seni ederine bakarak aldın, kendinden dolayı sevdik, hoşgör sathımızı!

uzmanlıklar aşkı öldürür sevgilim, uzmanlaşmazlıklar da. sen ne vakit tarih sevmediğini söylesen benim dilim tutulur, zira oyuncak tarihi diye resimli kitaplarım var benim, uyumadan iki kere... ama demeyeyim mi uzmanlıklar da ölümcüldür, nasıl anlatayım ben kimsenin sezmeden bildiklerini?

sözlük vakitleri var, adam diyor ki bilmemkaç santim boyunda, şu kilosunda, şu şeyde kız; boyu şöyle, huyu böyle, saçı bilmemne herif (kadınların tarif zihni gene biraz daha güçlü duygusal zeka açısından) ve hepimiz biliyoruz ki böyle tariflerde ilk elementimiz kendimizle karıştırmak. o dalyan gibi kızlardan bir tane vardı bir zaman aşık olduğum, bir gün anlattı, ortalama tiplere meyledermiş, kendi tipini bildiğindenmiş. hepimiz fena uzman, herkes zevgili mütehassısı.

zeki müren bir sabah aynaya bakıp demiş ki:
"hain düşman! al sana bombe!"
zeki müren'in cenazesine gitmiş insanım, daha cecnazeciliğin tarifini öğrenmemişim, karı-kız görmek için değil, hakikaten saygımızdan ve cenaze namazına katılmamış insanım, boş geç benim allahsızlığımı, inan şahit yazmasınlar diye.

ha marmara kutu, kesin kırmızı; o yerin suyuna benzer o kadar menevişsiz, o kadar iddialı ve tatsız, pek çok edip cansever. ve canım! 6.5'tan 7 bir geçer not ahesteliği.

aklıma hep büyük gözlü kızlar geliyor, ben mi gerizekalıyım? bir kadın düşününce götü memesi değil de hep gözlerinin büyük büyüklüğü, kocaman bakması, elası, karası, kahverengisi (mavi freng iklimine kaçar) kirpikten bozması, makyajsız ağlaması geliyor... aklıma nazım şiirleri geliyor, istanbuluların zanaatleri değil de elleri yumuk yumuk, bacakları da biraz çarpıktı ama yeşil zeytin tanesi gibi gözler... sonra ne mi? sonra çocuk doğuruyorlar, kız çocukları, güzelleşiyor büyüyor ve gözleri kadar kadın oluyorlar. sonra ne mi? işte burdayız bırçet, ne sanıyordun ki?

birayı hızlı severim, şarabı ve rakıyı da, diğerlerini pek tanımam. bu marmara'nın şişesi ucuza geliyor, ama hafif bir baş ağrısı yapıyor. hep ucuza getirmekten aşkları bizimkisi, gönül alma, iki satır karalama ve katlanamama ızdırabına. azıcık akıl, azıcık makul, o kadar aptal da değilsin hem.

gülüm; bana iştirak etmelik bir yan bırak ağladığınlık kadar gözünün alt yanı, azıcık daha aşağı, biraz yana, birazcık daha, işte oralarda bir yerlerde, öpeceğim kadarlık bir istikbal, onu bırak... canım benim, sevabına.
savrulurken raconun kırmızı pelerini o zarif öfkeye,
zaman ki sana hasta oldu; incelikli haytasın.
nüksederken raksına mahallenin maşallahı, eyvallahı,
güzelleş be oğluuum! şimdilik ölümüne kadar hayattasın.

metin kaçan, ağır roman.

o değil de... belki bu da değildir de, şu gaftici feti'nin hikayesi güzel, "efendim manita 'seni seviyorum', 'evlenelim' ayakları yaparsa, önce yüz mumluk ampule yarım metre mesafeden bakın. sonra gözlerinizi ampulden ayırıp manitanın gözlerinin içine dikin. eğer hala cıvırın gözlerini görüyorsanız onunla evlenin: allahına kadar sizi seviyordur." bu deneyi yapmasına yapardık da biz on yıldır yüz mumluk ampule doyumsuz biçimde baktığımızdan... baba o değil de bazı biralar içilmek için soğuk olmaya ihtyaç duymuyorlar ve bence kant bu konuda şöyle diyor:
"ahlaksız bir biranın her yönünü, en azından kendisinden alınamaz olan bira oılma kapasitesini reddedemem; eylemleri onu değersiz kılsa bile bu böyledir." metaphisic of morals, 2. kısım, s. 38.

