"...dumandan bıyıkları kaytan yüzü gülüyor / ama bahar geldi sevgilim, kimse kimseyi beklemez..."

sıçtığım bokun büyüklüğüne bakıp sevindim bu sabah. yani düz anlamıyla, yaptım bunu. yaz bitiyor ve ben kıştan beri ishaldim hatta son beş altı yıldır çoğunlukla ishalim ama bu sabah, içmediğim ve içmeyeceğim yirminci günün sabahında, sonunda bir erkek gibi sıçabildim. bu çok mühim bir şeymiş, çok mühim, hep söylüyorum; ona biraz yardımcı olduğunda vücut üstüne düşeni yapıyor her zaman. benim aksime, ne istediğini bilen tutarlı bir şey vücut, kesinlikle intihar eğilimli değil, öyle şeyleri hep ona rağmen yapıyorsunuz. o kusmak istiyor, uyumak istiyor, bir şeyler yemek istiyor ama ben buna rağmen içiyorum mesela. ya da o sadece basit bir şekilde boşalmak istiyor, ben sürekli porno indiriyorum veya gidip güzel götlü bir kıza aşık oluyorum falan, bilmem anlatabiliyor muyum...

hiç fena hissetmiyorum aslında, ufak şeyler bana yetiyor şimdilik, uzun süredir kendimden esirgediğim en insani zevkleri, yani hakkın olan, insan olmanın kendiliğinden getirdiği o ufak mutlulukları, günü çeviren o küçük çarkları tamamen kaybetmediğimi görmek sevindiriyor beni. şu tuvalet meselesi gibi, ya da tabağını sıyırıp tekrar uzatmak gibi, pek arka arkaya söylenecek şeyler değil ama, ne bileyim asla uyuyamayacağımı düşünürdüm mesela ama bi şekilde uyuyabiliyorum. o sürecin neye benzediğini unutmuşum. başka bir şey yapmadan oturup bi maç izleyebiliyorum mesela, o an için bu beni ilgilendirebiliyor, çok enteresan değil mi, dikkatimi toplayabiliyorum, gerçi bunu gerektiren bir şey yok ama. zaten toplayamıyorum, daha çok bir miktar dikkat saçıyorum etrafa, bir şeyleri farkediyorum, algılıyorum. bir zulüm değil bu her zamanki gibi. üzerimde ne yapacağımı bilmediğim bir enerjiyle dolaşıyorum bir de, böyle hızlı hızlı konuşuyorum...

yine de iyi geldi içmemek, rengim falan değişti, yüzüm toplandı biraz, gençleştim. altı üstü yirmi gün ama her gün daha yeni ayıldığımı düşünüyorum. hatta bazen işte şu anda ayıldım falan diyorum, çok komik, sonuçta sadece yirmi gün içmedim. onu görmeyeli de bir üç ay kadar oldu herhalde... benimkini. ne garip bir kelime değil mi benimki. buradaki ismi hep o olacak sanırım, bu hiç değişmeyecek. eskiden olsa bazen ki'nin vurgulu olduğu o çocuksu vurguyu kullanabilirdim, ama o artık biraz zor, siktir et belki de elimizden yalnızca o kısmı gitti... görmüyorum derken rüyalarımı kastetmiyorum tabii ki. biliyorsunuz, nerdeyse onu tanıdığım günden beri her gece rüyalarımda. öyle ya da böyle, yanında uyurken bile rüyamda onu gördüğümü biliyorsunuz. ona karşı hiç kapanmayan ikinci bir iç gözüm var sanki, göz içinde göz, kalp içinde kalp, iki tane ben, bir tanesi insanların arasındayken diğeri onun yanında olan, onu izleyen ikinci bir vücut gibi, bu sefer ne istediğini bilmeyen tutarsız bir vücut gibi, intihar eğilimli, kolay tatmin olmayan, basit şeylerden hoşlanmayan, tutku dolu, çatlayacak gibi ikinci bir beden. ruh dedikleri bu mu.

