saygıdeğer terapistim. artık çok şükür kanepenizdeyim. artık kendimi serbest ve başıboş bırakabilirim. çok yorgunum. dün sabah, salonunun bitişik iki duvarında da pencereleri olan bir köşe dairede, arkadaki karanlık odalardan birinde uyandım ve salona gittim hemen. akşamdan kalma bir eve güneş vurduğunda çok hüzünlü çok izlenilesi bir görüntü çıkar ortaya. çok severim ben. salondaki pencerelerden birinin önüne, eski moda, tanımlanamayan bir renkte, üçlü bir kadife kanepe konmuştu. uyuşturucu kullanılan bir evdi, aile girmemiş bir evdi, ihtiyaç kadar ihtiyaca göre şekillenmiş, bir bağımlının o günlük derdi kadar minimal bir evdi. bir bağımlı feng shui'si. o geniş salonda, kanepeye yaklaştırılmış, üstünde dünyaları taşıyan ahşap bir sehpa ve çıplak parke üzerinde birkaç minder vardı sadece. kanepenin üzerinde uykuya dalamadan bayılmış gözleri kapalı bir kız duruyordu. kar vardı ama güneşli bir kış sabahıydı. içerisi ışıkla dolmuştu, havadaki tozu görebiliyordum.

bir havası var derler ya hani. birkaç farklı şeyin toplamından oluşan soyut bir anlam. ilgisiz bazı şeylerin arasındaki uyum. ince bilekleri oluşu ve saçlarının düz olması; ince parmaklı olup kibrit kullanması, küfürlü konuşması ve isminin sezen olması, saçlarından bir tutamın hep yüzüne dökülmesi ve kıyafetleriyle yatması, başını geriye atışı ve otururken bacaklarını açık tutması. bunun gibi şeyler. bir havası vardı yani. ama o anda nasıl rahat edeceğini düşünemeden sığınmıştı sanki o kanepeye. uzandıktan sonra kendini kanepeye yerleştirmek için ufak tefek kıpırdanışlar olmamış, oraya bir yaprak gibi konup kalmıştı sanki. zaten o kadar zayıftı ki ılık bir lodos olsa alttan girip onu kaldırabilirdi. dudağım çok sızlıyordu doktor. dizlerimi kırıp yanına çömeldim. korku filmlerinde olduğu gibi birden bire gözlerini açsa yere düşerdim kesinlikle, öyle büyük bir dikkatle izliyordum onu.

bakışlarındaki hayret verici boşluğu görmüştür herkes. eroinmanların hiçbir şeye şaşıramaz ifadesini. çökmüş yüzünü. peki, çoğunlukla erkeklerde bulunan o çıkık kemikli burnun çizgisini ve çatık kaşlarını tek bir hat olarak görüyorlar mıydı benim gibi? kapalı kirpiklerine hayatlarında ilk defa kirpik görmüş gibi bakıyorlar mıydı? alt dudağının bükülüşünü, onun çenesine düşürdüğü gölgeyi görüyorlar mıydı? kaşlarından bir telin inatla yukarı dikildiğini, ancak bir beş yıl sonra alnında belirginleşecek çizgiyi falan? silinmez bir fırçayla geçmek istiyordum o anda ki yüzünün üstünden. o anda durduğu yerde dursun, o evden taşındıktan sonra, başka başka insanlar yıllar yıllar boyu başka başka çok çok mühim işlerle uğraşırken bile o yüz orada kalsın istiyordum. ama ben fırça kullanmayı bilmiyorum, beste yapmayı da bilmiyorum, yaklaşıp o yüzü öpmeyi de bilmiyorum. ben gelip bu kanepeye uzanmayı ve anlatmayı biliyorum sadece.

