bir gazetenin pazar eki için yazmıştım. lakin karakter sınırlamasına takıldığı için epey bir kısaltıldı. mümkün olursa bu başlıkta heterofobi (kimileri xenofobi diyor) konusuna devam ederiz.
adettendir bursasporlu sayılırım.

****

güncel bir örnekle bir sosyal patoloji olarak heterofobi

10 mart pazar günü, bir grup bursaspor taraftarı faşist besleme, 8 mart mitingi'nden dönen kadınlara kadıköy'de saldırdı. böyle bir alçaklığı, insanlık değerlerinden bu derece uzak bir davranışı açıklamak için yeryüzünde evrensel olarak kabul edilen tek bir terim bulunuyor: faşist! yazık ki biz de sigara içme yasağını savunmak bile faşizm addedilir hale geldiği ve ırkçılıkla fena halde harmanlanmış milliyetçilik hoş görülür olduğu için bu tabirin ağırlığı yeterince anlaşılmıyor. olsun, biz 'faşist saldırı' demekle söyleyebileceğimiz en ağır şeyi söylediğimizi belirtmiş olalım, zira yazının devamında bahsedileceklerden ve yazarın kimliğinden ötürü sonrasında -her nedense- bu taraftarları savunduğumuz yönlü bir ithamla karşılaştığımızda ne demek istediğimizi baştan anlatmış olmanın rahatlığına sahip oluruz.

saldırının ardından

saldırı sonrasında bdp kadın meclisi, bursaspor'un kapatılmasını istedi. vakanın kulüpten bağımsız ve münferit olduğunu söylemenin gereği yok, yine de sorunun çözümünün kulübün kapatılması olmadığı da ortada. iş o kerteye geldikten sonra türkiye'de bırakınız, spor kulübünü, avcılar derneği bile kalmaz. üstelik saldırı sırasında önce hiçbir şey yapmadan seyreden, sonrasında müdahale ettiğinde de saldırganlardan çok mağdurlara şiddet uygulayan ve bu faşist beslemeleri otobüslerine bindirip 'olay yerinden uzaklaştıran' polisi ne yapacağız? yaralanan on kadından ikisini polisin yaraladığını yine bdp kadın meclisi söylüyor, bu koşullarda ilk akla gelen kulübün kapatılması. kimse nedense taraflılığı genel ve geleneksel bir tutum haline getirmiş devletin veya içişleri bakanlığı'nın kapatılmasından söz etmiyor.
bir diğer açıklama ise gecikmeden bursaspor taraftarlarından geldi. bursa tribününe genel olarak hakim texas grubu sözcülerinden (resmi olarak değilse de genel kabul görmüşlüğü vardır) mehmet güzelsöz, bunu yapanların bursasporlu olmadıklarını söyledi. tabii önce memleketin geneline hakim, ayrımcılık suçlarından muaf görünmeyi sağlayan kalkanları kaldırmış açıklamasının başında: "ben de kürdüm, bursa'da bu tür bir ayrımcılık hiç görmedim." şahsen ben kürt olmadığım halde bursa'da ziyadesiyle ayrımcılık ve düşmanlık gördüm, buna ileride değineceğiz. yalnız güzelsöz'ün söylediği önemli şeyler var; tribün otobüslerinin tümü aynı yerde ve olay yerine birkaç kilometre uzaktayken tek bir otobüsün burada ne aradığı; aynı şekilde bu kişileri kendilerinin tanımadıklarını ve polisin fotoğrafları göstermesi halinde de aralarından atacaklarını belirtiyor. bu ifadeler provokasyon ihtimalinin hiç de kenara konulabilecek bir şey olmadığını gösteriyor. son zamanlarda tamamı başkalarının üzerine atılan ve yeni derin devlet örgütlenmesinin elinden çıkan provokasyonlara bakılırsa bu ihtimali her olayda göz önünde bulundurmalıyız.

