenmen. hayat tek atımlık bir kurşun ve nasıl geçeceğine sen karar verirsin. üflersen söner, karışmalarına izin verirsen karışırlar, öpersen geçer. eyvallah dini bir söylem kabul, ama eyvallah zırhını giyinmeden işin zor dostum. eyvallah çekeceksin pek çok kere, kırmızı çizgine yaklaşılana kadar. ondan sonrası siktir bayrağı. gün aşırı hayatımın içine işiyorlar, yavaş yavaş ve içten içe beni öldürüyorlar ve ben de buna ses çıkarmayacağım he mi? sikerler abicim, hayatıma çomak takan her oluşuma en azından küfretmeden geberir gidersem mezar taşımın adı bile olmasın ve eşekler işesin bulabildiği her fırsatta o değersizlik parçasına. hayat jilet üzerinde bir salyangozdur sade ve striptiz yapan kaplumbağa ölür gösterinin sonunda. ne parçalayacak bir edebiyatım, ne anlatacak hikayem var artık. kendim kendime parçalanıyorum ve parçalanarak harflere dökülüyorum bundan böyle. bismillah kelamını queen'den öğrenmek isterdim. hayatım pişmanlıklarıkla dolu ve benim bir sevgilim var, dizlerinde ölmeyi düşlediğim...

hayat hepimize hoyrat davranıyor, onu sevmek zorunda değiliz, gelişine, olduğu gibi, ne eksik ne de fazla yer kaplıyor gidiyoruz şu zavallılıkta. on bir ayın sultanı gibi saçmalıkları ile yanıma gelmeyin lütfen, sultanlığının farkında bile olmayan sadece ve sadece insanların oluşturduğu zaman dilimlerine önem atfeden her türden dangalaklığın koy götüne rahvan gitsin. ramazan da içer miyim bilmiyorum, hiç farkı yok benim için, ben harcadığım paraya bakıyorum. aileme zarar verecek kadar artmışsa içmemem gerektiğini bilirim, gerisi hiç...
/
tümünü göster