fırça olmasa da, güzellik de kolay kolay silinmiyor, çıkmıyor hemen bulaştığı yerden, bir iz bir pırıltı olarak kalıyor. on beş yaşındaki yüzünü düşündüm. benim hiç görmediğim ve bir daha hiç var olmayacak o yüzü hayal ettim. biliyorsunuz böyle fuzuli işlere ben bakıyorum. oraya çömelip ciddi ciddi bununla uğraşmak istedim ama dikkatim dağıldı tabii ki çünkü içmek istiyordum hemen. akşamdan kalma bir eve güneş vurduğunda, yarım kalmış ve açık kalmış bir sürü şey aydınlanır. isınmış bir kadeh rakı veya uyuyamadan bayılmış uyuşturucu bağımlısı bir kız gibi. unutulmuş bir söz, tamamına ermemiş bir niyet, ayrı yataklara düşmüş sevgililer, kendi kendini içmiş bir sigara veya yarısı duran bir 70'lik gibi. hep böyle şeyler olur öyle evlerde. bakıp da merhamet duymamam mümkün değildir. gerçi şişe raftaki parlaklığını kaybetmiştir. raflarda parlak dururlar çünkü bir şişe içkinin ömrü açılınca başlar, ve ne kadar yaşayacağı ve içinde ne çıkacağı onu içene göre değişir. yine de onu bulan benim gibi bir alkolikse o şişe hala değerlidir. öyle sabahlarda o yarım kalmış şişeden başlayarak geceyi devralmak isterim. ateşi söndürmemek, hiçbir şey olmamış gibi yapmak, anlamazlıktan gelmek, günlük hayatın başlamasını engellemek isterim. kızın önüne bir elektrikli soba koyup yaktım, bir sandalye alıp salonun sezen'e en uzak köşesine koydum, mutfak mermerinden bir bira bardağı söktüm, bir rakı bardağı çalkaladım, bira bardağına balkondan kar doldurdum, kendim için bir duble koydum, saçlarımı taradım, içilmekten vazgeçilmiş bir puro yaktım ve sandalyeye oturdum. ben hep bir "izleyici" olmuşumdur, bunu size hep söylüyorum. bir şarkısı var gökhan dabak'ın, reçel diye, siz büyük ihtimalle bilmezsiniz, o da böyle eşsiz bir sabah için yazılmış, kulaklığımı takıp o şarkıyı dinlemeye ve o tabloyu izlemeye başladım.

akşamdan kalma bir eve güneşin vuruşunu, doğru açıyı almış nesnelerin parlayan yüzlerini, saatler geçtikçe onların nasıl yer değiştireceğini, içinden ışık geçen1lt'lik tuborg mavi kış birası şişesinin duvara yansıttığı maviliği, içindeki dalgalanmaları, sobadan kızın yüzüne vuran kırmızılığı, kızın üstündeki battaniyenin perişanlığını, belki onu bir annenin verdiğini, ucu kornişten çıkmış ucu sarkmış güneşliği, belki onu da bir annenin verdiğini, kızın battaniyeden çıkmış ayaklarını, ayaklarına giydiği parmakları ayrı dikilmiş eldiven gibi renkli çorapları, odanın boşluğunu, kanepenin çökmüşlüğünü, kızın ne kadar küçük olduğunu, ellerinin ne kadar küçük olduğunu, o ellerin bazı şeyleri tutarken ki hallerini, sehpanın üstünün nasıl toza ve küle bulandığını, karşıdaki apartmanın bacasını, bacadan çıkan dumanı, buruşturulmuş sigara paketlerini, ıslanmasın diye onlardan birinin üstüne koyduğu pembe telefonunu, bir boka benzemeyen yüzüğünü, odada uçuşan tozu, rakı içimde dolaştıkca bütün bunların ne kadar eşsiz ne kadar güzel olduğunu, yere bırakılmış bir montu, camların ne kadar kirli olduğunu, güneşe tutunca rakının açılan rengini, bardakta eriyen karı, kar suyuyla rakı içmeyi, üflediğim dumanın bütün salona yayılışını, o dumanın içinde uyuyan sezen'i, allah'ın bu kıza neden hiçbir kadınsı hat vermeyip de yalnızca havasını verdiğini, allah'ın kadın olmanın havasını içine üflediğini, rüyasında acaba neler gördüğünü, onun rüyasında rakı içtiğimi, burasının dünya olmadığını, sandalyede kıpırdanıp duruşumu, uyuyan bir kızı izlemeyi ne kadar çok sevdiğimi, bunu ne kadar çok yaptığımı, bunları görebilmenin beni ne kadar harika bir adam yaptığını, o kıpırdanmaya başlayınca nasıl da korktuğumu, içmeyi hızlandırışımı, başlamasını istemeyişimi, rakının biten bir şey olduğu gerçeğini, uyanınca izlediğim kızla hiçbir alakası olmayan bir kızın doğrulacağını, kendisine hiç yakışmayan şeyler söyleyeceğini, diğer odalardan başka insanlar çıkacağını, telefonların açılacağını, kaç paramızın kaldığının sorulacağını, mutlaka ama mutlaka içmek dururken acıkan birilerinin çıkacağını, o sahnenin sonsuza kadar bozulacağını, hayatın bütün bayağılığıyla başlayacağını, oysa akşamdan kalma bir eve güneş vurduğunda gözleri kamaşan şeytanın nasıl da kaçtığını, kimse dinlemedikçe gürültüye dönüşen müziğin olmadığını, birbirlerinin sözünü keserek birbirlerine bir şeyler anlatmaya çalışan insanların gittiğini, bağırışların, çarpılan kapıların, iç geçirmelerin, yanlış anlamaların kalmadığını, yalnızca ışık ve rakı olduğunu vs. vs. vs. ne diyorduk. işte sırf böyle anlar hatırına içtim çoğu sabah. o sonsuz coşku için. kendi çabalarımla, onu geri getirebileceğimi, yaratabileceğimi sandım. hep kaldığımız yerden devam ederiz ve o eşsiz zamanın manzarası hiç bozulmaz sandım. kaldığımız yerden devam ederiz ve hiç yaşamayız sandım. birçok sabah buna kadeh kaldırdım.

