günün demi. demlidir türkiye'de gündem. ve oturmak kolay değildir. oturması zor, kalkması kolaydır. çünkü binlerce insan kuyrukta beklemektedir oraya oturmak için. bir gün herkes on beş dakikalığına ünlü olacak. oldu, oluyor.

hüseyin üzmez tutuklanmış. mahkeme kararıyla sabit olan bir suçu yok. üstelik mağdurenin ifadelerinde "edep yerlerimi öptü" dendiğine göre, bizim 'zorla cinsel ilişkiye girmek' karşılığı olarak kullandığımız 'tecavüz' kelimesine yer yok. fakat vakit karşıtı tüm gazeteler ve gazete yazarları şimdiden üzmez'i tecavüzcü ilan etmiş durumda. ihtimal çok düşükse de, bu şahsın beraati akabinde 'tecavüzcü, sübyancı' damgası vuranlardan birinin bile çıkıp tükürdüğünü yalayacağını sanmıyorum. aynıyla vaki zaten. bugüne kadar böyle bir örneğe rastlamış değiliz. çamur atılır; izi kalmasa da akıllara kazınan çamurlu elbise görüntüsü kalır.

bir de tecavüz haberleri gırla gidiyor şu sıra. nasıl ki deprem zamanları deprem haberlerinin milyon türünün haber değeri taşıdığı düşünülerek sunulduysa, şimdi de sübyancılığın, ırza geçme haberlerinin olağandan daha fazla yer kapladığını görüyoruz üçüncü sayfalarımızdan bile taşarak. oysa ben seri cinayet haberleri okumak istiyorum. aptalca işlenen bir suçtansa zekice işlenen bir suç her zaman daha makbuldür.

adamın biri öz kızını mahzene kapatıp senelerce tecavüz etmiş ve ondan 7 çocuk sahibi olmuş. buraya kadar tamam. ama haberi verenlere göre, hüseyin üzmez'in yaptığını iddia ettikleri eylemle bu adamınki birbirinden çok farklı. hayır efendim! bence hiç farklı değil. 10 yaşındaki bir çocuğa (bakınız 'kız' demiyorum. o yaştaki birinden bahsederken, hele ki cinselliğin mevzuubahis olduğu bir durumda, 'kız' diye bahsedemezsiniz.) yeltenmenin türü olmaz, olmamalı. aynı neviden fakat farklı dereceden hayvanlıklar bunlar. nitelik farkı değil nicelik farkı mevcut. de facto ahlak kuralları bakımından, 'ensest' ne kadar ahlak dışı ise, 'sübyancılık' da o derece ahlak dışıdır. bir şeyin ahlakın biraz dışında olması düşünülemez. ya içindedir ya dışında. ortası vardır diyenler kaypaktır.

*** *** ***

1 mayıs'ta istanbul'un taksim sahnesinde 'bilmemkaçıncı meydan muharebesi'ni seyredeceğiz. binbir türlü sıkıntısını, kum torbası telakki ettiği -ve ve ve korumakla muvazzaf olduğu- vatandaşı üzerinde uyguladığı şiddet vasıtasıyla gidermeye çalışacak olan polislerimiz, emniyet müdürlüğü binalarının altındaki salonlarında antrenman yapıyor şu an. ya da hayır. aylardır zaten antrenman yaptılar. dev maçlardan önceki gün antrenman yapılmazmış; polisimiz için de bu kural geçerli.

vali güler yine yapacağını yaptı ve ağzımızı bırakıp uygunsuz uzuv ve organlarımızı kullanarak güldüğümüz bir beyanat silsilesinde bulundu: "taksim'de gösteri yapmak istanbul trafiğini felç eder"miş. şimdi, allah aşkına, okuma yazmayı yeni söken bir çocuğa (bu çocuğu da ne sömürdük yıllar yılı) söyleseniz güler buna. taksim'de gösteri yapılması yasak diye, çok mu rahat akacak trafik? her tarafı kapandı yine istanbul'un. şişli'den şişhane'ye, beşiktaş'tan eminönü'ye kadar her yer trafiğe kapalı olacak. şehir hatları vapurları çalışmadığı için herkes köprülere yüklenecek ve örneğin birinci köprü trafiği göztepe, ikinci köprü trafiği bostancı'ya kadar tıkanacak. bu mu sizin istanbul'u muhafaza etme anlayışınız?

ama vali bey zaten ikinci ve devamı cümlelerinde hemen can simidine sarılıyor: "yapılan istihbari çalışmalarda, 1 mayıs eylemlerinde provoaktif (radyoaktif gibi oldu bu) ve bölücü (yahu biz bölünmeye ne kadar teşneyiz arkadaş! bir kere bölününce bir daha hiç biraraya gelememekten korkuyoruz sanırım. pkk'nın kanlı eylemleriyle, öldürdüğü binlerce vatandaşın acı hatıraları yüzünden bölünmeyen koskoca vatan, üç beş kişinin attığı sloganla bölünebilir mi? varsın ne istiyorsa söylesin. illa senin istediğini söyleyecekse, buna çoğulculuk, demokrasi diyebilir misin? ama kimin umrundaki tüm bunlar. kanunun bile kabul ettiği tek tip vatandaş türü var zaten.) eylemlerde bulunulacağı bilgisine ulaşılmıştır. bu tür eylemlerin önüne geçmek için..." gerisi malum-u aliniz efendim.