deliriyor olabileceğim fikri ilk defa o zaman gelmişti, belki de böyle bir şeydir demiştim, ben yanlış biliyorumdur. yani aslında benim delileri anlamam mümkün değil, ben asla deliremem diye düşündüm hep, yani bu bilinç varken, eli sopalı bir gardiyan gibi, her dakika beni gözetleyen, beni kurcalayan, rahat bırakmayan... o tepemdeyken, sürekli kendimle uğraşırken, delirecek olsam bunu farkederdim ve bu, bu işin akışını bozardı herhalde değil mi... boş konuşuyorum aslında, deliliğin ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yok ama artık biraz korkuyorum galiba, belki de göz göre göre delirmek diye bir şey vardır diyorum, belki de deliler delirmeden bir süre önce bunun delilik olduğunu düşünüyorlardır... tepebaşı'nda aynalı dedikleri bir adam var biliyorsunuz değil mi, tam eskişehir'e yakışır bir deli, egosantrik bişey, şu, iki elinde iki tane aynayla gezen adam. bütün gün kendini izliyor manyak herif. dans eder gibi, kollarını iki yana açmış birini ensesine birini yüzünü tutuyor, bi aşağıdan bi yukaridan, bi sağa dönüyor bi sola, çok komik, adam deliliğin ideası gibi. yaz kış montu üstünde, kafasında lacivert beresi, ellerinde kırık ayna parçaları, nereye gittiğini bilmediği otobüslere biniyor, bulaşanlara direkt küfrediyor falan. sürekli farklı açılardan kendine bakıyor adam, kafayı yemiş, düpedüz manyak, yani hiçbir anlamı yok aslında, tam bu şehirlik yani...

ne diyordum, şu rüya işi... istikrarın bu kadarı korku veriyor; yıllar oldu resmen, yıllar, gezegenler dönüyor, ömürler bitiyor, bense her gece rüyamda onu görüyorum, her gece... kulağa bile mümkün gelmiyor ama mümkün, bunu da görüyorum rüyamda. eskiden, daha çocukken, uyumadan önce rüyamda görmekten korktuğum şeyleri düşünürdüm. bir çeşit taktik gibi, içgüdüsel olarak yapıyordum o zamanlar bunu ama sonradan bunun neden işe yaradığını bulmuştum kendimce; o şey ne ise onu bir simge olarak fazlaca bilinçüstüne çıkarıyordum. benim eli sopalı, gardiyan bilincimin önüne atıyordum onu. yatağıma kadar girmiş nahoş bir düşünceyi hiç değilse rüyalarımdan uzak tutmak için güzel bir taktikti bu. ama benimki... o o kadar kolay lokma değil galiba, onu çiğnemek için korkunç bir ağzınız olmalı. o benim gardiyandan da beter, dolaştığı yer benim zihnim oldukça onu hiçbir şey durduramıyor, hiçbir şey...

çok rahatlamıştım aslında. artık gittiğinden emin olduğumda, gülümsedigimi, bambaşka gözlerle baktığımı hatırlıyorum etrafa. tuttuğunuz nefesi bırakmak gibi, vazgeçmek gibi, çok rahatlacıydı... olmaktan ölümüne korktuğu şey olduğunda neden rahatlar ki insan, kaybedecek bir şeyi kalmadığı için mi, artık kendini dilediği gibi mahvedebileceği için mi, ya da kendisinin hala orada olduğunu görüp de mi rahatlıyor. ama üzerimden bir yük kalkmış gibiydi. ya da ne olmuşsa olmuştu, bunları konuşmak bile istemiyorum... bile denmez aslında, daha fazla ne yapacaksın ki zaten...

