ciğerimden söktüğüm kan pıhtılarını çocukluğumdan kalma, taneleri gittiğim şehirlerde kalmış tespihimin ipine diziyorum, her çekişimde bir dua fısıldanıyor dudaklarımdan belli belirsiz. adım diyorum, bu pıhtı tanelerinden hangisi benim adım? hangisi benim, hangisi öteki ben?

ah, delilik sınırları! delilik sanrıları. gördüğüm kabuslardan uyanmaya çalıştıkça her bir tanesi gözlerime damlıyor tespihimden; eski taşlar. üstlerinde isimler yazılı, şehirlerin adları. çocukluğumdan kalma isim-şehir oynuyorum bunlarla, hangi şehirdi, kimdi, nasıldı?

seninle denizi anıyoruz şimdi, bir kere yüzmeye çalışırken boğulmaktan kurtulduğun denizi. biliyorsun, yakın bir zamanda, yani şu hayatımızda toparlamamız gereken dağınık tespih taneleri var ya, onlardan bahsediyorum. evet biliyorsun, deniz içinde olacak yakında. oltu taşı değil hiçbiri, bu kadar keyfime düşkün değilim, dünkü çocukluğumdan kalma renkli bir kaç boncuk sadece.

"azla yetinen şehir: ankara. şöyle düşünmek lazım belki de. toplumsal iş bölümünde bazılarına da gezerek yazı yazmak düşüyor. hayal kurmak, dalıp gitmek...

herkesin sınavlara hazırlandığı sınıflarda mutlaka bir hayalperest çocuğun gerektiği gibi.

çünkü, asıl meleklere karışmış çocuklar tutar insanlık tarihinin seyir defterini.

koşturup savaşlar yapan, koşturup ormanlar yakan, koşturup çocuklar öldüren insanlık, yorulup yığıldığında bir köşede, vicdanini meleklere karışmış hayalperest çocuklarda aklar.

bu yüzden az buz şey değildir hayal kurmak. en büyük zorluk ise bütün bu olup bitenlere karışmadan, karışmaya hiç heveslenmeden, ruhunun hiç istifini bozmadan hayal kurmaya devam etmektir.

diyelim ki, hiç de kolay değildir, herkes leeds maçına giderken ankara'ya doğru yola çıkmak.

herkes malum maçtan bahsederken oturup ankara üzerine yazmak.

kuğulu park'da oturup insan yüzlerine saatlerce bakmak, bakmak, bakmak...

hiç 'gündemde' olmasa da bu uğraş, o yüzlerden bir şehrin sırrına varmaya çalışmak.

durup dururken... denizsiz şehir kanaatkardır, deniz tuhaf şeydir. yüzünüzü denize verdiğinizde arkanızı dönersiniz insanlara. bu yüzden, ancak deniz şehirlerinde yalnız kalabilir insan, denize kalır, kendine... ankara mı? bakacak tek şey insan yüzleridir. bu yüzden insanlar kırıp dökmeye cesaret edemez birbirini kolay kolay.

murathan mungan bir keresinde bunun için "ankara'da oturma odası ahlakı vardır" demişti,"oysa istanbul'da bıçaklar ortadadır." doğrudur, hem de nasıl ortadadır...

denizin şımartması belki de, herkes bıçaklarıyla birbirinin peşindedir. dürüstlük mü bu? yoksa insanların birbirine bakması için denizden daha 'enteresan' olması gerektiği için mi? ama doğrudur. ankara'da her şey oturma odalarında olur. bakılacak bir deniz olmadığı için, insanlar sık sık ve uzun uzun birbirlerinin yüzlerine bakar. yüzlerde işaretler varsa hakikaten, bunu en iyi ankara'da yaşayanlar biliyor olmalıdır. bıçaksız oturma odalarında insanlar birbiriyle yetinir. tıpkı deniz olmadığı için havuzlarla yet inildiği gibi. ama belki de her yokuşun sonunda deniz çıkacakmış gibi olan bu şehirde kurulan deniz düşleri, denizin kendisinden daha mavidir.

kesin olan bir şey var yine de. ankaralıların denizi istanbullununkinden daha temizdir!