evet dudağımı benimki de sordu. sarhoşken ısırdığımı söyledim önce, sonra kaşlarını kaldırınca öttüm hemen. vallahi ben öpmeye çalışmadım dedim. onu biliyorum dedi. durup dururken sezen ısırdı dedim. yani durup dururken sayılmaz elbette, belli ki kafasında bir şeyler dönmüş. sezen ilk geldiğinde gözlüklerim kırıktı. ertesi gün yenilerini aldıktan sonra aynı caddedeki bomonti meyhanesine gittim. benimkinin, sezen'in ve öbür kızın beni beklediği masaya, sezen'in karşısına oturdum. bakalım sezen neye benziyormuş diyerek taktım gözlüklerimi. karşımda gülen bir surat bekliyordum çünkü söylediğim şeyi aklımca komiklik olsun diye söylemiştim. oysa kaşlarını çatmış bir şekilde biraz hayretle ve merakla bakıyordu bana. şimdi beni bir yerden çıkartacak dedim gülerek benimkine, bu aramızdaki bir espriydi, benim çok vasat bir tipim olduğu için herkes bana, aynı bana benzeyen bir arkadaşı olduğunu söylüyordu. benimki de gülmedi. bana abi diyen öbür kıza döndüm ben de, karnının aç olup olmadığını sordum, bir ansiklopedide gördüğüm, alkolün aç ve tok karnına kana karışma grafiklerini çizdim falan, buna da kimse gülmeyince, benimkinin, ben ve kendisi arasındaki saçma ilişki hakkında bir özet geçtiğini anladım. aynı gece ben ve sezen daha geç saatlere kadar kalmak istediğimiz için ikimiz takıldık. onun bir arkadaşının evine giderken, o sabah uyandığım eve, boş sokakta, beni durdurup, bana dönüp, "ne olduğunu anlamıyor musun lan, salağa mı yatıyorsun" dedi. sonrada ben öpeceğini sanıyorken, dudağımdan bir parça koparıyordu nerdeyse. yani çok salakça bir durum. kurtulmak için herhangi bir hareket yapamıyorsun. dudağın hikayesi o, yani şimdilik o, devamını ben de sonra öğreneceğim herhalde. sen de kadınsın ama kadınların bu yönünü sevmiyorum işte doktor. karmaşık hareketler yapmaya yalnızca onların hakları varmış gibi davranıyorlar. oysa ben bırak ısırmayı, kimseyi öpmeye bile çalışmadım şimdiye kadar. buna çok pişmanım.