bu üç ayda bir kere karşılaştık onunla. gerçekten karşılaştık ama, benim saatlerce beklediğim tesadüflerden değildi, ya da belki öyleydi, sonuçta ben boş yere götümü kaldırıp okula gitmem, hele ki finaller zamanı, okulun öğrenciye dar geldiği havalarda. kantinin bahçe kısmında otururken ellerinde çaylarla geldiler, üç beş kişi. bir şeyler konuşuyorlardı gülüyorlardi falan, öyle çok komik bir şey olduğunu da sanmıyorum ama malum, bunu yapmaya mecburlar sanki biliyorsunuz. bir yandan konuşuyor, bir yandan her zamanki gibi çay poşetini bardağına daldırıp daldırıp çıkartıyordu. sonra o poşeti ipiyle tahta kaşığa sarıp iyice suyunu sıkacaktı, yaptı tabii ki, sonra parmaklarının ucuyla hiçbir yere damlatmadan, hiçbir pislik bırakmadan çöpe atmadan çayını içmeye başlamadı, her zamanki gibi. aynı kız işte... aynı yürek hoplatan kız, aynı pembe çizgili spor ayakkabılar, erkek gibi büyük ayaklar, aynı pembe tişört, buz mavisi düşük bel kot, aynı kaymak gibi bel, devekuşu yumurtasından küpeleri ve üzerinde yeşil çiçekler, benim seçtiğim, hafif göz makyajı, bayıldığım, şekerli parfümü, bir şişe kendim için zulaladığım. aynı kız, ne kadar heyecan vericiydi, dimdik, o duruş. o duruş tabii ki, bütün sihir orada biliyorsun; o belinin kıvrımında, kabaran göğsünde, omuzlarında, at gibi kalçalarında, kasılışında. bu dünyaya kadın olmak için geldim diyordu, kadın benim. bereket gibi dolgun, titrek, zaptedilmeye çağıran, sonsuz, doğurgan, dişi, sınır konulamayan bir arzu, bir sevgi, şefkat, tahrik, yumuşaklık, özgürlük, alabildiğine, yabanilik, delilik, gerçek yaşam enerjisi, gerçek eros, ereksiyon, bahar, gürüldeyen sular, dönüşen dünya, tam oradaydı, isyan, kişneme, hırlama, uluma, saldırı, savaş, son damlana kadar tükenme, mahvolma isteği, yeniden doğuş, ateş, duman, zafer, kahroluş, hepsi kalçalarındaydı, hepsi kalçalarında...

gülmeyin. güldüğüme de bakmayın, tanrı gerçekten bir şeyler serpiştiriyor ortalığa. kimisinin gözüne, kimisinin eline. kimisi dudaklarıyla kimisi diliyle sarhoş ediyor sizi ve benimki pazar gününe denk gelmiş, birden fazla hediyesi var, hediye paketlerinin en büyüğü de kalçaları tabii ki. gülmeyin, baba karamazov gibi oluyorum kalçalardan bahsedince, kıta kıta seviyorum onları, güney amerika denen o oynak kıtadan japonların o minik, dar ve tatlı adasına kadar... ya da tamam gülün.

neyse işte, aynı kız, aynı kalçalar, orada duruyordu, karnımdaki ağrıyla birlikte. beni görünce bakışlarını kaçırmadı, ben de kaçırmadım, böyle selamlaştık, bozmadı gülümseyişini, esirgemedi. plastik sandalyemde çok mühim bir şahsiyetmiş gibi bacak bacak üstüne atmış yayılarak oturmuştum, yaşamak isteyen vücudum ona dönüktü, bırakın beni sanki dünya ona dönüktü, alan derinliğimle oynuyordu, başka bir şey göremiyordum, kafam iyiydi, bu kız yaşıyordu değil mi, vardı böyle biri, yanımdaydı bir ara, bir sürü şey yapmıştık. onbeş metre ötemdeki şu kız. yatmıştım ben onunla, aşık olduğumu söylemiştim. yabancı desem değil, tanıdık desem değil. ve garip bir şey daha vardı ki kendimi bir çeşit üstün hissediyordum o an, etrafımdaki insanlardan yani, ben doğaüstü bir deneyimi yaşamış biriydim sanki, içim parçalanıyordu ama buna değerdi, hepsine değmişti, bütün kahkahalarımıza, bütün kavgalarımıza...

o kızı tanıyordum, o kız benim kim olduğumu biliyordu, ben onun o çalışmayan kafasından neler geçtiğini biliyordum, o benim bunu bildiğimi biliyordu, ben onun hangi iç çamaşırını giydiğini biliyordum, o masamdaki plastik kefir şişesinin içinde votka olduğunu biliyordu. kalktıkları zaman yanıma uğramadan gitmeyecekti, yavaş yavaş gelecekti ürkmemem için, ağzıyla gülümserken kaşlarıyla lütfen diyecekti, lütfen saçma bir şey söyleme. içine kırk tane soru sokuşturmaktan şekli şemali kaymış, telaffuzu bozuk bir naber, o düdük gibi sesiyle, soracaktı. öyle de oldu zaten... sonrası dupdup. dupdup. dupdup. ah doktor, bir öküze rüya gördürtecek kadar votka içiyorum ama hala sakinleşmeyen bir kalbim var, şu ikinci kalp hiç sakinleşmiyor. saçma bir şey söylemedim, ama saçma olmayan bir şey de söylemedim, saçmalamaya hakkım yoksa susarım daha iyi. hem onu rahatlatmak falan da istemedim, bana ne, madem ben bu haldeyim, onun da kalbi biraz atsın istedim, allahın belası kanı o koca götünden fırsat bulup da biraz kalbine gitsin istedim...