bir de 'isimlendirme' çok büyük önem taşıyor aslında. valiliğin, emniyetin 1 mayıs'a yönelik tasarruflarını nasıl adlandırdığımız. dikkatle değil, gelişigüzel konuşurken ne diyoruz? "alınan önlemler neler acaba?" evet, birçoğumuz aynen böyle söylüyor. oysa "konulan yasaklar neler acaba?" demeliyiz. yasaklar kanımıza işleyip gayet sıradanmış gibi algılandığı için bize anormal gelmiyor bütün bu kepazeliğe 'alınan önlem' demek.

gündem karmakarışık. yarın iki tane duruşmam var, ben nasıl yetişeceğimin derdindeyim. biber gazı solumuş ve gözleri yaşarmış biçimde çıkmak istemiyorum hakim karşısına. polisten tokat yemek istemiyorum. taksim'de kaçışan emekçileri, hareket eden her şeye vurmak üzere programlanmış 'robocop'ları görmek istemiyorum. yöneticilerin ikiyüzlülüğü bırakmasını istiyor; anayasa'da yer alan 'toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı'nı, keyfi uygulamalarla sınırlandırmalarını, beni sinirlendirmelerini. istemiyorum...
öz kızına senelerce tecavüz eden, torunları aynı zamanda çocukları olan zalım babanın dehşetine düşmüş durumda dünya. 50 yıl sonra filme çekildiği zaman bu senaryo "yaşanmış bir olaydan beyaz perdeye uyarlanan" biçiminde lanse edilecektir, bundan kuşku duymuyorum.

hadiseyi neresinden tutsak elimizde kalır. adamın karısı böyle ekstrem bir sapıklıktan nasıl haberdar olmaz? ki haberi olduğu da söyleniyor. hücre olarak kullandığı bodrumun elektriğini komşusunun kablosuna 'saplama' tabir ettiğimiz türden veya 'kısadevre' tabir edilen biçimde komşusuna 'ittiren' bu cani adamın bön komşusu "meğer senelerdir faturalar o yüzden yüksek geliyormuş. evde hiçbir elektrikli cihaz vs. çalışmadığı zaman bile saat fıldır fıldır dönüyordu" demesin mi? ben şahsen böyle bir açıklama yapacağıma intiharı yeğlerim. be salak insan, ortalama bir zekaya sahip olmayışınla, suça ucundan kıyısından bulaştığını fark etmiyor musun? söylediğin üzere, belki yıllar önce ortaya çıkacaktı bu facia. 18 yaşına geleni de dahil, bodrumdan gayrı yerde yaşamamış, gün ışığı almamış, dere tepe, bulut görmemiş, aralarında homurtuya benzer sesleşmelerle anlaşan -insan- çocukların maruz kaldığı ve kıyamet alameti sayılabilecek kadar büyük günahlardan olan bu eylemin vebalini sana da sormayacaklar mı?

**** **** ****

artık köprülerde paralı geçiş diye bir geçiş türü yok. aylardır söyleniyor. buna rağmen, yasağın devreye girdiği gün köprü gişeleri allak bullak oldu. ogs veya kgs sahibi olmayan araç sahipleri uzun kuyruklar oluşturdu, trafiği felç etti. haber spikeri, kuyruktaki şoförlere mikrofon uzatıp soruyor "ogs cihazınız yok mu?" diye. malumu ilam yani bir nevi. adam da "yohtır" diyor. işte bu adamı istanbul dışına siktir edeceksin, bir daha da almayacaksın. hadi kuyruktaki 100 kişiden 5 tanesi gündemle hiçbir şekilde alakalı değil, her gün kullandığı gişelere, şehrin muhtelif yerlerine asılan uyarı yazılarını da okumamış; bu yüzden de paralı geçişin kalkacağından bihaber diyelim... peki 100 kişiden 95 kuş beyinli, 95 yarım akıllı neye güveniyor? bu aptallara yapılması gereken muamele şu: araçlarını bağlayacaksın gişelerin orada; çekeceksin otoparka; ciddi bir ceza yazacaksın; onu ödemeden de trafikten men kaydını kaldırmayacaksın. ama yok... öyle bir ülkeyiz ki biz, öyle vatandaşlar ki bu arkadaşlar, bir musibet değil bin musibete uğrasalar yine de akılları başlarına gelmez. derdi günü, günü kurtarmak olan, günübirlik yaşayan bu insan bozuntularına "yaşadığınız şehir sadece size değil, sizden sonraki nesle de aittir" derseniz, boş bakışlardan ve müstehzi gülüşten başka neyle karşılaşabilirsiniz ki?