gerçi benimki, bende çok fazla kadınsı yön bulunduğunu söylüyor. bir erkeğe söylenmesi pek hoş bir şey değil ama buna benzer lafları çok duydum. biliyorsunuz çok sarhoşken bir kere o eşcinsel çocukla öpüşmek dışında bir eğilimim olmadı hemcinslerime karşı. onu bile ben öpmeye çalışmadım. şunu rahatlıkla söyleyebilirim, içimde bir kadın varsa bile kesinlikle lezbiyen. neyse doktor. bazı şeyleri sana da anlatmazsam, ben de köreldiğimde, ben de umursamaz biri olduğumda, ben de unuttuğumda, geriye onları hatırlayan hiç kimse kalmayacak ve onlar asıl o zaman sonsuza kadar yok olacaklarmış gibi hissediyorum. saatimiz doldu herhalde. buradan bir birahaneye gideceğim. işığın doldurduğu gündüz meyhaneleri ve omuzuna elimi attığım boş sandalyeler. o da artık başka sefere.
kafam çok karışık bu sefer, biraz sinirliyim... insanlarla bir anlaşma yapmak istiyorum doktor. bana kastetmediğiniz hiçbir şeyi söylemeyin ve kelimeler bedava diye her aklınıza geleni kullanmayın demek istiyorum. çünkü ciddiye alıyorum. bazen anlamaya çalışmak boşunadır diyorlar, hani sen yapamayacağın için değil de, ne kadar derine inersen in dibini bulamazsın, bir dibi yoktur çünkü, anlayacak bir şey yoktur ortada, bir derinlik de yoktur, bir sebebi falan yoktur, önü arkası yoktur, boşluktur etrafı, sadece var olduğu için vardır, sadece var olduğu için ciddiye alırsın, ya da söyleyeni ciddiye alıyorsundur, başka bir numarası yoktur. bir sürü şey söyledi yine benimki, hiçbir şey anlamıyorum bazen, o kadar anlamıyorum ki aklımda bile tutamıyorum ve gelip size bile anlatamıyorum. o kadar çok laf ki o kadar garip kelimeler ki, ama sonuçta ne, hepsinin toplamı yine sadece bir hava. bir his yansıtabiliyor sadece. kızgın veya üzgün olduğunu anlayabiliyorum ve belki onu bile yanlış anlıyorum... bildiğimiz, anlamı olan, öğeleri olan cümleler kullanamıyorlar sanki. biraz şimdi benim de yaptığım gibi. hissettiklerinden çok emin gibiler ama, sadece dillerinin ucuna gelmiyormuş gibi sanki hatta bana kalırsa akıllarının bile ucuna gelmiyor bazen. kendileri de bilmiyorlar ne söylediklerini. nasıl anlayabilirim. benim sadece okuma yazmam var, psikoloji eğitimi almadım ki. basit cümleler havalarını bozuyor sanki. sezen hiç değilse kelimeler konusunda ısrarcı değildi, yani bir yere varamayacağını anlayınca ısırabiliyordu. ve sonra bir anlamı yok deyip, öptüğünü iddia ediyordu, ısırmalar da öpüşlere dahil, evet o şiirin ismi gibi, mesela böyle bir şeyi siz anlayabilirsiniz belki, böyle şeyler için okuma yazması olan biri.