bazen de şöyle düşünürüm; bir mağaram olsa, kimseye minnet etmesem, azıcık da tayınım, öyle geçse hayat. bazen de derim ki paran olacak faizini yiyeceksin, paran olacak ev alıp kira toplayacaksın. bazen kadınlar düşünürüm, bazen onlarla neden yapamadığımı, hep döne döne kırmızı marmara ve bu ara. bazen bir biranın kendisini içirmek için fiyatından gayrısına ihtiyacı yoktur.

aklımın köşesinde bir üşüme var, onu örtebilirsin hatice, aklım kendime ağyar, onu nasıl anlatsam sana hatice. bir kasa kırmızı marmara, yağmurda ıslanmış, adamın gözlerinin içine gözlerini dikmiş bir kadın kadar etmiyor, onun da gözlerini göremiyorum ya hiçbir zaman.
yok! eminim bundan, siz bilmiyorsunuz beni. aklıma birazcık karanfil kokusu, birazcık sıradan mutluluk düşmeye görsün: siz hiç tanımadınız beni. sobanın yan tarafındaki 40 yıllık sarı koltukta oturup sevmek kediyi, yanımda çay bardağı, kesin hiç düşünmeden sehpanın biçimini ve afedersiniz sayın hanım, birazcık tilki, birazcık muhtasar bıyığımın uzamış telleri. hiç bilemediniz kim olduğumu!

mutluluğa karşı değilim aslında. şöyle demiş bir usta benim için de:
"bunların tarihi yoktur, gelişmeleri yoktur; tersine, maddi üretimlerini ve karşılıklı maddi ilişkilerini (verkehr) geliştiren insanlar, kendilerine özgü olan bu gerçek ile birlikte hem düşüncelerini, hem de düşüncelerinin ürünlerini değiştirirler. yaşamı belirleyen bilinç değil, tersine, bilinci belirleyen yaşamdır." (alman ideolojisi) bu kadar mıyım gözünüzde sahiden? ne zaman bir kadını sevsem maddi koşullarla mı kaybolurum kendimde? siz bilincinizin yüksek katlarında mangal örterken beni kendi akılsızlığım mı tutuşturur yalnızca? lütfen beyhude gülmeyin halime, zaten bir denizim var boğulmak için kenarda sakladığım.

kadınlar da değil, özellikle beyaz tenli siyah saçlı ve kesinlikle büyük gözlü olanlarından bahsetmiyorum, tüm kadınlar için diyorum, onlar da değil, zaten onları vareden benim bilincim olduğu müddetçe ben onları ayırınca ben kalmayan ben kimim ve kadınlar da değil, onların benim bilincimdeki varoluşlarından söz ediyorum. sabaha çıkmayacak hastanın ne beklediği de umurumda değil, ben sadece gözlerine dünyayı sığdırabilen kadınlara çok aşık oluyorum. aşağıya mı insek cabbar?

marmaram, canımın dimağı;
seni pas geçmiyorum, ama her bayiide bulunmamandan zarar masrafının fazlalığına fena sitem ediyorum. yine de teşekkür ederim kızın yanında beni bozmadığın için, hep bu denli dost kal.
ikili bir yaşam kuruyorum; bunu böyle mi seslemeli, emin değilim bundan da. az nokta kullanıyor ve söylediğim şeylerden asla emin olamıyorum. beni hovarda, beni mahkum, beni bir mangal başında düşünüyorsunuz, ama kimileyin fena sayılmayacak bir akademik alt yapıya sahip olabiliyorum. beni kör kuyularda... ne güzel söyler onu da timur selçuk, işte kör kuyularda merdivensiz miyim, yoksa felsefe kontenjanından merdiven mi sayılırım sadece aşağıya inen, bunları hiç bilemedim.