**** **** ****

1 mayıs taksim meydan muharebesi bağıra bağıra geldi ve geçti. 1 mayıs'a duruşma günü veren hakimlere içimden ne güzel dualar ettim. kelimelere dökmek istemiyorum, kelime dağarcığınızdaki en latif kelimeleri özenle seçin ve bu sevgili hakimlere ithafen kullanın. vapurlar çalışmadığı ve trafikte neler olacağını kestiremeyeceğimiz için, duruşmadan 1 buçuk saat evvel levent'teydim. duruşmalar bittikten sonra üstadımı aradım ve taksim'e otobüsle vardığını söyleyince şaşırdım. otobüsler meydana girmese de ışıkların orada filan yolcuları indirip ring sefer yapıyormuş. iyi bari dedim. adliyenin önündeki duraktan mecidiyeköy'e giden herhangi bir otobüse bindim. oradan da taksim'e geçeceğim. metro zaten şişli'den ötesine geçmiyor, önceki günden konulan bir yasak zaten bu. fakat o da ne? gayrettepe çıkışı ve mecidiyeköy girişi araç trafiğine kapatıldığı için otobüsten inmek zorunda kalıyoruz. ve zorlu parkur başlıyor: mecidiyeköy'e kadar bir sorun yok fakat sonrası felaket!

cevahir alışveriş merkezi'nin oraya geldiğimde, cevahir'in yan sokağında, rumeli caddesi'ni dik kesen sokakta üç adet duman kaynağı görüyorum: biber gazı bombaları. olan biteni ilgiyle izliyorum. derken caddede hareketlilik başlıyor. az evvel cumhuriyet gazetesi'ne çıkan sokakla caddenin kesiştiği yerde 'biji'li slogan atan grup, bizon sürüsü gibi kaçışmaya başlıyor: herbiri 110 metre engellide koşar gibi, çok hızlılar. panzer kadrajı kaplıyor ve kırmızıya bulanmış su ile ferahlatıyor mayıs sıcağından bunalan göstericileri. cadde kenarından ilerliyorum. polis kordonu ile karşılaşıyorum. kordon caddeyi boydan boya kaplamış durumda. sol kısma doğru ilerlerken kordonu aşamayıp geri dönen insanlarla karşılaşıyorum. kimliğimi çıkarıp ofisimin taksim'de olduğunu söylüyorum, "buyur" ediyorlar beni. bu ne incelik diye düşünüyorum. şişli camii'n önüne geldiğimde ikinci kordonla karşılaşıyorum. kordona yaklaşırken gözlerim dolmaya başlıyor. neden duygulandın a benim yufka yüreğim diyorum. bölücü örgütlerin vatanı bölmesine kahramanca mani olan polisin cengaverliği mi duygulandırdı seni diyorum. meğerse bibergazı denen illet yüzündenmiş. yanımda bir kadın da benle beraber ağlamaya başlıyor. ama onunki sesli ağlamak. sitem ediyor devlete, ağlayışlarla kesilen cümlelerle. telefonum çalıyor, şişli camii'n öte yanında ofisi bulunan bir dost. durumu arz ediyorum, boğazım, gözlerim, burnumun direği alev almış, güçlükle konuşuyorum. mola verip yola devam ederim diye düşünüp 'sığınma' talep ediyorum ofisine, buyur gel diyor.

osmanbey civarında artık polis kordonu sayısı artarken, kordonun 'yarılabilirlik' derecesi de düşüyor. avukatlık kimliği de fayda getirmiyor. çünkü caddenin ileriki kısmında çetin çatışmalar var. panzer ve bibergazı bombaları iş başında. aynı kordonun en solundaki görevli polise meramımı ilettiğimde "lütfen ara sokakları kullanın, caddede durum pek tekin değil" derken, en sağdaki polis "buyrun geçin" diyor. işte türk polisi'nin, memurunun özeti bu! inisiyatif kullanma konusundaki standardizasyon eksikliği. vay be, ne tanım!

ara sokaklardan ana caddeye çıkma bakımından her girişimim hüsranla sonuçlanınca izlediğim rota bir 'ara sokaklar zig-zagı' oluveriyor. haliyle kat edilen yol ve sarf edilen zaman hayli artıyor. umulandan çok daha geç vakitte varıyorum ofise. kanlı olma yolunda hızla ilerleyen 'gazlı' bir 'bir mayıs'ta, bir 'bir mayıs gazisi' olarak ve düzene, düzenlere söverek...
yine dopdolu bir gündemle birlikteyiz sevgili okuyucu.

arçelik'in anneler günü için hazırladığı reklamda yer alan on adet 'anne', fotoğrafları müstehcen bulunduğu için milli gazete tarafından sansüre uğradı. haber başlığını okuduğumda "acaba gözlerine siyah şerit mi çektiler" sorusu belirdi kafamda. ama gördük ki, kısa kollu t-shirtler uzun kolluya çevrilmiş; halihazırda dizaltı olan etekler bileklere kadar indirilmiş. sansürlü ve sansürsüz fotoğraflar alt alta koyulduğunda "iki resim arasındaki zihniyet farkını bulun" oyunu oynanabilir:

1- milli gazete, bu reklamın aşırı dozda 'günah' içerdiğini düşünmüştür. milli gazetenin düsturu "ana bir bacı iki, gerisine ver tikky"dir.