evet görüştük, hatta öpüştük, büyük cesaret değil mi, asıl büyük cesaret isteyen başka bir şey olurdu ama onu yapmadık... hayır, benimki yok bir haftadır, teyzesinin yanında, anlamadığım bir sürü şey söyledi ve gitti. sezen de gitti... kendinden emin tabii ki, tasmamın boyumdan da kısa olduğunu düşünüyor. bir bakıma öyle, bir bakıma değil. bir kere ne olursa olsun, o tasmanın öbür ucunda o var. o da beni kaybetmek istemiyor. ama konu bu değil. konu benim neye cesaret edebileceğim de değil. sonuçta sarhoşken yaptığım bir şey için, bravo iyi cesaret gösterdim denemez. konu alkol, pek yan rol kabul eden bir şey değil, sarhoşken ne yapacağımı bilemez, ben bile bilmiyorum, neden böyle bir şey yapayım diye düşünmüyorum, neden yapmayayım diye düşünüyorum, neden olmasın, ne fark eder, her şeyi unutuyorum bazen, bırakın bir tasmam olduğunu, bir köpek olduğumu bile unutuyorum.

bilebileceği tek şey var, o da ayılınca elbette onun yanına gideceğim ama ayıklığa aman vermiyorum bu ara. yani eminim biraz ayılsam yine yaptığım hatta yapmayıp aklımdan geçirdiğim, ağzımdan çıkmayan ama içimden söylediğim her şey için delicesine pişman olup ayaklarına kapanacağım ve o yine ne var ki bunda diyerek, umursamayarak kesecek cezamı.

oof, bazen çok rahatsız hissediyorum kendimi bu kanepede, yani buraya her uzananın aslında annesiyle yatmak istediği falan, öyle espriler yüzünden değil. burası sadece sızlanabileceğin bir yer, başka bir şey yapamıyorsun. burası bunun için tasarlanmış. ne şekilde yaparsan yap, nasıl bir hava katarsan kat, ne poz kesersen kes, istediğin kadar umurunda değilmiş gibi davran. sonuçta sızlanıyorsun. sonuçta yüzü asılmış, dudağı bükülmüş, topu patlamış, bir çocuksun. farkın yok. dalga geçilmeye çok müsait. inkar etmenin faydası yok, komik bir durumdayız. bari bir de öyle değilmiş gibi yapıp aptal durumuna düşmeyelim. burası karizmatik olabileceğin bir yer değil, öyle bir şey değil yaptığımız, yani kıyamet filmindeki albay kurtz'ü biliyorsunuz, o ellerini kel kafasında gezdirişi, rembrandt aydınlatma, kafasının içinde mutlaka çok derin bir şeyler olduğunu düşündürüyor, korku dostun olacak falan, büyük laflar, yine de biraz düşündüğünde o da komik, o da sızlanıyor. öldürdükçe, kendi içini çürütmüş, kafasının üstünden mermiler geçince kafayı yemiş bir asker. aynı hikaye. ne kadar süslersen süsle bu. sonuç olarak marlon brando bile heykel gibi yüzüyle kurtaramıyorsa, ben, bir anaokulu öğrencisinin hamurdan yaptığı suratımla ne yapabilirim, uğraşmak boşuna.

götüstü düştüysen önce kendin gülmelisin değil mi doktor. o yüzden sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim, ben götüstü düştüm doktor, benim topum patladı, nasıl anlarsan anla, dişleriyle kalbimi söktü, sadece bir hafta, sadece birkaç gecede yaptı bunu, katiyen aşık oldum, o bir uçağa binip gitti dün ve ben jetlag oldum. filmde dediği gibi benimkine bile dokunamaz oldum. zaten benimki yalnız uyumayı sever biliyorsunuz.yani sonuçta uyumayacak mıyız, yalnız daha rahat diyor. gerçekten pragmatik bir kız, takdir etmiyor değilim.

ne dersen de doktor, bu böyle oldu. ve ben dudağı bükülmüş o çocuğum şu anda, ben buyum, içim bu, inkar etsem ne olacak, sızlanacağım, o yüzden dipten başladım, beni sıfıra indir ve oradan dinle... daha dün sabah gitti, yine bir sabah, bana ne oluyorsa sabah oluyor zaten. artık biraz sakinleşip anlatayım. tekrar uzanayım.