alkolsüz bira diye bir şey var, festival ve ramazan içkisi: şaka etmiyorum. bir ramazan vakti, gene bayideyim, adamın biri girdi on tane aldı bundan. açıkladı durumunu kendince. bu alkolsüz bira içkisi bir lira, alkollüsü 4.35, neden sebep? 3 küsur vergi biniyor alkol işin içine girince de ondan, alkol işin içine girince çok bir başka oluyor dünya, dünyayı vergisiz ve aşk acısı çekilmeyen bir yer gibi hayal edebiliyoruz her nedense ya, hep ondan işte, hep o birkaç ayda bir arayan kadından... onu anlattım ara ara, iyi okusaydınız. evet dünyayı gözlerine sığdırabilen ilk kadın, sizin talihsizliğiniz canlarım tanımamışlığınız ve muhteşem bir cehennem aynı gözlerde, peşi sıra şafakta bir öpücük, bu sonuncudan men ederim sizi.

birkaç bin film seyretmiş olarak geliyoruz bu dünyaya, çok garip, geçen birisi godfather'ı izlemediğini söyledi büyük bir rahatlıkla. yakında bir yerde roboski üzerine eylem vardı, yeterince şaşıramadım bu aymazlığa. ama siz hepiniz, ben sizden çok eminim, izlemişsinizdir böyle büyük klasikleri, işte 'yeterli' bulmadığınız olmuştur, kiminiz dalga geçersiniz misal potemkin zırhlısı ile. ben ne anlatacaktım, tam anlayamıyorum belki bunları ve hiç kısa film senaryosu yazmadım, ama anlamaya şad olmuştur bir yanım, bir yanım bahar bahçe. işte ikili hayat diyorum size, hem o derece.

bu uzaktaki koca gözlü, güzel dudaklı kız, hayatımda olup olamayacağım her şeyi anlatıyor, buna rağmen ikili hayatımda bunları iki kere olamıyorum. uzak bir gülümsemeden öte hepsi, hak edilmiş ayrılıklardan beter ve kesinlikle kederi ve kesinlikle kombisi köklenmiş bir cehenneme bedel, doğalgaz beleş, olay rusya'da geçiyor hanımlar beyler.

neyse ben viral girecektim... kırmızı marmara dünyanın en güzel birası değil, eminim, o kız dünyanın en sevgili yarı değil, eminiz hepimiz ve söyleyeceklerimizi hep yarım bırakmamız, katmerli bir ayaz vakti ankara'da mutlu mahallesinden şirintepe'ye giden yol dünyanın en uzun yolu olduğu içindir. sadece söyleyeceklerimizi mi yarım bırakıyoruz, sanmam, içkimiz hariç her şey yarım yamalak ya hayatta o yüzden kırmızı marmara'yı fondipliyoruz. yeri gelmişken kim bakıyor bu reklam işlerine, aşka yaramadı kırmızılar bari hayatı kolaylaştıralım, çaresiz ölüyoruz, inanın ölüyoruz.
benim lanethle ilişkim pozantı'da bir kamyoncu durağında çorba tasını devirip, bıyıkları silip arka tarafta sızmak gibi. yargılamadığınıza eminim. emin değilim yine de ben o kadar da beride bir adam değilim. birazcık hünerim vardır elimde.

elim işe yatkın, handyman kadrosuna girerim, aklım biraz kaygan ama başka şeyler de bilirim. mesela işte bu ara hegel çevirdim ve sonra başka bir yayınevinin telifini alıp bizi boşa düşürdüğü sinema felsefesi üzerine bir kitabı, sonra kant çalıştım biraz, biraz da wittgenstein -tanrı onun yerini cennet kıla- hatta vakit kalsaydı sevmediğimden heidegger falan da bakacaktım. bakın sonra yine boş durmadım politik şeyler yazdım ve odama iki tane kitap rafı çaktım, kornişleri tamir ettim üstelik, biraz aşık olmayı bile becermişimdir arada, bir kadın koluma girdi, karda kaydık birlikte, düşmeden yakaladım elini, yemek yedik, yeğenime kadınlar hakkında değerli dersler verdim, tarih okudum (uygarlıkların tarihi) ve tarih kuramı üzerine okudum (evans), bakkala gittim, beş marmara aldım, kırmızı hepsi, duvara bakıp öldürdüğüm sivrisineklerin mezarlarını andım, gururlandım ve günah çıkardım gururlandığım için, kibir yedisinden biri, yedi kere döndüm çevresinde dünyanın, zulme sövdüm, vakit dardı yetmedi anlatmaya, kadınlardan çok çektim, parasız kaldım ve bunların hepsi -inanın- bir ayda.