bursa ve ayrımcılık

son on yıldır nüfusa oranla en fazla göç alan şehir olarak bursa, bir de teğet geçtiği iddia edilen krizden ciddi biçimde etkilenmesiyle birlikte sadece ekonomik değil, bununla beraber derin sosyal sorunlar da yaşamaktadır. özellikle son on yıldır gazetelerin üçüncü sayfa haberlerine en fazla konu olan şehir olması ve kuşkusuz her provokasyon döneminde ırkçı nefret ve saldırganlığın tavan yapması, bursa'yı adli ve siyasi sosyoloji açısından bir vaka haline getirmiştir. bunu bir başka yazının konusu olarak bırakalım şimdilik.
bizim asıl konumuz, 10 mart'taki saldırı ve memlekette ayrımcılığın vardığı boyutlar. artık her olay sonrasında 'sosyal medya'da neler söylendiğine bakmak, buradaki söylemler üzerinden genel değerlendirmeler çıkarmak adet oldu. esası itibariyle post-modern anlatısal bilginin önemi kuramından feyz alan bu adet, yine de bir şeyleri açıklığa kavuşturmaya ya da hiç değilse soruları çeşitlendirmeye yarıyor. 10 mart saldırısının ardından da konu sosyal bir tartışma başlığı haline gelmiş ve bir grup 'sosyal medya mensubu' konuya dair muhteşem düşüncelerini paylaşmışlar. birkaç yorumu buraya aynen kopyalıyoruz:
"oruspu çocukları..."
"onun bunun cocuklari piclerrrrr."
"ya ben bu delirecem.bu bursal top,larda adam olmuşda saldırıyorlar he.."
"arkadaslar bunların anası bozuk"
"balkan picleri"
"bunlar top ordusu"
hiçbir düzeltme yapmadan doğrudan aktarılan bu söylemler işin bir başka boyutunu ortaya koyuyor. düşmanlık ve nefret söylemi, kendisini yenileyen ve güçlendiren bir yapı olarak sadece faşistlerde değil, toplumun genelinde vücut buluyor. öyle ki bir saldırıyı 'eleştirenler' alegorik olarak kendilerini bir başka nefret söylemini tekrar ederken buluyorlar. 'top' sözcüğüyle kastedilenin futbol topu olmadığını bilenler için bu yeterince açıktır. aynı şekilde 'balkan piçleri' hitabının "hepiniz ermeni, hepiniz piçsiniz!" sloganından uzak olmadığı ortadadır. yani söylemi buradan kurmaya kalkanlar, yarın öbür gün benzer bir saldırı, diyelim dersim'de balkan göçmeni kadınlara yönelse burada sorun görmeyecekler ya da mesela eşcinsellere yönelik baskı ve şiddete taraftarlar. kendilerini elbette tanımıyoruz, ama söylemlerinin bizi çıkardığı nokta burası.

heterofobi ve toplumun kendisiyle savaşı

son on yılda kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetlerindeki artıştan söz ediyoruz; son on yılda bursa gibi batı'daki şehirlerde tırmanan ırkçı saldırganlığı anlamaya çalışıyoruz; son on yılda şu ya da bu özelliğinden dolayı dışlanan, ötekileştirilen, baskı veya aşağılamaya maruz kalanların artışını ele alıyoruz. elbette son on yıla ait değil bu durum, ama giderek artıyor ve giderek daha fazla gündemimize geliyor. kendisi de hem yaşamını sürdürdüğü fransa'da hem de memleketi tunus'ta ayrıma tabi tutulmuş felsefeci albert memmi, ırkçılık, cinsiyetçilik, engellilere yönelik ayrımcılık, anti-semitizm ve her türden ayrımcılığı heterofobi kavramıyla tanımlamayı öneriyor. zira bunlar, farklı görünümlere sahip olsa da aynı kökten geliyor ve sosyal bir olgu olarak zaman zaman nesnesini değiştirerek varlığını koruyor.
henüz türkçe'de basılmamış olan le racisme kitabının arkasındaki kısa tanıtım yazısını çevirdiğimizde ne demek istediğimiz daha açık hale gelecektir.