ona ne ki zaten nasıl olduğumdan, çok merak ediyorsa ben ayağına gelmeden de arayıp sorabilirdi. ama somurtmadım da, onun yerine hazır onu böyle yakalamışken gülümseyerek gözlerinin içine baktım, bir fantazi oyunu gibi, olanların hepsini unutarak, bi anlığına, bir daha ne zaman karşımda bulacaktım ki onu, bu yaptığımdan sonra bir daha uzun zaman bana naber demeyecekti. o anda gerçekte ne olduğunu hiç düşünmeden başka bir anın tiyatrosunu yaşamaya çalıştım... çok sürmedi tabii, avucunun içini bana gösterip sadece parmaklarının ucunu oynattığı şu garip baybay hareketiyle gitti. saçmasapan hareketler konusunda üstüne yok zaten ve zaten ben de bir an evvel gitmesini istiyordum, gitsin ki canını alacakmış gibi yapışayım şu masadaki şişenin boğazına. allah var içmek için kusursuz bir andı, daha da kusursuz olacaktı, o nasıl oluyorsa...

binadan içeri girip öbür kapısından çıkacaktı, çay içtiği insanlarla birlikte, konuşmaya ve gülmeye devam edeceklerdi mutlaka, gülerken belki onların koluna dokunacaktı, mutlaka çok eğleneceklerdi anlıyor musunuz, mutlaka yaramazlık yapacaklardı, çünkü öbür türlüsü olursa içki o kadar tatlı olmaz, yoksa bal gibi biliyordum eve gidip pinekleyeceğini... ne boksa. sonuçta heyecan verici bir olaydı, bu ara çok da trajik gelmiyor böyle şeyler. yirmi gün nasıl dayandım bilmiyorum, belki de birinci vücudum kontrolü ele geçirmiştir, belki de korktum halimden iyice. o zamandan beri, öncesinde de olduğu gibi tek başıma içiyordum evde, en ucuzundan. bütün gün kendi kendime konuştuğumu farkettim, öyle kafamın içinden falan değil dudaklarım kıpırdamaya başlamıştı artık, kısık da olsa bir ses çıkıyordu yani, birahanelerdeki yaşlı alkolikler gibi. eninde sonunda öyle olacağım ama henüz erken değil mi, bir noktaya dalıp kendi kendine sinirlenmeler falan... içki almak için dışarı çıktığımda bayağı bayağı tedirgin olmaya başlamıştım, birilerinin beni döveceğini falan düşünüyordum, arabalardan korkuyordum falan. sonra malum şu rüya meselesi, zaten uyanık olduğum bütün süre boyunca ondan bağımsız tek bir şey bile düşünemezken bir de bütün gece onu görmek, bu kadarı beni bile korkutuyor. gerçekten deliriyor olabileceğimi düşündüm, havaların gittikçe ısınması, onun sürekli bir cornetto reklamında yaşadığı hissinden kurtulamamam, aynı şeyler aynı şeyler, yaşamıyordum da tespih çekiyordum sanki, mırmır başımı öne eğmiş bir molla gibi, çile gibi durmadan tespih çekiyordum, içki bile zor yetiyordu artık, durmakla iyi ettim... tabii yine de bu anlattıklarım terazinin bir kefesi, alışverişın bir yanı yani, yani çok acıklı görünebilir ama her dandik malın da bir kör alıcısı vardır değil mi. bu böyle. çünkü bütün bunların yanı sıra bazen aslında o halimden gayet de memnun olduğumu, mutlu olduğumu düşünüyordum, hala da düşünüyorum...

