bir gazetenin pazar eki için yazmıştım. lakin karakter sınırlamasına takıldığı için epey bir kısaltıldı. mümkün olursa bu başlıkta heterofobi (kimileri xenofobi diyor) konusuna devam ederiz.
adettendir bursasporlu sayılırım.

****

güncel bir örnekle bir sosyal patoloji olarak heterofobi

10 mart pazar günü, bir grup bursaspor taraftarı faşist besleme, 8 mart mitingi'nden dönen kadınlara kadıköy'de saldırdı. böyle bir alçaklığı, insanlık değerlerinden bu derece uzak bir davranışı açıklamak için yeryüzünde evrensel olarak kabul edilen tek bir terim bulunuyor: faşist! yazık ki biz de sigara içme yasağını savunmak bile faşizm addedilir hale geldiği ve ırkçılıkla fena halde harmanlanmış milliyetçilik hoş görülür olduğu için bu tabirin ağırlığı yeterince anlaşılmıyor. olsun, biz 'faşist saldırı' demekle söyleyebileceğimiz en ağır şeyi söylediğimizi belirtmiş olalım, zira yazının devamında bahsedileceklerden ve yazarın kimliğinden ötürü sonrasında -her nedense- bu taraftarları savunduğumuz yönlü bir ithamla karşılaştığımızda ne demek istediğimizi baştan anlatmış olmanın rahatlığına sahip oluruz.

saldırının ardından

saldırı sonrasında bdp kadın meclisi, bursaspor'un kapatılmasını istedi. vakanın kulüpten bağımsız ve münferit olduğunu söylemenin gereği yok, yine de sorunun çözümünün kulübün kapatılması olmadığı da ortada. iş o kerteye geldikten sonra türkiye'de bırakınız, spor kulübünü, avcılar derneği bile kalmaz. üstelik saldırı sırasında önce hiçbir şey yapmadan seyreden, sonrasında müdahale ettiğinde de saldırganlardan çok mağdurlara şiddet uygulayan ve bu faşist beslemeleri otobüslerine bindirip 'olay yerinden uzaklaştıran' polisi ne yapacağız? yaralanan on kadından ikisini polisin yaraladığını yine bdp kadın meclisi söylüyor, bu koşullarda ilk akla gelen kulübün kapatılması. kimse nedense taraflılığı genel ve geleneksel bir tutum haline getirmiş devletin veya içişleri bakanlığı'nın kapatılmasından söz etmiyor.
bir diğer açıklama ise gecikmeden bursaspor taraftarlarından geldi. bursa tribününe genel olarak hakim texas grubu sözcülerinden (resmi olarak değilse de genel kabul görmüşlüğü vardır) mehmet güzelsöz, bunu yapanların bursasporlu olmadıklarını söyledi. tabii önce memleketin geneline hakim, ayrımcılık suçlarından muaf görünmeyi sağlayan kalkanları kaldırmış açıklamasının başında: "ben de kürdüm, bursa'da bu tür bir ayrımcılık hiç görmedim." şahsen ben kürt olmadığım halde bursa'da ziyadesiyle ayrımcılık ve düşmanlık gördüm, buna ileride değineceğiz. yalnız güzelsöz'ün söylediği önemli şeyler var; tribün otobüslerinin tümü aynı yerde ve olay yerine birkaç kilometre uzaktayken tek bir otobüsün burada ne aradığı; aynı şekilde bu kişileri kendilerinin tanımadıklarını ve polisin fotoğrafları göstermesi halinde de aralarından atacaklarını belirtiyor. bu ifadeler provokasyon ihtimalinin hiç de kenara konulabilecek bir şey olmadığını gösteriyor. son zamanlarda tamamı başkalarının üzerine atılan ve yeni derin devlet örgütlenmesinin elinden çıkan provokasyonlara bakılırsa bu ihtimali her olayda göz önünde bulundurmalıyız.