albert memmi, ırkçılığı bir sosyal patoloji olarak inceliyor, bu bir kültürel hastalıktır, çünkü toplumun bir kesimine diğerlerinin aleyhine kendisini güçlendirme olanağı sunar. tarihsel, sosyolojik ve otobiyografik verilerle, ırkçılık bireysel önyargıların ötesine geçmekte ve kolektif davranış ve sosyal sorumlulukla iç içe geçen daha geniş bir sorunlar yumağını ortaya çıkarır.

memmi'ye göre, bu sorun toplumun bir yerinde görülen ve kişilere ait bir durum olmaktan çok, ortaya çıktığı her yerde toplumun bütününe nüfuz eden bir kurumdur. dolayısıyla, bizim elimizdeki örnekte de görüldüğü gibi, kimse sosyal ya da politik sıfatları sayesinde bu patolojik durumdan muaf değildir. yani örneğin solcu olmak veya 'her yaratılmışı yaratandan ötürü sevdiğini' söylemek kimseyi ayrımcılık yapmaya karşı muskalı kılmıyor. zaten her üç konuşmasından birinde nefret söylemine bulanan bir başbakanın sadece resmi olarak değil, ama geniş bir kitlenin zihninde de iktidar olması bu hastalığın genelleşmesi için uygun zemini yaratıyor. geriye belli özellikleriyle dışlananların -biraz da bu özelliklerine güvenerek- tutum almaları kalıyor. "bizim ülkemizde siyahlara karşı ayrımcılık zaten yok." söyleminin güvencesiyle siyahlara, "ama ben kadın haklarını savunuyorum." denilerek kadınlara, "benim de kürt arkadaşlarım var." ifadesine sığınarak kürtler'e, "mesele hz. ali'yi sevmekse, en büyük alevi benim." zırhıyla aleviler'e yönelik ayrımcılık gizlenmeye çalışıyor.
işin aslı, toplumumuz, tarihi boyunca ayrımcılığa yatkın olmuş, zaman zaman da bugün olduğu gibi ayyuka çıkacak boyutlarda bunun etkisi altında kalmıştır. bu hastalığı yok saydığınızda, tarihinizdeki izleri görmezden geldiğinizde veya kendinizi belli özelliklerinizden dolayı bunun dışına çıkardığınızda, mikrobun pençesine yakalanıyorsunuz. zaten ayrımcılığın kaynağı da biraz bu diğerleri üzerinden kendini tanımlama ve yüceltme davranışı değil mi? öyleyse herkesin ve her toplumsal kesimin başta kendisiyle bu konuda mücadele etmesi gerekiyor. nefret suçunun yasalaşması veya ilk karşımıza çıkan örnekte bir kurumun kapatılması değildir sorunun çözümü. bu yolla ancak muktedirlerin karşıtlarına yönelik harekatlar desteklenmiş olur. örneğin nefret suçu yasalaşsa, emin olun bugün için sadece islamofobi kapsamında değerlendirilecek ve islami kesim ateist olmayı bile kendisine hakaret sayacağı için yasa bir sansür ve baskı yasası haline gelecektir. aksine meseleyi daha açık tahlil etmek, izlerini açığa çıkarmak ve her noktada -çoğunlukla da topluma ve kendimize rağmen- mücadele etmek bizi bir adım öteye götürebilir.
içinde doğduğumuz toplumun egemen söyleminin düşmanlık üzerine kurulduğunu unutmayalım. 'komşularla sıfır sorun' politikası bile dost-düşman değil, düşman-çok düşman ayrımı üzerine şekilleniyor bu ülkede. kiminin kuyruklu, kiminin mum söndü yapan, bazısının da doğrudan piç olarak kafamıza işlendiği bir ülkede aydın olma sorumluluğu kendi mayamıza rağmen itiraz etmeyi gerektiriyor.
başa dönersek, bursaspor kapatılsın mı? bursaspor, federasyonun ırkçılıkla ilgili suçları düzenleyen maddesi gereği en üst sınırdan cezalandırılsın, hatta eğer bu bir milat olacaksa kapatılsın da, ama dürüst olalım, uefa'dan aynen aktarılan maddeler olduğu için değil, gerçekten ırkçılıkla mücadele edeceksek yapalım bu işleri. ilk taşı en masumumuz değil (hiçbirimiz masum değiliz bu konuda) hepimiz atalım, eğer attığımız son taşlar olacaksa bunlar.
bu sefer makale tadında değil, konuyla ilgilenen varsa diye abur cubur bazı noktalardan bahsetmek için yazıyorum.