montumu giymiş suya basmamak için seke seke tekel bayiine gidiyordum. saat dokuz falandı. iyice oturmuştu kar, insanları evine doğru itmişti sanki, kimse yoktu sokakta, kış kokusu vardı, eriyen karların çıkardığı sesler, ağzımdan çıkan duman, lastik izleri, kediler vs... sabahları hakan yok, kardeşi bakıyor dükkana, hoşgeldin abi dedi, biliyorsunuz adam yerine konduğum tek yer benim sokaktaki tekel bayii. sorun değil ama bu, kusursuz ilişkiyi tanımla desen ikimizin arasındakini anlatırım. parayı ver, içkiyi al, açık ve net karşılıklı çıkar, gülümse, iyi akşamlar günaydın falan, belki bir espri, iki taraf da memnun, sonra git, kimse kimseyi düşünmesin, bir dahaki sefere kadar silsin aklından, sonra yine kaldığın yerden devam, asla neden bu kadar çok içiyorsun yok, asla bu göt kadar dükkanda yaşlanacaksın yok, bilmem anlatabiliyor muyum. kardeşinin yanında hakanla olduğum kadar rahat hissedemiyorum, rakı aldım tabii ki, poşette satılan buzlardan aldım ama niyeyse biraz daha yaşıyor taklidi yapmak için gazete falan da aldım, ona ne alsam diye düşündüm, raflara bakındım, neden en yüksek alkollüsü portakallısı diye düşündüm. yani aynı seri, aynı tekel, aynı içki, ama portakal likörü iki kat fazla alkollü, %42. çok sevimli duruyorlardı rafta, öyle garip bir şişe tasarlamışlar ki, sanki bir yerde iyi yürekli cadıların hazırladıkları renkli iksirler gibi, aşk acısı çekiyorsanız naneli, çocukluğunuzu özlediyseniz kakaolu, belirgin bir derdiniz yoksa yani sadece alkolikseniz portakallı var. hoşuna gideceğini düşündüm, yanına süt ve kek aldım, kardeşi bana aldığımın yerine yaş üzüm rakısını tavsiye etti, beni gerçekten hiç tanımıyor, tadından bana ne, eksperler şarabın tadından anlar, şarapçılar değil, onlar sarhoşluğunu isterler, mesela bir şarap şişesinin dili olsa bir ekspere, şunu diyebilir: "bedenime sahip olabilirsin ama ruhuma asla". o uyanana kadar oyalanmak için de birkaç tane kırmızı aldım. tamam altı tane, yani sigara gibi bir şey benim için sonuçta, eninde sonunda yine para vereceksin. fazlası olacak bir şey değil. eve geri döndüm, bu sefer benim zemin kattaki evimdeydik, kapıyı sessizce açıp içeri girdim, oda kapısının aralığından hala yatakta olup olmadığını kontrol ettim, çünkü küçük bir ihtimal de olsa ben bazen bayiye gittiğimde evdeki insan gitmiş oluyor, hiç sevmiyorum bunu.

büyük ihtimalle ikimiz de yemeyecektik ama yine de ev sahibi olarak kahvaltılık bir şeyler hazırladım, bir bira açtım, pardon kırmızı, gürültü yapmamaya çalışarak ortalığı topladım biraz, biraz havalandırdım, daha iç açıcı bir yerde uyansın istiyordum, o gün gideceği gündü, belki vazgeçer erteler diye düşündüm, likör de onun içindi, alkole pek düşkün değil malum ama yine de içerse benim gibi her şeyi erteleyebilir diye düşündüm, neden kalmayayım ki bir gün daha değil mi... neden olmasın. aslında ne kadar geç uyanırsa benim için o kadar iyiydi, vazgeçebilirdi, ama ne olacağını çok merak ediyordum, uyanınca olabilecek şeylerin korkusuyla, bir şeyi böyle bir merakla, tedirginlikle beklemek çok zordur. aslında dışarıda olsa, gelmesini beklesem çok daha zor olurdu, çünkü o zaman asla gelmeyeceğini, böyle bir şeyin mümkün olduğunu, yani o lokmayı yutmaya çalışmakla geçer bütün zaman. neyse, en azından içerideydi, ama bekleyen adamı oynayamazdım, iyice içine batardım o zaman. bu yüzden bir kırmızı daha açıp sanki beklediğim bir şey yokmuş gibi başka şeylerle uğraşmaya başladım, gazetenin bulmacasını çözmeye başladım ama o bulmacayı o kadar çok çözmek istemiyordum ki ancak o kadar çabuk biter. ama o uyanmadı. bir tane daha açtım, bilgisayarda oyun oynamaya başladım. bilgisayarı bozmaya çalışır gibi oynadım, ama o uyanmadı. sarhoş olursam belki yine normalde yapmayacağım bir şey yaparım, belki onu uyandırırım diye bir tane daha açtım.

