kitap okurken nerede kaldığımızı... oeeh yeter be! aptal mı sanıyorsunuz siz bizi? kim kimi aptal yerine koyuyor? sonra her entry'de "nesne" sözcüğüyle biten son cümle saçmalığı. işte tanım zorunluluğunun yaratıcılıktan uzak türk gençliğini sürüklediği nokta bu.
ya ben ayraçtan söz etmek üzere aldım elime
*(*eline almak) klavyeyi, laf nere geldi dayandı?! ayraç kullanmam. kullanana karşıyım demiyorum, kendi seçimleri sonuçta. kullanmayış nedenim de şu: beş farklı kitap okuyor olsam da o sırada, bir kitabın neresinde kaldığımı göz yordamı ile bulmayı çok seviyorum. gözüm henüz okumamış olduğum bölümlere kayar da kitaptan soğurum diye ödüm patlıyor belki ama bu beni, hangi kitabın kaçıncı sayfasında kaldığımı belleğimde tutmak zorunda bırakıyor. deneyin göreceksiniz.
şimdi birileri "ulen salak, belleğini böyle boş şeylere ayırıyorsun, sonra da böyle eblehleşiyorsun." diyebilir. geçici bellek bu canım; geçen yıl bu zamanlar hangi kitabın kaçıncı sayfasında kaldığımı inanın şu an hatırlamıyorum.
anılar hayatımızın ayraçlarıdır.
bazen düşünürdüm neden hayatımızı bir kitap gibi yaşamaktan sıkıldığımızda, arasına bir ayraç koyup, kapağını kapatıp, bir kenara koyup, sonra tekrar canımız istediğinde kapağını açıp, kaldığımız yerden devam edemiyoruz diye.
mesela yaşadığımız ilişki boğmaya başladı. üzerinize yüklenen sorumluluklar omuzlarınızı düşürüyor, sabah yataktan kalkmak istemiyorsunuz. koyun bir ayraç çıkıp gidin o şehirden ve herkesten. kafanızı toplayınca özlediğinizi mi fark ettiniz. dönün geriye.
yaaaaaaa çok beklersin. ha ha ha! kolaydı öyle. sen çık git, ayraç uçsun, hayat kitabının arasından. kaldığın yeri bekle bulursun.
kaçtığın ama özlediğin için geri döndüğün sevdiğinin yerinde yeller esiyor. ne iş, ne ev, ne de okul bıraktığın yerde duruyor. çünkü hayat ayraç tutmuyor.
oysa hayat kitabının kapağını kapatmadan yaşamaya devam ettiğimizde geçmişte ayraç koyduğumuz yerleri çok net bulabiliyoruz. işte onlarda anılarımız oluyor. 30 yıl öncesinde okula başladığın ilk gün o kadar belirgin ki, hatta ayraç olarak kırmızı rengi seçmişsin. heyecan var o sayfada, korku, kuşku, endişe.
sonra karışık renkli bir ayraç çarpıyor gözüne. her renk mevcut bu ayraçta. merak edip açıyorsun, karşına ilk aşık olduğun an çıkıyor. ayracın taşıdığı her renk farklı bir duyguyu ifade ediyor. kalbin ve ruhun karmaşası ayracın renklerinde dans ediyor.
hiç anımsamak istemediğin, unutmak için çabaladığın o günün sayfasına
*(*babanın ölmesi) koyu, boğucu, soğuk, siyah renkli bir ayraç koymuşsun. hatta, ayraç o kadar büyük ki kitabın sonraki sayfalarını okumanı engellemiş sanki.
...
hayatınızın sayfalarına koyduğunuz ayraçların yerleri değişse de kitabın kapağını kapatmak bizim elimizde değil ne yazık ki.
ilk gördüğümde sevmiştim onu. hem çok değişikti, hem çok sevimliydi. tırtıla benziyordu biraz...kafasında mezuniyet kepi, her bir kıvrımındaki ellleriyle tuttuğu üç dört tane kitap, gözlükleri ve yaldızlı harflerle üstünde yazan "ı am a bookworm" (ben bir kitap kurduyum) yazısı ve kafa kısmındaki püskülüyle cezbetmişti beni her zaman. (tarif edilmesi ne kadar zormuş, meğer ne kadar değişikmiş). ingilizce yazının anlamını bilmeyen küçük bir çocuktum, ablama doğum günü hediyesi olarak gelmişti o ayraç...
ilk gördüğümde sevmiştim onu. hem çok değişikti, hem çok sevimliydi. kelebeğe benziyordu...merdivenlerden hızlı hızlı iniyordu, küçük bir kız gibi sevimliydi, sanki içi içine sığmıyordu. kolları toplanmış gömleğine geçirdiği kravatla çok farklı duruyordu, farklılık iddiasında olmayan bir güzelliği vardı. sonra sonra her bir noktasını ezbere bileceğim o güzelliğin benim için çok farklı olduğunu ilk görüşümde anlamıştım. uzaktan, hayran nazarlarla süzmüştüm onu. ilişkinin anlamını bilmeyen saf bir çocuktum, hayatıma doğum günü hediyesi olarak girmişti o kız...