1- kavram, orijinal kullanımında "heterofobi" ve bence bu daha açık bir sözcük. ancak gide gele homofobi'nin karşısına bir şey koyma ihtiyacı oluştuğu için bu kavramın anlamı yer değiştirmiş ve homofobik heteroseksüellerden duyulan kaygıya evrilmiş. dikkatinizi çektiyse homoseksüeller zaten ötelenen taraf oldukları için onların fobileri gayet masum gibi algılanıyor kavramın tanımında da. lakin bir gün egemen olurlarsa ancak o zaman heterofobi'yi suçlayıcı, tatsız bir durum olarak kullanabiliriz. nitekim yunus'u lezbiyen çiftten, onları ahlaksızlıkla suçlayarak geri almaya çalışan türkiye tarafından heterofobi şimdilik masum da, mesela söz konusu lezbiyen çift yunus üzerinde eşcinsel olması yönünde baskı yapıyorsa bu çok tehlikeli hal alan bir kavram. şimdilik bizden uzak.
asıl söyleyeceğimiz şudur ki: bunun yerine "xenofobi" kullanılıyor. ha kavramın sessel yapısından bağımsız olarak bizzat kavramın kastettiği şeyin doğrultusunda biz de "x" harfi yasakmış, o beni bağlamaz. kürtçe değil la, eski yunanca x bu! bu anlamda yabancı olana düşmanlık kastedilmektedir.

2- memmi'nin kendisinden bir parça bahsetmezsek bu tür bir tanımlamaya nasıl vardığını da anlayamayız gibi. ya da acaba öyle mi? şu amerikan psikoloji okulunun güçlü etkisiyle biz de her filozofun yaşamı ve çocukluğu ile düşüncesi arasında bağ kurma eğilimine kapılıyoruz kimileyin. yine de ben memmi'den söz etmek isterim.
kendisinin anası tunus yahudisi, babası italyan yahudisi, olaylar tunus'ta başlayıp fransa'da devam ediyor. memmi fransa'daki öğrenciliği sırasında sömürge yurttaşı olmasından ötürü epey güçlük çekiyor. sonra, tunus'un bağımsızlık mücadelesine destek veriyor fransa'da yaşayan bir akademisyen ve aydın olarak. tunus ise bağımsızlığın ardından memmi'ye müslüman olmadığı için vatandaşlık vermeyi reddediyor. memmi roman yazıyor, memmi "sömürgecinin ve sömürgeleştirilenin portresi"ni yazıyor, memmi bir süre sonra racism'i yazacak.
kendi sürgünlük hikayesinde olduğu gibi bu ayrımcılıkla farklı şekillerde mücadeleye girişiyor. bir önsözde anlattığı üzere, romanlarından birinde iki karşıttan (sömürgeci ve sömürgeleştirilen) bir kadın ve erkeğin çift olması sürecine bulaşıyor. ancak orada da (ona göre dünyanın en özel alanı olan kadın ve erkeğin herkesten ayrı bir dünya kurmasında bile) bu etken unsurların sirayetini buluyor ve ancak ondan sonra teoriye meylediyor.