bakın size mükemmel cümleler seçtim üstüne:
"kişi susamayacağı yerde konuşmalı sadece; ve sadece aştığı şeyler hakkında konuşmalı - başka her şey gevezeliktir, 'edebiyat'tır, terbiye noksanlığıdır."
friedrich nietzsche, insanca, pek insanca 2, ithaki y. s. 7.

susamadığımı bilmekten değil, marmara'ya hürmetten parlattım kunduraları, biraz dışarıda da gezdim. kesinlikle bilmenizi isterim 'nietzsche'yi hiç bakmadan bir seferde dizebildim. ve bu muhteşem ifadenin mesela bir facebook duvarında nasıl da ironik durabileceğini o daha oraya konmadan bilebildim. konuşacak neyimiz var canlarım, neyi aştık, kibir ve bir gümüş toka, nasıl böyle yalnız kaldık?

üç şeyle gurur duyarım:
1- harflerini kontrol etmeden nietzsche yazabiliyorum.
2- harflerini kontrol etmeden schleiermacher yazabiliyorum.
3- harflerini binlerce kez kontrol ettikten sonra bile heidegger'i üfürükçü sayabiliyorum.

buna birde mayalanmış arpanın zifiri kokusunu ekliyorum, boş vakitlerde marmara içip ismet özel dinliyorum. şiir okumak nedir ki dinlemek varken, kayıtsız hiçbir aşka, hiçbir tutku ve yoruma inanmıyorum.

bakın şimdi size bir film de anlatabilirim, çok politik işler de var bildiğim, kant'ı sevmezsiniz de nietzsche'den de üfürebilirim, ne fark ederdi, siz beni böyle dinleyin, yine sevmeyin, ukalalığı 25. yaş gününde hediye gelmemiş masada unutup kalkmış bir insanım.
kırmızı marmara: 3.75 tl'ye kafa, onun ukalalığı helal olsun ona.
hafif toparlayalım, çok şişti içimiz.

ne işe yaradığımı çıkarabilmiş değilim bunlardan sonra bile; ne işe yaradığını tam çıkarabilmiş değilim marmaram aklımda kaldığına göre. yalnız isminin bizim ilk alkolle tanışmamış şerefine iki çekerli bir rahvan güzelliği var, güzelim marmara. köpek mi öldürür, kim demiş bre!

"seni görmeyeli" demiş ritsos, "üç saat oldu" devam da etmiş "ve yedi asır, 13 yıl ve 4 ay." orada bıraksa iyiymiş, bir kahve molasında dağlarına çıkarmış kadınları yunanistan'ın. yazmak o vakit önemliymiş. yazmaya inancımı kaybedeli üç beş ay oldu, ne asır, ne seneler... yine de yazmayı ne kadar sevdiğimi bileli ufak bir ayar gerekiyor, biraz tekirdağlı, biraz edirneli. hayır, yazmayı sevdiğimden iki formül var elimde: ya zorunluluktan, verilmiş sözlerden yazacağım ya da güzel marmara ve her güzel gibi kırmızı.

kızıl saçlı kadınlarla maceralarımın bitimsizliğini anlatmadım size, ne vakit kızıl saç görsem saygı duruşu çağırır beni. hem yakışmamış, yok bir ton açığı, aman azıcık sarıya çalanı falan fark etmiyor, kızıldan pay alan her saça ölecek kadar bakıyorum. bunu anlatmamışım sayın, ortayaş krizidir, kızıla fena sevdalanıyorum. ondan bak işte gülüm, güzel kırmızı, kırmızı güzeldir. gereksiz vakit israfı dinimizce de haram kılınmıştır. şol cennetin ırmakları akar kızıl kızıl...

