lost in translation
bu film hakkında ilk yazımı yazdığım vakit, ardından gelen yazıya neden gereksiz bir nezaketle ve editle karşılık vermişim ben de anlayamadım. insan bazen kendini tanıyamıyor. yılmaz erdoğan'ın demesiyle, "normaldır."

bir film hakkında düşünceniz şöyle olabilir: "filmin şurası öyle deniyor, bence değil, öyleyse de ben yalnız şurasından tuttum ve orayı çok sevdim." ama şu gerçekten çok gülünç: "hayır! öyle değil! coppola bunu anlatmış! sırf buradan yak! ben öyle yaptım."
dahası bu filmi nerden tutsan elinde kalıyor. onu yukarıda açıkladım zaten.

şimdi, yalnızlık filmin üzerinde durduğu birkaç şeyden biri, yalnızlığı defaatle vurguladım ilk yazımda, yabancılığı, iletişimsizliği de... sofia coppola genel olarak bunlar üzerinde durmuş, söylemi de yok değil yani. kimse oyun oynamak için film çekmez, çekse de emin olun ben öyle bir filmi izlemem, izlememişimdir, izlemeyeceğim de. izlemişsem de kazara olmuştur. bir daha olmaz. yalnız şimdi had safhada bilinçli olduğumu bilmenizi isterim. ne anlatıyordum? evet filmin derdi aşağı yukarı belli de sırf derdi beni gerdi diye geri kalanları "hadi eyvallah" diye bir kenara mı atayım? nedir yani, yalnızlığı anlattı diye, derinlikten yoksunluğunu görmezden mi gelelim? yalnızlık eksiyi götüren artı mıdır da basitliği ve klişeleri silsin? ıssız adam'ın bok gibi film olduğunu düşünürken diğer yandan "ya ama öyle diyip de çıkmayayım, o adamın ebedi yalnızlığını anlatıyordu." diye bir kuşkunun ağına mı düşelim? yok artık...

sorunu şudur filmin, derdini anlatmada basitlik ve yüzeysellikten müteşekkil birçok engele tosluyor, ki bunlar filmin anlatmak istediklerinin üzerine bir sünger çekmeye fazlasıyla muktedir. inanın tekrar etmekten yoruldum, coppola'nın ırkçı bir bilinçle hareket ettiğini sanmıyorum ve inanın keşke öyle olsaydı. coppola karakter yaratmada sınıfta kalmış, coppola ya yetersiz ya özensiz, japonlar'ın hepsi bir tornadan çıkmış gibi, hepsinin 32 dişi temaşaya hazır, hepsi el pençe divan, hepsi işkolik. tokyo desen, bu şehir gökdelen ve sushiden mi ibaret? öyleyse ben sana oturduğum yerden, tokyo'da geçen bir senaryo yazıvereyim şimdi. mazur görürsünüz, ama sofia coppola gibi tokyo'da uzun süre yaşamış ve orayı mekan edinen bir hikaye anlatmaya kalkışmış bir yönetmeni asla. yabancılığı anlatırken, geçmişine yabancılaştı herhalde. neyse.

son olarak, bırakın salt kadınları hiçbir insan çokça şeyin üstünde tutulacak bir duygu durumunu (yazar burada aşktan bahsediyor) alış veriş, takas basitliğinde ve rasyonelliğinde değerlendirmez. hayatta da, filmlerde de. bir sofia coppola filminde bile.
tümünü göster