3- memmi'nin ilk sorusu, geçen yüzyılın ortalarında adet olunduğu üzere ırk kavramının etimolojisi. burada çok ilginizi çekebilecek bir şey var. fransızca race sözcüğü ingilizce'ye aynen geçmiş, almanca'da bugün "rass" haline gelen sözcük muhtemelen fransızca'dan geçmiş ve eski yazında da "race" olarak yazılıyor. fransızca'da kelimenin ilk kullanımları 12. yy'a tarihleniyor, nereden geldiği belli değil. sonraları 9. yy'a tarihlenecek şekilde ispanya ve portekiz dillerinde kelime bulunuyor, buradaki primitif hali henüz "ras". kelime endülüs üzerinden arapçadan geçmiş, kabile anlamına gelen ras'tan geliyor, tanıdık olması açısından reis ile aynı kökten, reyiz ile bir ilgisi yok. yani geleneğinin kırılma noktaları olsa da asla bölük pörçük hale gelmemiş avrupalı için ırk kavramı ancak 12. ya da 13. yüzyılda gündeme gelmiş. bunun diğer bir kanıtı ise roma'da böyle bir ayrımın olmaması, sezar'dan sonraki üçüncü imparator bildiğimiz zenci hatta. (bir ara adına bakıp buraya eklerim). evet, bir kölecilik düzeni var, ancak bu ırklara göre tasnif edilmemiş. beri yandan ilk çağ için de benzer bir durum geçerli, aristoteles, politika'da kölelerin ve kadınların insan olmadıkları için yurttaş sayılmadıklarını bir cümleyle söyler ve geçer, platon ise bir köleye matematik problemi çözdürerek onun akılsal denkliğini kanıtlar. yine de buradaki ayrım hiçbir şekilde ırksal değildir henüz.
dördüncü madde için hatırlatıcı not: antisemitizm, yahudilere yönelik düşmanlık ve ayrımcılık, ırksal mıdır, dinsel midir ve ne değildir.

yoruldum, devam ederim.
çok işim var yarın için birkaç noktadan daha bahsedeyim, asıl meselenin tadı olan final bölümü sona kalsın.

4- buradaki bir diğer nazariye gıdıklayıcı problem, yahudi sorunu, kuşkusuz bunun beraberinde din temelli tüm ayrımcılık hikayeleri var. yani biz soruna önemli ölçüde batı'dan baktığımız için yahudi sorununu temel alıyoruz. ama canınız isterse budistlerle müslümanlar arasındaki sorunları da ele alabilirsiniz. şimdi buradaki kritik nokta yahudi sorununun detayından ziyade, bu tür meselelerle ırkçılık arasında bir köprü kurup kuramayacağımız. yani nasıl ırkçılığın ilkçağ'da olmadığını ve ama başka türden ayrımcılıkların var olduğunu anlattık, aynı şekilde burada da merkezindeki esas ne olursa olsun toplumsal bir tutum, nefret ve pratik doğuran ayrımcılık ile ırkçılığın bir ve aynı (şey olmasalar da) kökenden geldiğine itibar etmek istediğimiz için aynı yolu tutarak bu sorunu ırkçılıktan ayrıştırmayacağız. (bu cümlenin tamamını, ben, bir seferde kurdum, propositionlar önemli tabii).