bursa ve ayrımcılık

son on yıldır nüfusa oranla en fazla göç alan şehir olarak bursa, bir de teğet geçtiği iddia edilen krizden ciddi biçimde etkilenmesiyle birlikte sadece ekonomik değil, bununla beraber derin sosyal sorunlar da yaşamaktadır. özellikle son on yıldır gazetelerin üçüncü sayfa haberlerine en fazla konu olan şehir olması ve kuşkusuz her provokasyon döneminde ırkçı nefret ve saldırganlığın tavan yapması, bursa'yı adli ve siyasi sosyoloji açısından bir vaka haline getirmiştir. bunu bir başka yazının konusu olarak bırakalım şimdilik.
bizim asıl konumuz, 10 mart'taki saldırı ve memlekette ayrımcılığın vardığı boyutlar. artık her olay sonrasında 'sosyal medya'da neler söylendiğine bakmak, buradaki söylemler üzerinden genel değerlendirmeler çıkarmak adet oldu. esası itibariyle post-modern anlatısal bilginin önemi kuramından feyz alan bu adet, yine de bir şeyleri açıklığa kavuşturmaya ya da hiç değilse soruları çeşitlendirmeye yarıyor. 10 mart saldırısının ardından da konu sosyal bir tartışma başlığı haline gelmiş ve bir grup 'sosyal medya mensubu' konuya dair muhteşem düşüncelerini paylaşmışlar. birkaç yorumu buraya aynen kopyalıyoruz:
"oruspu çocukları..."
"onun bunun cocuklari piclerrrrr."
"ya ben bu delirecem.bu bursal top,larda adam olmuşda saldırıyorlar he.."
"arkadaslar bunların anası bozuk"
"balkan picleri"
"bunlar top ordusu"
hiçbir düzeltme yapmadan doğrudan aktarılan bu söylemler işin bir başka boyutunu ortaya koyuyor. düşmanlık ve nefret söylemi, kendisini yenileyen ve güçlendiren bir yapı olarak sadece faşistlerde değil, toplumun genelinde vücut buluyor. öyle ki bir saldırıyı 'eleştirenler' alegorik olarak kendilerini bir başka nefret söylemini tekrar ederken buluyorlar. 'top' sözcüğüyle kastedilenin futbol topu olmadığını bilenler için bu yeterince açıktır. aynı şekilde 'balkan piçleri' hitabının "hepiniz ermeni, hepiniz piçsiniz!" sloganından uzak olmadığı ortadadır. yani söylemi buradan kurmaya kalkanlar, yarın öbür gün benzer bir saldırı, diyelim dersim'de balkan göçmeni kadınlara yönelse burada sorun görmeyecekler ya da mesela eşcinsellere yönelik baskı ve şiddete taraftarlar. kendilerini elbette tanımıyoruz, ama söylemlerinin bizi çıkardığı nokta burası.

heterofobi ve toplumun kendisiyle savaşı

son on yılda kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetlerindeki artıştan söz ediyoruz; son on yılda bursa gibi batı'daki şehirlerde tırmanan ırkçı saldırganlığı anlamaya çalışıyoruz; son on yılda şu ya da bu özelliğinden dolayı dışlanan, ötekileştirilen, baskı veya aşağılamaya maruz kalanların artışını ele alıyoruz. elbette son on yıla ait değil bu durum, ama giderek artıyor ve giderek daha fazla gündemimize geliyor. kendisi de hem yaşamını sürdürdüğü fransa'da hem de memleketi tunus'ta ayrıma tabi tutulmuş felsefeci albert memmi, ırkçılık, cinsiyetçilik, engellilere yönelik ayrımcılık, anti-semitizm ve her türden ayrımcılığı heterofobi kavramıyla tanımlamayı öneriyor. zira bunlar, farklı görünümlere sahip olsa da aynı kökten geliyor ve sosyal bir olgu olarak zaman zaman nesnesini değiştirerek varlığını koruyor.
henüz türkçe'de basılmamış olan le racisme kitabının arkasındaki kısa tanıtım yazısını çevirdiğimizde ne demek istediğimiz daha açık hale gelecektir.

albert memmi, ırkçılığı bir sosyal patoloji olarak inceliyor, bu bir kültürel hastalıktır, çünkü toplumun bir kesimine diğerlerinin aleyhine kendisini güçlendirme olanağı sunar. tarihsel, sosyolojik ve otobiyografik verilerle, ırkçılık bireysel önyargıların ötesine geçmekte ve kolektif davranış ve sosyal sorumlulukla iç içe geçen daha geniş bir sorunlar yumağını ortaya çıkarır.