cetvel çizgisi kafadan mi geçer? ferhan şensoy ankaralılar'ın karşıdan karşıya geçerken 'cetvelle çizilmiş gibi' herkesin sağdan yürüdüğünü söylüyordu. böyle bir kanaat vardır ötede beride.

ankara'nın cetvelle çizilmiş bir şehir olduğu sanılır. o çizgilerin insanların kafalarının içinden geçtiği düşünülür üstelik.

evet dolmuş şoförleri kravat takar, evet taksiciler 'sizli bizli'dir. ama o kafka eski şoförler, o 'siz'leri alıp, 'o güzel gözlerinize ağlamak hiç yaraşmıyor. size yakışan gülmektir' diye bir cümle kuruverdiğinde, kimi 'sen'ler pek pespaye kalır, pek samimiyet yalanı... bu kent, insanlara siyaset yalanlarına inat her gün önemli sözcükler öğretir. haysiyet, alçakgönüllülük, samimiyet, sessizlik, dostluk, mertlik, isini hakkıyla yapmak... neden peki? çünkü insanlar, arkalarını dönemezler burada birbirine. dönüp gelecekleri yer yine birbirlerinin yüzüdür.

gidecek bir deniz yoktur. bu yüzden ankara'da tek başına olmakla yalnız kalmak arasında çok fark vardır.

ankara bana, istanbul'dan gelmiş, denizle şımarmış çocuğa birkaç sözcük öğretmişti. bunu, istanbul'da artık hiç bilinmeyen kati bir usta - çırak ilişkisiyle yapmayı tercih etmişti: gözyaşı mecburidir! kn bırakmayan, hayatı, insanları gördükçe affedilen, hem de nasıl çabucak affedilen gözyaşıyla...

istanbul mu? o 'işini bilen', tombul kadın... o, bu sözcüklerle hep alay etti. çok 'işe yarayan' yeni sözcüklerden bahsetti.

ben simdi ankara'da mülkiyeliler birliği lokali'nde o 'işini bilen' kadının dayattığı sözcüklerden bahsediyorum.

kimse gülmüyor. hiç gülmüyoruz. 'bu kadar çok genelleme mutlaka hatalıdır' diye düşünecek oluyorum...

o sırada kuğulu park'da bir kadın ağlıyor. garson, hiçbir şey sormadan masaya bir mendil bırakıyor..."

susuyorum. tespih tanelerimin düştüğü şehirlerden biri olan ankara'nın hava durumunu takip ediyorum, ankara karlarda. donarak ölen "evsiz vatandaş"da gözlerim. kim bilir, peoples'a giderken bir sabahın köründe, taksinin bir güvercini ezerken plastik top patlarmış gibi çıkan sesin eşliğinde üstüme sıçrayan kan ve tüylerin hezeyanında, o izbe sokakta düşürdüm belki tespihimin taşını, tespihimin son taşını...

sonra people's adlı mekanda da düşürmüş olabilirim. çiftler köşelere yerleşmiş, yiyişiyorlar. dünya umurlarında değil, aynı esnada dev ekranda leonard cohen çalıyor. bunu romantizm sanan dingiller var mı hala hakikaten?

ah güvercin, sende mi benim taşım? hani renkliydi böyle, yakından bakınca gözünü seçebiliyordun içinde. nerde uçuyorsun şimdi? sen, istanbul vapurlarının yanında uçarak insanoğlundan gönderilecek bir parça simit için yavşaklık yapan martılara benzemezsin, biliyorum. kanın hala o eski tişörtümde.

o taşı görürsen öldüğün yerde, şu taksinin sokağı var ya, orda işte. bir gece gelip fısıldar mısın bana?..

ankara'da, peoples'a gidiyordum, güvercinler ölüp kanları ve tüyleri üstüme sıçrarken, kafelerin köşelerinde çiftler denizi görmek için birbirlerinin gözlerine bakmıyor, gözlerini kapatıp öpüşüyorlar sadece. deniz kimin umrunda. kimse yokuş çıkmıyor, kestirme bulmuşlar.

biz, seninle denizi gördük işte küçük melek. biz, seninle şehrinde oltu taşı ararken - senin şu denizle uzaktan yakından bir ilgisi olmayan şehrinde oltu taşı ararken, deniz çıkacak ıslak ağzından, deniz, diyeceksin; "uslu ol, acık adam ol!"
tümünü göster