bazı sabahlar uyandığımda, kafamı tuta tuta zar zor masaya kadar yürüyüp, yarım kalıp ısınmış içkinin üstüne biraz soğuğundan ekleyip, elimin kontrolden çıkmasından korktuğum için iyice üstüne eğilip, böyle ağzına kadar dolu bardak, of, yalaktan su içen bir hayvan gibi, susamış, yalnızca onun sesiyle, dudaklarım ona değdiğinde, biraz içtiğimde, sonra biraz daha içtiğimde, sonra biraz daha, ritmik bir canlanma gibi, çok derinden gelen bir kraşendo gibi, açıldıkça, canlandıkça, kaslarımı, bir bedenim daha olduğunu hatırladıkça, şöyle biraz etrafa bakarak, ışığı gördükçe, bir sigara yakıp, bir müzik seçip, dolapta açılmamış bir şişe, bilgisayarda varlığı unutulmuş, karalanmış bir kaç satır, allahın belası dünyada neler olduğu hakkında en ufak bir fikrim bile yokken, kendi kapısı olan evimde, yine bütün gün sakız çiğner gibi nexus denen oyunu oynayıp kendi kendime konuşacağım ve sarhoş olacağım bir güne daha başladığımı bilmek... cebimde bunlar için yeterince para varsa bir de, bilmiyorum, öyle sabahlarda içinde bulunduğum yere, duruma bakıyorum, sağa sola bakıyorum, yerdeki şişelere ve kıyafetlere, dağınık yatağıma, benim yalnız yattığım yatağıma, ekrandaki müzik listesine, tezgaha yani ve nasıl desem böylesine müstakil bir adam olmaktan, böylesine bana özel birbirinden bağımsız saçmalıklar içinde yaşamaktan büyük bir mutluluk duyuyorum sanki, sürekli büyüyen, açıldıkça açılan bir mutluluk gibi...

size yalan söylemenin bir anlamı yok, bunun için para ödenmez, belki de ödenir bilmiyorum ama buradan çıkınca içeceğimi ikimiz de biliyoruz değil mi. hatta odada bir üçüncü olsa o da bilirdi, çok açık herşey. aslında yirmi gün önce de gayet ciddi bir şekilde tövbe etmiştim her zamanki gibi ama şu anda bunu neden yaptığımla ilgili hiçbir şey hatırlamıyorum. belki de daha rahat bir kafayla dönmek, biraz dinlenmiş olmak için yaptım, belki kendimi aileme bir süre ayık gösterip para toplama planı yaptım, belki sırf içkiyi tatlandırmak için, gerçekten bilmiyorum. içmek için neler yapabileceğimi bilmiyorum, yarım saattir neyi niye anlattığımı da bilmiyorum, rüyalar, götler, deliler, kafamdan niye sadece abuk subuk şeyler geçiyor bilmiyorum...

neyse ne... alkolizmimle ilgili en ilginç bulduğum şey ne biliyor musunuz, içmeye karar verdiğim anda ama daha çok, en çok, parasını ödeyip de şişeyi poşetime attığım anda, daha bırak içmeyi koklamaya bile başlamamışken, kafamın iyi olmaya başlaması. gerçekten, bunun gözden kaçamayacak kadar yaşanıyor olması çok ilginç, ama bu böyle. çünkü bana kalırsa klinikte öğrettikleri en büyük sır neydi biliyor musunuz, bunu bir hasta kıyağı olarak kabul edebilirsiniz, en büyük sır doktor, alkolün sıvı olmasıdır. bütün sır bundan ibaret; alkol sıvıdır, her şeyin şeklini alır ve her yerden sızar... gerçekten bir insan olduğunuzu unutup bir kaya gibi durmalısınız onun karşısında, çünkü şu daracık göğüs kafesimde allahın belası üçüncü bir kalp hiç durmadan damarlarıma o renksiz sıvıyı püskürtüyor, bütün vücuduma, bütün vücutlarıma... umarım bir gün ona bir kalp krizi geçirtebilirim ama şu anda kabul edin doktor, şairin dediği gibi, bütün dünya için sarhoş olma vakti... ne yani diyorum bazen, herkes başbakan mı olacak memlekete, bırakın o sıvıyı ve bu hayatı sel alsın, yıkıp geçsin, batık bir şehir gibi durayım bir kenarda ve insanlar her zaman yaptıkları gibi bir turist gibi gelip, aa gerçekten batıkmış deyip gitsinler. olmaz mı...

aynı gün aynı saatte yeni saçmalıklarla, görüşürüz doktor...
tümünü göster