nefret ettiğiniz kadar ölüyorum, ama bunları hep o anlarda yazıyorum. yani yazmak, işte siz beni sevmeseniz de uyarıcı tek eylemim gibi dibimde bitiyor. bremen mızıkacılarının tek ilacı takımdaşlıkları, korkutup kaçırmaları, itiraf ediyorum, bunca yıldır yazdıklarımla neye yol açtığımı hiç bilmiyorum. gene de yazmak, bana ya telif bir dergi bulun ya da katlanın bu sayfada. çünkü yazmadan dayanamaz insan.

ve okuyucu, bak okuyucuyu bilmek ister, kör mü topal mı, yaptığın göndermeleri anlar mı, nazım bilir mi, kafiye sever mi? o meçhul kalmadıkça sevimli. okuyucusunu seçemez insan, ama sorar önden, kim okur, niye okur diye. hep aklındadır bu, en berbatı bile geri dönüşlerin değerlidir yazar için. bunca yıldır kimse demedi bir şey bana, o kadar da hata bıraktım üstelik, okunmadığımdan olmalı kesin. buna inanarak da yürümez ki bu iş, ama işte bakıyorum da yayınlanan kaç dergiyi takip ediyorum, ne müthiş şeyler yazıyorlar haberim yok. ben burada bir biraya aşk ediyorum, kimin umurunda olur kızıl gök?

mermer kaideler üzerine heykelimi dikmesinler, korkarım heykellerden; beni cennete yerleştirmesinler, çok korkarım bakirelerden. yalnız yazılacak kadar bir ipucu bahşetsinler, bir mısra, bir iz, bunu tanrı'dan beklemem abes, şeytanla buluşayım bir dört yol ağzında, yanında bir six pet marmara, kıpkırmızı ve güpgüzel.
bugün bir kızla konuştum: ne murad! değil tabii, hepiniz her gün birkaç kızla konuşuyorsunuzdur, benimki başka. şuradaki hikayelerin hiç değilse yarısının asıl kahramanı, benim asıl kahramanım olan kızla konuştum, evli ve bir kız annesi. neyse işte, hayat tam da anlattıkları gibiymiş, bütün o onu en üst perdede çözümleme mevzuları da kurtarıcı olamıyormuş. ne konuştuğumuzdan size ne, yaşlanıyor gidiyoruz ve bu gitmelerin her anında enikonu daha da mutsuz oluyoruz yaşlanıp gitmekten.

bakın benim büyük ilahi hünerlerim yok, hiç olmadı, ne de birileri gibi tanrının paralı askeriyim ki pişmanlıkla kapıma geleni lejyona yazayım. beyan olarak almayın, tescilli asker kaçağıyım. bu tanrı işlerine de biraz gıcığım. ne diyordu ali şeriati: "elinden kılıcı eksik etmeyenlere, ağızlarındaki tanrı buyruğu helal olsun!" ne diyorum şimdi ben: "çok şakacısınız beyim, zaten yenilmiş ve her gün biraz daha yenilmekte olan bizim gibilerin kafasına vurabilmek sizi daha büyük insan yapmaz, sanmayın ki daha büyük mümin yapsın." devam edeyim madem: "cennetiniz size kalsın, pek özgürlükten yanasınız, bırakınız kafamızı burada çekelim, ve bayım, biz silinecek aşk mektupları yazmayız ve sevdiğimizi huriler için geride bırakmayız."

bak orada bir de asıl mesele var: yaşlanıyoruz ulan! bence lacrimosa bile yaşlanıyor. ben daha gencim, tsk bilmese ergen sayılırım, bana göre yaşlanmak hala hoş bir şey, bak işte sakallarım çıktım, bak bir tel beyazlamış, mucizesi doğanın, kesinlikle doğanın. fakat bazı anlar var ki insan bütün lütufların ötesinde hissediyor yaşlandığını; ben eskiden bir öküz yesem rahatsız olmazdım, gaz yapsa geğirir geçerdim. bir keresinde yarım oğlak yiyip -yalanım varsa tanrı ansın adımı- 17 bira içtim, yarısı kırmızı. şimdi bugün üç lokma fazla yedim ya, bir paket sigara bitirdim rahat yok, üstüme üstüme geliyor bu toprak damlar. kırmızı marmara bile ağır geliyor. yaşlanıyoruz da bundan rahatsız olmaya başlamalar fena.