2- senelerce ıssız adada kalan hayali kahraman robinson'u bile tahrik etmekten uzak söz konusu fotoğrafı görüp kendinden geçen dinibütün tayfa, reklamı hiç yayınlamamak yerine, sansürleyerek yayınlamak yolunu seçerek "ben paramı alırım. paranın menşei beni bağlamaz" demekte; kendiyle çelişmektedir. zira bu eylemiyle günahkar arçelik'in günahına ortak olmuş, cehennem otellerinden çift kişilik bir suit rezerve etmiştir. öyleyse yarın, esrar ticaretiyle vole vuranların reklamını almakta da beis görmeyecektir bu gazete.

3- tamamiyle çıplak olan, her uzvu teşhir edilen edepsiz robot çelik görmezden gelinmiş, milli gazete kadınlara bakışını ironik biçimde açıkça sergilemiştir.

sıkıldım bu meseleden. lahmacun cinayeti var sırada. taksim'den aksaray'a giden dolmuşta, lahmacun yiyenlere 'yememeleri' yönünde telkinde bulunan kişi, tartışmanın büyümesi üzerine tepebaşı mevkiinde, lahmacun yiyerek gücüne güç katanlarla beraber dolmuştan tard edilmiş; akabinde büyüyerek sille tokat kavgaya dönüşen tartışma sonucunda bıçaklanarak kan kaybından ölmüştür. acı bir olay.

fakat yerinde ben olsaydım, kokudan bayılacak olsam yine de o insanlarla muhatap olmazdım. gecenin o vaktinde, tarlabaşı cumhuriyeti'nde böyle bir tartışmaya taraf olmak, kefenini cebinde taşımak anlamına gelir.

geçenlerde kabataş-kadıköy vapuruna binmek üzere iskeleye girdiğimde ne göreyim: iğne atsan yere düşmeyecek durumda olan iskelenin içerisindeki oturaklarda oturan üç genç sigara tellendiriyor. şimdi, bu durumda yapılması gereken nedir?

a) sigara içenlere yaklaşılır ve gayet medeni bir dille, söz konusu mahalde sigara içmenin yasak olduğu anlatılır. çıkan kavga sonucu yaralanılır hatta ölünür.

b) iskele görevlilerine ihbarda bulunarak sigara içilmesini önlemesi sağlanır.

c) görmezden gelinir ve sigara dumanı sineye çekilir.

a şıkkının ilk cümlesi zaten paradoks. iskelede sigara yakan birine, medeni şekilde bir yaklaşım mümkün değildir. yaklaşım belki mümkündür fakat alınacak karşılık, ali sami yen'e getirilen aslanın verdiği tepkinin bir benzeri fakat iğrenci olacaktır.

aynı şekilde, hareket kabiliyetinin bile olmadığı ve içinde on kadar insan bulunan dolmuşta lahmacun gibi kokusuyla genç kız bayıltılıp kaçırılan bir yiyecek yiyen kişiye uyarıda bulunulmaz. bu çok bariz bir durum çünkü. dolmuşta lahmacun yiyen adam, emanetsiz gezmez o vakitte. ekosistemde hayvandan hemen üstte yer alan (ki bazı hayvanların daha üstte yer aldığı, standart sapma bulunduğu ayniyle vakidir) bu insan azmanlarının bu yaştan sonra eğitilmesi mümkün olmadığından, bence affı kabil olmayan bir ceza ile, müebbet hapisle cezalandırılmaları gerekir.

içkiliymişler, hap atmışlar abisi. mazeret mi bunlar? bilakis katalizör. hap alıp suç işleyene daha çok ceza vereceksin. ah, bütün suçlu toplum aslında. devlet, o insanların eğitilmesi için gerekli ortamı sağlamadı. aslında ceza hukukunda tam da böyle bir teori var yüz yıl öncesine ait. asıl suçlu, o çocukları 'çıkaran' anne maalesef. hatta baba. hatta tanrı. hatta kutsal ruh!

hülasa, can sıkıcı haberler gündemde. yaşanılır olmaktan giderek sıyrılan, giderek şirazesini kaybeden bir memleket olup çıkıyor türkiye.
kurbağadan al haberi! çin'de meydana gelen depremden günler önce toplu halde göç eden kurbağalar gündeme oturmuş durumda sevgili okuyucu. depremin, fay hattının sabrının taşması sonucu oluştuğunu düşünürsek (amiyane), suni yaşantısı ile doğadan uzaklaşan insan yerine, gayet doğal ortamda 'vırak'layan kurbağaların depremi bir zaman önce sezmesi gerçekten tuhaf mı geliyor size? bana hiç de gelmiyor yukarıda açıkladığım sebeple. gün gelecek, tabiat medeniyeti yutacak olric.

