"sorun var" a takıntım halen geçmedi, ne çekiyor beni bu şarkıda bilemiyorum, sagopa her daim arabesk tadındaydı ama bu bambaşka bir şey olmuş gerçekten. müzik en somut sanattır bana göre ve elbette fikir önderlerimizden pos bıyıklı amcamızın dediği gibi "müziksiz hayat hatadır!". diğer yandan "hayat hatadır!" önermesine yaklaştım ben zaman içerisinde. uzay maymunlarına dönüştürülerek zevksiz ve sıradan gün aşırı azılı bir yorgunluğun izini sürüyoruz. aroma yok ve kapılarak gidilen bir akış içerisinde boğulma hissiyle baş başayız. elbette bir kaç tespitimiz olacak yaşama dair ve gerçek olduğuna dair hiçbir kanıt öne sürmeyeceğiz. birincisi erzurumlu yakını düğün kabusu. ilki yıllar evveldi, benim eksik eteğin arkadaşları, biraz da kendisinin sebebiyle evlendiler avcılar tarafında yol üzerinde bir düğün salonunda. o ses bilmem ne diye bir şarkıcı hatun bile vardı düğünde ve bizle yeni evliler haricinde kimse dans etmedi iyi mi? o ses yarışmasına kıyısından kenarından katılan herkes sonrasında o ses eda, o ses kenan, o ses ebenin örekesi diye adlandırılıyormuş sahne dünyasında meğer. kara çarşaflı şişman teyzeler düğünün olmazsa olmazı olarak masalara kurulmuşlar ve sürekli tıkınıyorlardı. herkesin hayatına kimse karışamaz elbette ve kendileri istedikten sonra alüminyum folyoya sarılıp gezsinler işim olmaz da bir tuhaflık vardı ortamda arkadaş. öncelikle kimse eğlenmiyordu, klasik müzik konserine yöresel kıyafetlerle katılmış ve nereden düştüm lan ben buralara diyerek karalar bağlayan bir aborjin'e dönüşmüştük daha kapıdan içeri girer girmez. enerji, kosmoz, burç, murç hayat boyu siklemedim ben ama içim daraldı ortamdan bir yarım saat sonra. yemin ediyorum, gelinle damadın anası babası dahil herkes şu takı töreni bitse de siktir olup gitsek havasındaydı sanki. zaten damat tarafı bir kaç ayrık otu hariç muhafazakar, gelin tarafı tulum çıkarmış koyu muhafazakar görünüyorlardı. ben darlanırım kalabalık ortamlarda, hayat boyu sadece gezi olayları sırasında hissetmedim bunu, yoksa asansörde geçen o kısa süre içinde bile içim burulur diğerlerinden. bir yarım saat daha geçti karardım ben iyice. lord voldemort nikah şahidi olarak düğüne katılmış sanki anasını satayım. hatuna dedim ben hava alacağım biraz, takı makı her ne başlarsa sen hallet, ben gidiyorum, attım kendimi avcılar'ın lanet, dar, sağlı sollu doğal otopark karanlık sokaklarına. sahile uzağız ama ne kadar yol aldım bilmiyorum önüme bir büfe çıktı. bir tane miller şişe bira aldım genelde takıldığımın aksine. altı sene büfe işletmiş bir müflis esnaf olarak envai çeşit birayı tatma fırsatı elime geçti ve en sonunda kırmızı tuborg'da karar kıldım. elbette bu bir tercih meselesi ancak miller harbiden ciks gençlerin tercihi olabilecek cinsten hafif, gramajı az ve pahalı bir bira. biz biranın azcık alkollüsünü seviyoruz ve hacimce bir yarım kilo çekmezse içtiğimizden bir bok anlamıyoruz. ama miller şişe 330 miligram olarak bilmediğim sokaklarda rahatlıkla tüketilecek bir içki öte yandan ve iyi geldi o zaman. layd galadriel, sauron'u "geldiğin deliğe geri dön!" diye gömerken kendine gelen mithrandir gibi rahatladım anında. bir saat kadar oyalandıktan sonra düğün salonuna geri döndüm ve tüm zamanların en gereksiz ritüellerinin son lüzumsuzu takı töreni son bulduğundan salon yarıya boşalmıştı ben içeri girdiğimde. bir on on beş dakika kadar oyalandık, gelinle damada mutluluklar diledik ve ardımıza bakmadan kaçtık ondan sonra. ikinci korkunç erzurum düğününü haftaya anlatalım o zaman. anlatırken bile gerildim durduk yere. neyse, güney kore filmi izeyeceğim ben şimdi...
tümünü göster