diğer konular, şu kız işi, sizin yüce tanrınız, bizi biz yapan şeyler işte. şöyle bir sorun var galiba, buraya kadar kimse kimsenin kim olduğunu bilmek ve hesap sormak zorunda değildi. mesela ben geceleri bir seri katil ya da bir pezevenk de olabilirim, mesela sen karısını döven bir zorba veya sağda solda her boku bildiğini kanıtlamaya çalışacak şekilde konuşan bir ukala dümbeleği de olabilirsin. so what? bunu mu tartışacağız. nasıl ki stadda herkes o an orada sadece takım taraftarlığıyla varsa ve bu iyi veya kötü kendi sosyolojisi ile varoluyorsa, burada da kimse kimseyi sorgulayacak değil. hepimiz masum ve hepimiz caniyiz ve inan bana burada yaptığımız her şey rol de olabilir, sanane!

kırmızı marmara güzel içecek, kadınlar güzel varlıklar, şiir acayip bir şey... ama bazen kahve içerim, bazen büyük şeyler düşünürüm, bazen metafizik okurum inanır mısın ve çocuğum ben senin sandığın kadar kolay kalıba alınmam, sen kendinden başla özgürleştirmeye, mümkünse ikinci sıraya tanrını al, zira elinde kılıç yok, inancın da çoğunun elindeki ihale senetleri kadar sağlam ancak. ve çocuğum, buraya yazmıyorum, bu ay dergiye yazacağım, istersen oku. avukatım tutuklandı, arkadaşımdır da. inan bana birlikte bir iki kere gaz ve su yemişliğimiz de vardır ve onun direnmesi de gazabı olacaktır kimilerinin. sen, ama bana şimdi eskaza avukatlar için türbanın serbest bırakılmasını özgürlük ve demokrasi maratonunda büyük bir adım olarak mı anlatacaksın.

yaşlandık diyorum ya, canım sıkılıyor eskiden özgürlük için savaştığımdan bahsetmekten. öyle ki artık bir daha hiç taş alamazmışım elime gibi geliyor. king theoden'in büyü altındaki haline dönmüş sanıyorum kendimi. öyle değil! pişmanlıksız dövüşürüz yine, dövüşüyoruz da. gel bana tebliğ etmekten vaz geç, pişman olmaktan da. gel madem, özgürlük için avukatlarımıza sahip çıkalım, türbanlarına değil, sonra açarız iki marmara.

sevgiler ve kırmızılar.
bakmayın bana, ben bazen şımarıyorum, bakmayın kusuruma.
avukat selçuk kozağaçlı vekilim ve dostumdur, hangisinin önce geldiğini ikimiz de bilmeyiz. bu ay yazdım bunu dergiye, alır okursunuz meraklıysanız. bak ama onu diyorum, çok sağlam dosttur. ve dahası, insanın avukatının içerde kendisinin dışarda olması ağır azapmış, bunu bilmiyordum; birader tart 5,5 kilo devrim, ruslu olmasın bi' mümkünse...

kırmızı marmara var. ne diyor haidegger, "varolan olarak varolanın bütünlüğünde varlıkça vaklıkta varlık olarak bulunmak varoluşun özüdür." düşün işte, kırmızı marmara o kadar var. yalnız bu varolan olarak varolan, varlık felan, bunlar felsefe için bile saçma be hocu. hayır, ben heidegger'i aşist diye eleştirmedim - ki faşist kendisi- ama ne dediysem aman anlamamışsın dediler. hocum, bence kendisi de kendi uydurduğu kavramsal karmaşadan çıkamamış, ama nedir çok güzel. bütün büyük filozoflar gibi muhteşem edebiyat. hakikaten çok güzel okuması, deneyin mutlaka. muhteşem olur bunların popülerleşmesi...