deprem bezirganları için işbaşı vakti de gelmiş oldu. çin'deki dram, birmanya'daki kasırga felaketini satır aralarına itiverdi. birmanya'da ölenlerin, cunta yönetimi altında olduğu için felaketi katmerli biçimde hisseden 'yarım kalmış' sağlarınn canı patlıcan olduğu için kıymet görmüyor.

biliyor musun sevgili okuyucu, dünya üzerindeki tüm bu felaketlerin yaygınlaşması kıyamet alameti gibi geliyor bana. zaten ol şehr-i ısdanbul ki, her yerinde vinçler var, durmadan inşaat yapılıyor. bina ve zina artacak mı deniyordu kutsal kitapta, işte ondan. zina istatistiklerini tutamadığımız için durumu netleştiremiyoruz bir türlü. fakat müsterih olun: teknoloji, saniyede gerçekleşen zina sayısını tespite elverişli hale geldiğinde, sitemizin sağ üst köşesine bina, sol üst köşesine de zina sayacı koyacağız. tabii alt tarafa da kıyamete kaç gün kaldığını gösteren bir ibare eklemeli. siz değerli okuyucularımız boşuna uğraşmasın, artan zina ve bina sayıları ile kıyamete kalan gün arasındaki ters orantıdan isabetli çıkarım yapmak içün.

17 ağustos depremi vuku bulmuş olmasaydı, açıkça söylüyorum 'nah' manşete taşınırdı çin'deki deprem. medyamızın ölen insanlara bakış açısı değerlendirildiğinde, 17 ağustos depremi öncesi gerçekleştiğini farz ettiğimiz çin depremi sonrası kullanacağı haber metni üç aşağı beş yukarı şöyle olacaktı: "kişi başına düşen gelir epey arttı: çin'de deprem."

19 mayıs gençlik ve spor bayramı'nı idrak etmemize sayılı günler kaldı. sevgili hükümetimiz, iv. murat'ı aratmayan bir kanun ile, bugüne dek eşi görülmemiş bir sigara yasağını yürürlüğe sokuyor. peki, gündelik hayatımızda neler değiştirecek bu kanun. peki bu bilgi gerçek hayatta ne işimize yarayacak yani?

artık meyhanede rakı içerken sigara içmek tarihe karışacak. çünkü meyhane, bar gibi yerlerde sigara içmek bu kanunla yasaklandı. meyhanecilerin, işleri sekteye uğrar uğramaz soluğu taksim meydanı'nda yapılacak geniş çaplı bir protesto gösterisinde almasını öngörüyorum. zira içki içilen ve fakat sigara içilemeyen bir yer, tiryaki tabir edilen insanlar için görülmemiş zulümdür. şarkının da bir esprisi kalmadı. ne diyordu:
"benim en iyi dostum
içkim, sigaram
onlar da terk ederdi
olmasa param"

artık kanun zoruyla terk-i diyar eyliyor sigara. böylece sigaradan artanla birkaç bira götürür güfteci. fakat cennetmekan değil miydi o? cennet bahçelerinde tek yasak elmaya canım...

şahsi kanaatimle noktalayayım: dünyanın gelmiş geçmiş en sert kanunu'nu yürürlüğe koysanız, kanunu uygulayacak olan idareciler kaypak olduktan sonra, bir tesiri olmaz. bu yüzden bu sigara yasağının da kağıt üzerindeki kadar ürkütücü olacağı zannında değilim. halihazırda istediğiniz devlet dairesine gidin: vatandaşa yasak olan sigara, memura serbest durumda. üç ay sonra benim kuracağım cümle de üç aşağı beş yukarı iki sağa dört sola şöyle olur: "yasak yasak diyordunuz, onu da gördük!"
danıştay'ın eski başkanının görevi nihayet bulunca, 7 gün süren seçimler sonucunda başkanlık yarışı sonuçlandı. mahkemeye yapılan silahlı saldırı esnasında yaralanan 1. daire başkanı mustafa birden, danıştay başkanlığı'na seçildi. vatana millete hayırlı olsun.

adettendir, başkan olanlar vizyonlarını sergilemeseler de misyonlarını açıklama ihtiyacı duyarlar. filmimiz burada kopuyor. mustafa birden, hayli heyecanlı olduğu gözlemlendiği basın toplantısında şöyle girizgah eylemiş mükalemesine:

"ulu önder atatürk'ün ilke ve devrimleri yegane rehberimizdir.""

türkçe'ye çevirirsek: atatürk'ten başka ilah yoktur ve biz hakimler de atatürk'ün kulları ve elçisiyiz. amin. olmaz, "amin" derseniz laikliğe aykırı davranmış olursunuz (bir kere de yazıyı sulandırmayayım diyorum fakat olamayor).