salonda kurduğum masanın başına oturdum, hava çok kapalıydı, ışıkları yakmamıştım, bir tek likörün rengi canlıydı evde, gözlerimi onun portakalına dikmiştim, kendi evimi izlemeyi sevmem zaten ve o sıra, sanıyorum kırmızının o dipten gelen dalgası vurdu ve unuttum. birini beklediğimi unuttum, onun içeride yattığını ve kalkınca gideceğini unuttum, dün gece birdenbire uyuyacağım deyip içeri gittiğini ve saatlerce telefonla konuştuğunu, ben kanepede sızdıktan sonra beni uyandırdığını elimden tutarak yanına götürdüğünü, birkaç gece önce, bir barda, benimkinin yanında, bu gece o benim şekerim diyerek masanın üstündeki elimi de tuttuğunu, alnımdan terler boşandığını, onun elinin malum sebepten terlemeye başladığını, rahatsız oluyorsam bırakabileceğini söylediğini, benim bir kelime kullanmak yerine ellerini daha sıkı tuttuğumu, bırak biraz da o kıskansın dediğini, hadi beni taşı diye bağırıp sırtıma atladığını, onu dün gece eve sırtımda taşıdığımı, ne kadar hafif olduğunu ve beni nasıl hafiflettiğini... unuttum, benimki diye biri olduğunu ve hepsini burnumdan fitil fitil getireceğini, bir tasmam olduğunu, bir köpek olduğumu, 25 yaşında olduğumu, mezun olamadığımı, liköre verdiğim paranın kira parası olduğunu, sabah sol elimin yine kasılmaya başladığını, serçe ve işaret parmaklarımın içeri doğru büküldüğünü, bunun potasyum eksikliğinden olduğunu, üç gündür yemek yemediğimi, buzları dolaba koymayı unuttuğumu... unuttum, küçücük elleriyle yüzüme dokunduğunu, çarşafın çıkardığı sesi, saçlarının yüzüme değişini, saçlarının kokusunu, ağzından çıkan havayı, havanın bana yapıştığını, gözlerini bana batırdığını, tırnaklarını bana diktiğini, kimsin sen diye bana sorduğunu... unuttum iki yabancı olduğumuzu, iki bağımlı olduğumuzu, iki inançsız olduğumuzu, benim erkek onun kadın olduğunu, burasının dünya olduğunu, her şeyin bir sebebi olduğunu, sebebi olan her şeyi unuttuğumu... unuttum... her şeyi iki kere unuttum...