5- üçüncü ve dördüncü maddelerde kani olmamızın nedeni burada objektif bir gerçeklik karşısında bulunmamız değil. dolayısıyla herhangi bir gözlemci veya araştırmacı tarafından fiili veya tarihi kadın düşmanlığı, eşcinsellere yönelik ayrımcılık, göçmenlerden nefret etme, özürlüleri yok sayma gibi toplumsal edimlerin birbirlerinden çok başka oldukları iddia edilirse buna karşı çıkmayız. zira bizim derdimiz, bu türden şeylerin tümüne yol açan ya da tümünün mayasında yer alan bir veya birkaç fenomen var mı diye şiir söyleyip dolanmak tenhalıklarında - felsefece bir refleksiyon içerisinde fikir yürütmek. tam da burada, şu tezin izinden yürüyeceğiz, ırk, din, dil, sınıf, cins, sağlık durumu(!), nitelik gibi birbirlerinden bambaşka görünen tüm ayrımcılık alanlarının özü bir ve aynıdır; bu en başta belirttiğimiz üzere xenofobidir. tam da bu aynılaştırma ekseninde bunlara yol açan ortak durumu, insani fenomeni tespit etme şansımız mümkün olabilir; bu tür bir tespit kimilerine metafizik bir önerme gibi görünse de metafiziğin tarihindeki tüm boş işlerden insanlığın elini doldurarak çıkması hasebiyle bu kayıtsız sataşmayı ciddiye almayacağız.

6- memmi, böylece tüm ayrımların merkezinde iki mesele tespit ediyor: korku ve kendini tanımlama eğilimi. ilkinin biraz daha ekonomik saikleri var, unutmayalım ki memmi 50lerden yazmış birisi ve biraz marksist olmasaydı bile marksizmin dilinin son derece hakim olduğu zamanların düşünürü. ikincisi için ben biraz daha ileri giderek nietzsche'ye ve spinoza'ya bakma taraftarıyım. ancak hem bu iki meselenin açımlanmasını hem de sonraki hikayeleri birkaç gün sonraya bırakıyorum.

hepinizi salonda ve en tuhaf ayrımlarınızla seviyorum, sağlıcakla.
civcivli kısımlara gelmişiz gibi. ama işte buralarda hep sizin de bir şeyler demeniz gerekiyor ki söylenilenler bir halta yarasın.

7- korku meselesi önemli ölçüde ekonomik bir temele sahip diyorduk. gerçekten biraz öyle; yerleşik olanın göçmen işçilerden duyduğu korku, göçmen olanın yerleşik olanın elinde olduğunu sandığı güce karşı duyduğu korku. çok yukarılarda bir yerlerde ilk çağdaki mısır ahalisinin durumundan bahsederken de buna benzer bir şeyler geçmişti, zengin mısır çokça işgale uğradığı için yabancılara yönelik bir korku ve dolayısıyla olumsuz tavır vardı, yoksa inanın, tanırım tüm mısırlılar muteber insanlardır.

8- tabii, korkunun merkezinin sadece ekonomik olmadığı iddia edilebilir. büyük ihtimalle haksız bir iddia da olmaz bu. sadece bunun çok yönlü olmasından başka bir başat etken aradığımız için korkudan ekonomi öne çıkıyor bizce. bunda düşünme ufkumuzun bir yerlerinde marksist bir duba olması bizi küçültmez, net tutar. ve bakalım nasıl başka etkenler söz konusu, genel bir bilinmeyene duyulan korku mu bu, yoksa daha çok kendini merkeze koyarak dünyayı anlamayla mı ilgili? açıkçası bu konuda çok spekülatif şeyler söylenebilir, yeter ki korkuda uzlaşalım.