memmi'ye göre, bu sorun toplumun bir yerinde görülen ve kişilere ait bir durum olmaktan çok, ortaya çıktığı her yerde toplumun bütününe nüfuz eden bir kurumdur. dolayısıyla, bizim elimizdeki örnekte de görüldüğü gibi, kimse sosyal ya da politik sıfatları sayesinde bu patolojik durumdan muaf değildir. yani örneğin solcu olmak veya 'her yaratılmışı yaratandan ötürü sevdiğini' söylemek kimseyi ayrımcılık yapmaya karşı muskalı kılmıyor. zaten her üç konuşmasından birinde nefret söylemine bulanan bir başbakanın sadece resmi olarak değil, ama geniş bir kitlenin zihninde de iktidar olması bu hastalığın genelleşmesi için uygun zemini yaratıyor. geriye belli özellikleriyle dışlananların -biraz da bu özelliklerine güvenerek- tutum almaları kalıyor. "bizim ülkemizde siyahlara karşı ayrımcılık zaten yok." söyleminin güvencesiyle siyahlara, "ama ben kadın haklarını savunuyorum." denilerek kadınlara, "benim de kürt arkadaşlarım var." ifadesine sığınarak kürtler'e, "mesele hz. ali'yi sevmekse, en büyük alevi benim." zırhıyla aleviler'e yönelik ayrımcılık gizlenmeye çalışıyor.
işin aslı, toplumumuz, tarihi boyunca ayrımcılığa yatkın olmuş, zaman zaman da bugün olduğu gibi ayyuka çıkacak boyutlarda bunun etkisi altında kalmıştır. bu hastalığı yok saydığınızda, tarihinizdeki izleri görmezden geldiğinizde veya kendinizi belli özelliklerinizden dolayı bunun dışına çıkardığınızda, mikrobun pençesine yakalanıyorsunuz. zaten ayrımcılığın kaynağı da biraz bu diğerleri üzerinden kendini tanımlama ve yüceltme davranışı değil mi? öyleyse herkesin ve her toplumsal kesimin başta kendisiyle bu konuda mücadele etmesi gerekiyor. nefret suçunun yasalaşması veya ilk karşımıza çıkan örnekte bir kurumun kapatılması değildir sorunun çözümü. bu yolla ancak muktedirlerin karşıtlarına yönelik harekatlar desteklenmiş olur. örneğin nefret suçu yasalaşsa, emin olun bugün için sadece islamofobi kapsamında değerlendirilecek ve islami kesim ateist olmayı bile kendisine hakaret sayacağı için yasa bir sansür ve baskı yasası haline gelecektir. aksine meseleyi daha açık tahlil etmek, izlerini açığa çıkarmak ve her noktada -çoğunlukla da topluma ve kendimize rağmen- mücadele etmek bizi bir adım öteye götürebilir.
içinde doğduğumuz toplumun egemen söyleminin düşmanlık üzerine kurulduğunu unutmayalım. 'komşularla sıfır sorun' politikası bile dost-düşman değil, düşman-çok düşman ayrımı üzerine şekilleniyor bu ülkede. kiminin kuyruklu, kiminin mum söndü yapan, bazısının da doğrudan piç olarak kafamıza işlendiği bir ülkede aydın olma sorumluluğu kendi mayamıza rağmen itiraz etmeyi gerektiriyor.
başa dönersek, bursaspor kapatılsın mı? bursaspor, federasyonun ırkçılıkla ilgili suçları düzenleyen maddesi gereği en üst sınırdan cezalandırılsın, hatta eğer bu bir milat olacaksa kapatılsın da, ama dürüst olalım, uefa'dan aynen aktarılan maddeler olduğu için değil, gerçekten ırkçılıkla mücadele edeceksek yapalım bu işleri. ilk taşı en masumumuz değil (hiçbirimiz masum değiliz bu konuda) hepimiz atalım, eğer attığımız son taşlar olacaksa bunlar.
tümünü göster