yanlış okumadın sevgili okuyucu. dünyanın en aydın insanlarına yaraşan hakimlik mesleğine mensup bazıları, körü körüne 100 sene öncesinin ilke ve devrimlerine bağlılık andı içiyor kana kana. diyelim ki ben atatürk'ü eleştirdim, devrim ve ilkelerini yerden yere vurdum. ifade özgürlüğü var ya hani. bu adamın önüne çıksam (ah nasıl da hakaret ediyorum zat-ı alilerine), bana karşı objektif olabilir mi? hadi olmayacağı ortaya çıktı diyelim; tarafsız olamayacağını anladığında davadan el çeker mi? el cevap: hayır! milyon kere hayır, milyar kere hayır (bülend bakiler havası da katalım, eksik kalmasın).

akabinde gelen cümlenin alt metnini de müsaadenizle ifşa etmek istiyorum. cümle şu:
"milleti adına yargı yetkisini kullanan danıştay ve onun mensuplarını yücelten en büyük güç, yüce türk ulusunun sevgi ve güvenidir."

işte size, meydanlarda seçim çığırtkanlığı yaparcasına girişilmiş bir açıklama. yazık. ayıp. seçmenine hitap eder gibi konuşan sayın başkan, esasında "biz üç ana erk'ten biriyiz. yasama ve yürütme gücünü ne kadar halktan alıyorsa, biz de gücümüzü o kadar halktan alıyoruz". yanlış. hakimler halk oyu ile göreve getirilmezler. ve uygulamakla muvazzaf oldukları kanun hükümleri bizzat halk tarafından ihdas edilmiş değildir. öyleyse bu velvele neyin eseri? bu yanlışlıklar silsilesinin özü, kendini yalnız hissetmek olmasın sakın?

ama hakimler yalnız kalmaya alışık olmalı; bunu mesleğe adım atarken hepinize öğretmiyorlar mı? göreve geldiği yöre halkı ile fazla kaynaşmasın diye hakimlerin görev yerleri sıklıkla değişmiyor mu? kanuni bir yalnızlık mevzuu bahis yani.

gelin itiraf edelim (ertuğrul özkök'ü anmadan olmazdı doğrusu): hakimin tanrısı kanundur arkadaşlar. hakim kanunun kulu ve elçisidir. olmak durumundadır. ama öyledir, ama değildir; olmak durumundadır. kanunu koyan da yasama organı olan meclistir. danıştay'ın asli görevi, atatürk ilke ve devrimlerine bağlılık yemini etmek değil, kurallar hiyerarşisinde kanundan daha aşağıda bulunan kuralların kanunlara uygunluğunu denetlemek ve idare tarafından yapılan işlemleri önüne getirildiğinde kanun çevresinde denetlemektedir.

hiçbir somut uzantısı kanunda yer almayan ilke ve devrimlere bağlılık yemini etmekle, kuvva-yı milliye derneği'nin kendi çapında bildiri veya sözleşme oluşturması ve üyelerinin bu sözleşme ve bildirilere sadakat yemini etmesi arasında zerre fark yoktur.

zaten bir hukukçu olarak ben bile güvenmiyorum hukukun üstün olduğuna. adliyeyi rüyasında -ki o da kabus olarak- gören vatandaş nasıl güvensin. şu rezil tabloya bak... utanıyorum sevgili okuyucu. ar damarı çatlamış olanların, yediği kaba işeyenlerin yerine. ben...
bir kadın, sevgilisini öldürtmek için kiralık bir katil tutmuş ve fakat bu katil, sevgilisinin ahbabı çıkınca gayet tabii katletmemiş adamı. sonra da kadın soluğu karakolda almış ve 25 bin yetele verdiğini ama karşı tarafın üzerine düşen vazifeyi ifa etmediğinden dem vurmuş. dinsizin hakkından imansız gelir sözü cuk oturuyor aslında hadiseye.

hukuken kadının durumu ilginç geliyor. fakültede verilen en ekstrem örneklerdi bu gibi örnekler. medeni hukuka göre, ahlaka veya kanuna aykırı bir iş yapılması uğrunda karşı tarafa bir şey veren kişi; karşı taraf edimini yerine getirmediğinde o şeyi geri isteyemez. borçlar kanunu'nun 19 veya 20. maddesinde filan da açıkça yazar bu kural.

o bakımdan kadının boşuna para peşinde koşması anlamsız. peki ceza hukuku bakımından ne görünüyor? savcılık bu durumu bir çeşit itiraf olarak görür veya gazete haberlerini ihbar kabul ederse; kadın cinayete azmetmeye teşebbüsten; kiralık katil de cinayete teşebbüsten yargılanabilir. ancak ben hakim olsam; ortada henüz teşebbüs değil 'hazırlık hareketleri' olduğundan sanıklara ceza vermezdim. yine de tartışmalı bir konu tabii.
"kuşkusuz içinizde olanların en içlilerine emanet ettik biz gündemi, ve ancak onların boşluğundandır ki bazılarınızı vekil tayin ettik."
futur-i lanethiye bölüm 7...