avukat diyordum, fena şey avukatın içeride senin dışarıda olman. bugün yeğenimi pizza yemeğe götürdüm, detayı siktiredin, 32 lira, biri paralı biri bedava sözde. neyse işte, beyaz bir hyundai, takipte, pizza boyunca gözü bizde, köşeye çekmiş. dedim alacaklar madem ya hesabı ödemeden ya çocuğun önünde değil. yok bende bir sorun, geçmişim nedir ki gene direnirim, burnu kırılmadan alamaz beni bir polis ve ama istemem yeğenimin üstlerine atlamasını, daha lisededir. ne diyordum, bana ar geliyor, avukatım içerideyken, marmara... bana ar gelmişti hatırlarsanız çocukları aldıklarında, yazmıştım burada. boş verin dünyanın en aptalı bizi ya, özgürlük, adalet ve ekmek istediğimiz kadarıyla.

bugün -eşliğinde kırmızı marmaranın- hacım anlattı twitter geyiklerini. liberal dinciye, dinci liberale, liberal kemaliste, kemalist dinciye, son hepsi solcuya... baba, ben yoruldum, onu diyorum. sevdiğim bir genç yazıyor "ideoloji saplantılı entelektüeller hiç çekilmiyor, özellikle marksistler" bence anti-marksistler hiç çekilmiyor. farkında mısınız, sizi birleştiren şey anti-marksizm çoğu zaman ve soğuk savaş da nihayete ermişken (sözde). bence asıl anti-marksistler çekilmiyor, asıl dinlemeyenler, asıl saçmalayanlar, asıl istikbal ve istibdad sahipleri orada, rasim ozan mesela.

tamam içiyor ve kendimizden geçemiyoruz. lakin siz ne vakit yitirdiniz düşündüğünden dolayı içeriden yatan adama saygı duymayı. merak etmeyin meraklı değiliz içeride yatmaya ve baskıcı rejim istemekle suçlarken bizi siz inanılmaz özgürlükçüsünüz, tanrı kadar inanın paşalar çükünüz, varolun (varlıkça varolşunda varlığın bütününde varolan olarak varolan nezdinde varolun).
"yeni bir şey yok!"
herhalde yok, bu kadar sık yenilenen bir hayatta neyi yeni kabul edebiliriz ki? bak şimdi, yontma taş ile cilalı taş arası herhalde üç bin yıl kadar çeker; bir bilgisayarın koca binayı doldurduğu ve bir megabyte hafızası olduğu zamanla terabyte kavramının bulunması otuz yıl tutmaz. o zamandan bu zamana, her güne başlanılan şey yeni. fakat soru şu insan ömrü bu kadar geometrik mi artıyor? hayır bittabiã® ki...

ömürden çok şey var mı bu dünyada ve neyi kıyaslasan ömürle hep uzun kalacak. insan ömrü, neolitik çağda herhalde 30-35 civarıydı, insan ömrü şimdi... ortalamaları sevmiyorum. geçelim rengini -madem ki kırmızı- insan ömrü dediğin nedir bu durmayan gelişimde. ve sen ve ben hiç inanmamışken ayrı bir cennete -inandığımızı söylediğimiz zamanlar fena yalan, cenneti nerede bulduğumuz malum- insan ömrünün içinde çok mu beklenmedik bir hatıranın on yıl sürmesi? bak bu soru işareti gerçekten burada ve şimdi!

ömürler belirli: sigara kısaltır, her akşam bir kadeh uzatır, kadehle iki sigara birbirini götürür, aşk hiç belli olmaz.

bunu birkaç kere anlattım -birkaç kere anlatmadığım hiçbir şeyi hatırlamam kırmızı marmara içimdeyken- kimlere anlattım, hatırlamıyorum ya da çok az hatırlıyorum; koku, çok acayip bir şey. bir insanın çok erken yaşta kaybettiği çocuğunu bulduğunda sırf kokusundan tanıyabileceğine inanırım mesela, üstelik bütün beyazlar birbirine benziyorken. bunu sana kanıtlamam gerekmez, gerekirse kanıtlarım. ben, orada bir yerlerde kaldım. bir gün, bir merdiven çıkıyordum, olmuş birkaç yıl kokunu almayalı, bir koku aldım -yıldız amfi olsa gerek yer- öyle bir çarpılma, şiir ya da öykülerde anlatılan, bunu canlandıramam...