yıllar sonraydı onun benim oluşu. nedendir bilmem öyle terk edilmiş duruyordu kenarda bütün güzelliğine rağmen. ben aldım onu. kullanmaya başladım. ortaokuldaydım sanırım ilk kez kitabımın arasına koyduğumda. yıllarca birlikte olacağımızı, ona bu kadar bağlanacağımı bilmiyordum henüz. yüzlerce kitap okudum arasına o ayracı koyup. her seferinde özel bir ihtimamla çıkarırdım yerinden onu, kitabı kapatacağımda da gösterirdim aynı özeni. yavaş yavaş bağlanmıştım ona.
yıllar sonraydı onun benim oluşu. nedendir bilmem öyle terk edilmiş duruyordu kenarda bütün güzelliğine rağmen. hayatımdaki ilk sevgilimdi. dokunmaya kıyamıyordum. dünyamı değiştirmişti. gözümü kör etmişti. artık varsa yoksa oydu. başlangıç ve bitişti. ezel ve ebeddi. güzel ve mabeddi. ilk günden biliyordum yıllarca birlikte olacağımızı, ona bu kadar bağlanacağımı. diğer yarım olmalıydı o. çok seviyordum. hayatımın anlamını, aşkımı, nihayet curcunaya bir es verip yaşadığımı hissetmemi sağlayacak, hayatın heyulasından beni çekip çıkaracak, kitabın arasına ayracı koyup kafamı kaldırıp güzellikleri görmemi sağlayacak kişiyi bulmuştum...artık yaşıyordum.
bir gün... aileniz de istanbul'daysa, istanbul'da üniversite öğrencisi olmak demek (ortaokuldan üniveristeye kadar evet), belediye otobüslerinde yaşamak demektir bir yandan. aylık akbil (önceden de mavi karttı, şimdilerde ne acaba? mezun oldum artık, öyle şeyler kullanmıyorum...bak yine parantez içine girdim, girince çıkamıyorum ben bu parantezlerden, yazının havası değişiyor her seferinde biliyorum, hissediyorum. ama tutamıyorum kendimi, öte yandan da diyorum ki, lan demek ki zorla yazıyormuşum, tam da içimden geldiği gibi olsa neden gireyim parantez içine? bu ayracın sonu) kullanıyordum,o otobüsten inip bu otobüse binerdim. yine bir otobüsten inmiş diğerine binecekken birdenbire yerde olduğunu fark ettim ayracımın. düşürmüştüm ve rüzgar yola doğru uçurmuştu. son anda görmüştüm neyse ki, iyice uzaklaşmadan cevval bir hamle yapıp aldım yerden, üzerime gelen otobüse rağmen. (meraklısına not; olay haşim işcan durağından bir önceki durakta geçiyor, aksaray durağıydı adı galiba, pertevniyal'in hemen karşısında) o gün anlamıştım ayracın benim için ne kadar önemli olduğunu, onu kaybedersem ne kadar üzüleceğimi, ona nasıl bağlandığımı...
bir gün... (ne çok severdi benim "bi gün" diye başlayan cümlelerimi, anılarımı...bir gün o "bi gün" lerden birine malzeme olması ne kadar acı. artık anı olması ne yaralayıcı) yenibosna'da otobüslerin son durağında buluşacaktık (bak bu konuya da çok takığımdır. otobüslerin ilk durağıdır orası aynı zamanda, ama hep son durak deriz. yılbaşı da aslında "yılsonu"dur ama tezatlık bu ya ona da baş diyoruz.) bekledim, gelmedi. aradım, çalmadı. evini aradım, arkadaşlarını aradım, evde yoktu, arkadaşlarının yanında değildi. en son benim yanıma gelecekken görülmüştü ve haber alamıyordum. delirmiştim. telefonunun şarjı bitmiştir, belki başka duraktadır diye şirinevler'e gitmiştim koşarak, yoktu. geri döndüm ve sadece bekledim. eli kolu bağlı, çaresiz, korkuyla. planladığımız saatten yaklaşık bir buçuk saat sonra telaşla geldi. gitmiş olduğumu düşünüyordu, şarjı bitmişti ve yanlış otobüse binmişti. parası yokmuş, inip binememiş falan. ilk gördüğüm anı unutamıyorum. öyle sıkı sıkı sarılmıştım ki. çok şaşırmıştı, o kızacağımı düşünüyordu. ama ben o gün anlamıştım ayracın benim için ne kadar önemli olduğunu, onu kaybedersem ne kadar üzüleceğimi, ona nasıl bağlandığımı...
hayat işte. insan fark etse de dikkat edemiyor bazen elindeki kıymetli şeylere. ondan ayrılmıştım, çok üzgündüm. elimde hep kitap olurdu o zamanlar. her zaman gittiğimiz bir kafeye gitmiştim, arkadaşlara rastladım. birlikte çok sık yaptığımız bir şeyi yaptık sonra, kalkıp avcılar sahile yürüdük, kayalıklarda içecektik. içtik de... hüzünlüydüm, dedim ya. şarkı türkü söyledik, dertlendik. sonra kalktık eve yollandık. otobüste kitabın içinde ayracı göremeyince ikinci kere yıkılmıştım. o gün fark etmiştim ikisinin benzerliğini, ikisini de elimden kaçırdığımı, ikisinin de artık güzel birer anıya dönüştüğünü...ertesi gün kayalıklara gittim, daracık aralıklarında aradım, kafeye sordum, yola baktım...yoktu.
epeydir kitap okumuyorum.