uzun boşluklara, bekletmelere, aksatmalara alışık bir sistem laneth, alışık olmasa fark edecek değildi ya, nasılsa alıştırmışlar diyerek gönlümüz ferah arayı uzatabiliyoruz. sonrasında da arada olmuş hadiseleri teker teker kaybolmuş sayfalarda aramak yerine yopyekun elden geçirip kişisel tarihlerimizin balık hafızalı akvaryumununda yemleyebiliyoruz. böylece "chp'nin bilmemnere mitinginde baykal'ın kafasına pisleyen ak güvercin hakkında komplo teorileri" gibi başlıkları arayıp bulmak, düşündüklerimiz daha önce yazılmamış olsa bile binikiyğzyirmiyedinci entry olarak girmek durumunda kalmıyoruz. elbette tüm bunlar bir şey ifade ediyor mu, okuyan var mı, okuyunca etkilenen varmı, still cursed'e huşu gözyaşları içinde varıp ve dahi eteklerine kapanıp dergaha dahil olan var mı? sanmam. yine de bir türlü alışıp tutmadığımız günlüklerin yerine koyduğumuz birşey olsun, küçük kardeşler de uzun uzadıya çekmece karıştırıp aramasınlar. başlayalım artık.

***
laneth'e son uğradığım zamanlardaydı, biraz kalp kırmışım. bosnianla ayrı caddelerde birbirini kesen taraftar grupları gibi karşı karşıya kalmışız, ben düşünmeden sallamaya çekip dalmışım. tabii ki bu çirkin olay esasen sahaya yansıyıp sorunu değiştirmedi, kürt açılımı yerli yerinde ve güzellemeler eşliğinde kürtler'in anası belleniyor memlekette. yine de bosnian'dan özel mesaj yoluyla dilediğim özürü burada herkesin içinde tekrarlar, sallamanın ters tarafıyla vurduğum kemiklerinin sızısını paylaşırım.

***
kürt olarak doğmak ve açılım konusu olmak üzerine birşey dile getirmek istemiyorum artık. hele de bu kadar hassas bir dönemde (hassas olmayan bir dönem gösterin bana, bu ülkenin adaet kanaması her gündür) bursaspor taraftarına kendini bu kadar yakın hisseden biri olarak. yeşil ve beyaz'ın içiçe girdiği tek statta ve çok uzaklarda yeşilliklere yayılan kan deryasının içinde artık kendisine ait sayılamayacak parçaları birleştirilen bir kardeşim sessizce ölürken. ceylan üzerine söyleyeceklerim vardı, söylemenin ölmekten kolay hale geldiği bir çağda susmak daha büyük erdem gibi geldi. zaten biliyorsunuz ölmese aklımıza bile gelmezdi mezrada koyun otlatan beyzbol şapkalı kız. ergenekon mu dediniz, demokrasi mi, siktiringidin!

***

mardin'de bir köy katliamı örgütlenmişti, dumanı daha taze olmalı, epey de bir yorum yapılmıştı. sanıyorum gündemden kalkmış olmalı ya da konuyla ilgili bütün sosyolojik bulgular toplanmış, gerekli bilimsel yayınlarda yerlerini almışlar ve rafa kaldırılmışlar. hakan şükür bu çocuklarla bir futbol maçına çıktı, çocuklar çok sevinmişler, şükür çok mutlu olmuş. küçük emrah'tan sonra en popüler mağdurlarımız hazır artık, amcalar ölmüş analarının ırzına geçerken şekerci amcalar onlara hediyeler versin. ve vicdan, bana sorsanız o da bir kadın adı.

***

imf istanbul'a gelmiş, bundan sonra da hep gelecekmiş, aferin onlara. sonunda solun en zayıf olduğu ülkeyi, sömürülenlerin "engelleyemeyip zevk almayı" her nasılsa öğrendikleri ülkeyi bulmuşlar. dolaylı vergiler ve ek vergilerle en fazla kanlarına girdikleri iki kesim esnaf ve gençlik polisle birlik olup eylemci sopalamış.
bilemeleri gerek her eylemci ayakkabı atmayla yetinmez, biz de ne madenler var. keza döner sap döner keser, diye bir söz var.

***

istanbul'u sel götürmüş, ölen ölmüş kalanlar kaldıklarıyla kalmışlar. bu sefer emekçi'den gelsin: "yıkılası istanbul!"
devam da etsin: "temel'e oynuyorlar kamil!"

***

pelin batu, orta koltuktaki yerine geri dönmüş, zahmet oldu! uyumak için uygun bulduğu yere kıvrılabilir, biz izlemiyoruz zaten.

***

still cursed, laneth'i halka arzetmeye karar vermiş, imkb ve spk'dan onay bekliyormuş. hazırlıkların tamamlanması sürecinde ekşi sözlükte yoklama ile okur sayısında fahiş artışlar planlamış, görenlerin yalancısıyım 1200lere kadar çıkmış kimileyin okur sayısı.