sonra tabii zamanlar ve kadınlar oldu kokusuna aldandıklarım da. bak demiyorum daha etkilisini buldum, iyisi kötüsü ağırı hafifi ve virgül olmalı belki aralarında. bu nasıl tarif edilmeli, gençliğimde troy birası vardı, kokusunu ayırırdım tüm biralardan, olsa kırmızı çare olmaz, böyle açıkçası istemekle delirmek arası... yalan yok, rüyamda gördüğüm kokudur, yalan yok hayalini kuramam, yalanı geç ömür işte birkaç zaman daha ve kokuna ölüeceğim değişmeden çağ.

çağ hergün değişiyor, biz o kadar hızlı değil. ne kalıyorsa aklımızın köşesinde -yeminle cinsel olmasın çağrışımlarımız- kaldığı yerden zehirliyor zihnimizi.

bırçet soruyor, sabah kalktığımda bir deha mı görürmüşüm yazdıklarımda; sabah kalktığımda on beş yıldır aynı kokuyla uyanıyorum, sonrası korkunç uzay bırçet, dehama sıçayım.

sonrası kırmızı marmara, reklama bağlayayım.

her zaman yaşamak için bir çağ seçer insan, bence devrimci bir dönem olmalı insanın yaşayacağı çağ. peki neolitik? bence o kokuyla kabul edilebilir, tek taş bile yontardım mamuttan. sevme bir kere daha, nasıl olsa o zamana ölürüm, nasıl olsa ömür karşılamayacak çağı. ve bilhassa kırmızı.
bir şehrin en yağmurlu köhnesinde bırakıyorum seni, bir gözüm ümit, diğeri hüzün ve gelmiyor geriye anıları...

şaka lan! valla! şehir, hüzün, ümit, yağmur ve köhne (bonus: ıssız ya da yalnız) kelimelerini birleştirince illa bir şey çıkar, deneyin yanılmayın. bir de kartpostallar var, bak o fena değildi eskiden; biraz da yüksek belli pantolon ve vatkalar... herkes kendisine gelen kartpostalları biriktirirdi, adetten. ve ben ipin ucunun 70lerde kaçtığını öğreneli birkaç yıl anca oldu, bir arkadaşın kartpostal koleksiyonunu gözden geçiriyorduk (evet, bizim memlekette kızlar beni davet ediyor koleksiyon görmeye) almanya'dan 70lerde yollanmış kartlar (evet kız 70lerde varmış varlık olarak varolanın varoluşunun varlığında) böyle üç boyutlu falan. nasıl tarif edeceğimi de bilemedim şimdi, hani hareket ettirince resimdeki nesnelerde hareket ediyor ya, hani işte hareket ediyorlarmış gibi...

bak bir de bu "hani" sözcüğü var, en çok 'o' kullanırdı, sonra ceren çok kullandığı için biz gıcık kapmıştık da kullanmamıştı. bizim sözcükler bambaşka imtihanlarımız vardı, onun bana söyledikleri, benim ona dediklerim ve hepsi birden aramızda çok fazla yasaklı sözcük.

o değil de 80lerde kartpostallar vardı, meşhur, meşhurlu, meyveli, kızlı, üç boyutlu. 80lerde daha henüz şiir vardı, bu kadar zor değildi, bu kadar da ayakta sayılmazdı, daha ayaklanıyordu. 80leri sevmediğim belli de yine o vakit yazmaklar vardı, yaşmaklar bir de köye gittikçe.

90lar iyi, kötü ve çirkin. sonra işte bu ara yaşmaklar türban oldu, tek renk olsa da daha içten sayılacak şeyler renk renk tektipleşti. şiirler de öyle. bak ben sadece üç beş değil çok kelime söyleyebilirim sana şiir yazmak için birleştirmenle yeten. buna rağmen, herhalde senin kızın büyüdüğü vakit 2020 sonrası doğan nesili anlamadığını söyleyecek, ben o aralar yaşar mıyım hiç bilmem.

bir iş olsa şu ara, ah biraz işim olsa. çok becerikli olabiliyorum bazen, çok ustalıklar lazım bana bu ara.
/
tümünü göster