9- diğer etken, kendini tanımlama ihtiyacının her zaman bir öteki olanı/başka olanı gerektirmesi. bu bölüm boyunca kullanılacak "öteki" sözcüğünü oral sander dilinden çıkmış gibi anlarsanız, hepinizin ağzına fular doldurur, kaşlarını pipo çakmağıyla yakarım. burada popüler kimlik algılarından çok daha köklü ve esasen temeli ontolojik olan bir mesele var: her kavram karşıtıyla tanımlanır ve batı felsefesinin uzun yıllardır süren geleneğinin temelinde özne-nesne ikiliğini yaratmak, bunları ayırmak ve nesneleştirilenin bilgisine ulaşmaya çalışmak vardır. öyleyse bu davranış biçimi, kendini tanımlamak (belki sosyalleşmenin de bir parçasıdır ya da daha felsefece söylersek sözleşmenin) bir "diğer" tanımına ulaşmayı gerektirir. politikada çok bilinen ve en sık kullanılan bir yöntemdir bu, sanıldığı kadar sağlıksız falan da değildir. "onlar ... oldukları için" diye başlayan bir cümle kendi benlik/kimlik algısını oluşturmasını sağlar topluluğun. aynı şeyi zamanlar üzerinden de yapmak mümkündür ve bir o kadar sık kullanılır. az önce bahsi geçen "sözleşme" ile doğal durumdan ayrıldığını iddia eden bir insan topluluğu, bu sayede geride kalandan/bıraktığından ayırır kendisini: ala! başkasının durumundan yola çıkarak kendini ayıran ve tanımlamayı başaran, aynı şekilde kendi durumundan yola çıkarak başkasını (ya da başka bir zamanı veya durumu) ayırıcı bir şekilde tanımlayabilir. bu da bize son derece işlevli bir bilgi yöntemini verir: özne-nesne ikiliği oluşturmak.

10- dokuzuncu maddede anlatılan şeyin kötü bir yanı yok gibi görünüyor, gerçekten öyle. fakat bu madde aynı zamanda ayrımcılığın doğal ve dolayısıyla makul olduğunu söylüyormuş gibi de görünüyor, gerçekten böyle. hiç değilse bizim bildiğimiz kadarıyla batı geleneği eksenindeki düşünme, anlama ve yargılama formlarımız bu şekilde işliyorlar. öyleyse ayrımcılığı kabullenip sadece bunun nefrete dönüşmemesi için mi uğraşmalıyız? evet, ayrıca batı'nın ilmini alalım, ahlaksızlığını ellemeyelim, oldu! bu formülasyon bize, her şeyin yolunda olduğunu değil, her şeyin doğal bir biçimde çığrından çıkmaya hazır olduğunu gösterir sadece. yani bizim bireysel yapımızdan ve entelektüel zeminimizden bağımsız olarak içimizde bir yerlerde kökleri olan bir ayrımcılık yatıyor. bunun masumane olup olmaması değil bahis konusu olan, her an bir soruna dönüşebilecek bir şey olması. bugün için eşcinsellerle bir sorununuz yok, yarın diyelim sizi doğrudan etkileyen bir somut durum veya olay meydana geldiğinde, onları bu kimlikle ayırmayacağınızdan emin misiniz? ya da mesela galatyalılara düşman değilsiniz ama biraz pimpirikli olduklarını ve bunun da onları pratik olmaktan çıkardığını düşünüyorsunuz, bununla ilgili yapacağınız bir esprinin sonuçlarından emin olabilir misiniz?

11- elimizdeki ilk sonuca varalım, daha nietzsche'ye çok yolumuz varmış. tam da neyin, ne zaman olumsuzluğa dönüşeceğini bilemediğimiz ve olumsuzluk olarak baş gösterdiği anda onu ayırt edecek duyarlılığımızı yitirmiş olacağımız için bu meseleyle her an mücadele etmeliyiz. bu konuda başkalarına ders vermek kolaydır, asıl kendimizdeki ayrımcı yanları bulup köklerini kazıyacak şekilde (kazınır demedim) onlarla çarpışmalıyız. evet, bu satırların yazarı kürt fıkralarına da bayılır mesela ya da çoğu zaman kadınlarla ilgili olanlara hepimiz katılırız. son bir yıl içinde türkiye'de internet kullanıcı olup da "kezban" sözcüğünü kullanmamış olanımıza ilk taşı atma büyüklüğünü bahşediyoruz. şaka tabii, ilk taşı herkes atmalı ve önce kendisine, masumiyet bir hak değil, çok çok beklentidir.

bir ara bağlamak üzere bir kenara bırakalım, nasılsa tartışan çıkmayacak konuyu.