***

yeni filmler gelmiş, kedi yokmuş, yeni kitaplar basılmış. üşenmedim aldım bir iki tane, sonra anlatacağım, ama ipucu şudur maalof lütfen sadece roman yazsın.

***

beni bu hilelerinle alt edememişsin ey dünya, yediğim kazıklar götümden yağlı yağlı çıkarken, sana hala sıkı sıkı tutunuyorum ve ekmek parasından öte intihara üşeniyorum. beni ne tokatlarla büyütmüşsün ey dünya, sana bileniyorum yine de ölmeden önce kararlı şekilde askerlik yapmaya niyetleniyorum. bana dünya daha ne acılar biçmişsin, arkanda ellerin ikisinde de saklılar biliyorum, ama bir yolunu bulup mızıyorum, bak oradan ötede 14 saat orman içinde uyuyakalıp hepsinden sıyrılıyorum. bir bışak al gel, emanetbilekler getiriyorum, bir bıçak al gel, mangalımdaki külleri ikiye bölüp sana adıyorum. gel de bakalım, bir hesap çıkaralım.

***

sahi öldü mü be ceylan?
üç tek attım sarhoş oldum ayak üzeri...
hala ramazan, hala lanetli -burada küfür kullanılarak bitirilebilir cümle, nokta niyetine. ramzan davulcusu hala geceleri, hala uyandırıyor. üşenmedim sesini kaydettim, inanmayanlar için, ama daha da niyeti bozup kafa derisini getireceğim size. inanmayan var, ben öyle kalkıp kalkıp yazarım. ha akşamüstü kapıya geldi bahşiş almaya, donla çıkacaktım, giyinmeye meylettim -homofobik espri yok, gülme- çıkana kadar da bastı zile eşşoğlu. apartman ortasında bol ekolu azarladım sıpayı. daha da diyecektim de üst kata doğru kaçtı. ayrıca kaynak aldı gözümü, not etsin.

***

arada tatil falan yaptığım oldu. ege'de ramazan pek bulunmuyor arkadaşlar, hala börülce, hala bira var. deniz de fena değil hani, çarşaf diyeceğim, mübarek ay diye bozulan olacak -daha uzatman bu bahsi, tadı kaçıyor, valla! ama ege güzel yani. iki alman kız vardı yanaşır oldum, bir iki çene falan, meşrebimiz uymuyor almancaya anam, dilsiz de tavlanmıyor. "du bist eine strasse" dediler ya da ben öyle anladım, küfür mü ettiler, biri desin.

***

tatil bgereketli hadise tabii. bir önceki deneyimizde araba devirip, hatta onunla da yetinmeyip türlü türlü badirelere bulaşınca -15 gün önceydi, soğudu o- böyle aileli tatil iyi geliyor. ilk akşam okey oynadık, ben içtiydim, üttüler, ikinci akşam karpuz yedik, üçüncü akşam manita yaptım, deh ettim aileyi viraneden. manita yaptım deyince inanmayanlarınız çıkacaktır, "iki senedir buradasın, çok methetmişlerdi, bir icraatını göremedik" diyenleriniz olacaktır; bre mendeburlar diye seslenmeık isterim zat-ı allerine. manita iyi yalnız, bildiğiniz gibi değil. gülçin santırcıoğlu'na benziyor, böyle deyince fantastik bulanlarınız olacaktır, vre bir işinize gücünüze deyi kolçaklamak isterim kendilerini.

***

tatil dönüşü iş çok bir tatlı geliyor. iki günde bronz ettiğim adalelerimi sergilemek için çıplak çalıştım afedersiniz, yalnız kaynağın ışığı solaryum etkisi yaptı, biraz karardık. cayırdayınca yoğurt, e biraz da her zamankinden efendim, affola, üstelik still ramazan. yalnız az zamanda çok işler yaparaktan tatil dönüşü... işin amına koyim yaw!

***

referandum kafasına çok yordum dilimi, dimağım dışarıda kalınca sustum az. memleket almış yürümüş, hesaplaşmadır falandır... lan biz dedik diye kafamızda cop kırdınız utanmazlar! 12 eylül'ün de akp'nin de -önceki paragraflardan tamamla.

o değil de ilk defa sandığa gidip hayır oyu atayım diyorum, gündemim bu değil ama diyorum.

***
yarın yine işe gideceğim, direk yaptık, halısaha direği, onlar boyanacak. bir de kasa numunesi vardı, o düzeltilecek falan. yine akşam çıkarken ellerimizi yıkayacağız, yine arada bir yerlerde çay molası verirken, dışarı çıkıp oturanlar olacak. ben boya yapacağım, tinerden kafayı bulup, buraya gelip saçmalayacağım. ha ondan önce manita, neden onla konuşmadığımı soracak -bık bık- hepten kızıp buralara döküleceğim. yalnız bakmayın şikayet ettiğime manita -apriori halleri- bık bık ediyor da sağlamdır aslında, belki oy vermem o dese mesela.