ve hatırlatmak için kapıda belirdi. ellerim kırmızıda, gözlerim turuncuda, dalmış oturuyordum, o gelince hatırladım her şeyi, daha önce söylediğim o likör geyiklerini düşünüyordum, alırken hiçbir şey düşünmemiştim aslında, yüzde 42 yazınca düşünecek bir şey kalmıyor benim için. uyanmaya direnen bir kız çocuğu gibiydi, neredeyse hiç açmıyordu gözlerini, büyük adımlarla yanıma geldi, kucağıma çıkıp boynuma sarıldı, yüzünü boynuma yasladı... uyumaya devam ediyordu sanki, kıpırdayamıyordum. günaydın dedi. bu kız kim şimdi diye düşünmeye başladım. dün benimle lanlı lunlu konuşan bacaksız kaplan kimdi, bu okula gitmek istemeyen çocuk gibi şımaran ve bana kendimi pedofil gibi hissettiren kız kim. bir kızın içinde kaç tane kız var doktor. hangisini muhatap alacağız... bir ara kelimeler başladı yine... hiç gitmek istemiyorum, gitme, gitmek zorundayım... görüyorsunuz değil mi, ne kadar zorunda olabilir ki, silahlı adamlar mı bekliyor kapıda, ben hiç istemesem gitmem mesela, yani istenmediğim bir yerden istemeye istemeye gidebilirim ama bana gitme deniyorsa ve hiç gitmek istemiyorsam, gitmem. her giden bunu hiç istemeyerek yaptığını söylüyor. bir yandan elimdeki birayı içmeye çalışıyordum. daha fazla gitme demedim, portakal likörü aldım sana dedim. belki tekelin bir bildiği vardır. bacağım uyuştu dedim, asıl buradan kalkmak zorundasın. rakımı doldurdum, likör ve süt hazırladım, alakasız bir şeyler anlatmaya başladım. bu gitme meselesinin dışında bir şeyler. doğru düzgün içmiyordu bile, bir şey de yemiyordu, ikide bir kalkıp tekrar kucağıma geliyordu, anlatmayı da bıraktım bir süre sonra, hiç hayra alamet olmadığını biliyordum bu hareketlerin. hava açılmamıştı, sabahtı ama akşamüstü gibiydi, ışığı hala yakmamıştık, müzik de dinlemiyorduk, susuyorduk, karanlık içime doluyordu, o an için söylenebilecek ve ruhsuz kaçmayacak bir şey düşünemedim, belki bir saat oturduk öyle, vazgeçmiş olabileceği fikri görünmeye başlıyordu bende. düşünebiliyor musunuz, sadece birkaç gün ve halime bak. sonra tekrar içeri gidip telefonla konuşmalar falan başladı. rakı için soğuk su kalmamıştı, onun likörüne dadanmaya başladım...ve en sonunda uyandıktan belki üç saat kadar sonra, montu ve benim dalga geçtiğim, kuyruğu uzayıp atkıya dönüşen kukuletasıyla ortaya çıktı. çocukken babandan tokadı yiyince olur ya, gerçi siz yememişsinizdir, onun gibi bu sefer içten gelen bir dalgayla doldu gözlerim. kesin gidecekti. o loş ışıkta bunu görememiştir, oda duman altı olmuştu zaten... ne içiyorsun portakal likörümü yaa diye bağırdı resmen. bu kızın ne söyleyeceğini bilmek imkansız. sen içmiyorsun çünkü dedim. olsun bana aldın, benim o, dedi sinirle, alıp çantasına koydu... onu gideceği yere bırakacak falan değildim, yardım ve yataklık yapmayacaktım, istedi ve kabul etmedim, kimin yanına gidiyorsa bu onun görevi, ben o yara bandının kapının kapanışıyla tek seferde çekilmesini istiyordum. beni bırakıp gittiği için ona kötü davranmak istiyordum. sanki böyle bir şeye fırsat verecekmiş gibi...

çat. kapıyı çarptı ve gitti. evin ruhunu çekti sanki, havasını aldı, bütün nesneler boynunu büküp öldü, son ışık da dışarı kaçtı. saçmasapan hareketleriyle bana bunu nasıl yapabiliyorlar. hiç şıpsevdi falan deme doktor, ben düpedüz amsalağım, sadece dudak bükmüş bir çocuk değil, 15 yaşında bir kız çocuğuyum aynı zamanda. gitti ve bütün hayatım ruhumu teslim edecek kadar sıkıcı göründü, o an hayatımdaki her şeyden iğrendim, yerimden kalksam kalkışımdan, rakı doldursam çıkacak sesten iğrenecektim. neydi allahım, bu kız bana baktıkça içimde durmadan üreyen şey, nereye gitti şimdi, her şeyin anlamını almayı nasıl becerdi... ışığı açmak zorundaydım, içim ölümüne kararmıştı. karanlık bir tabloyu izlemek olsa keşke, içine hapsolmustum... ve tık tık tık, hızla cama vurdu. tülün arkasından kafasına taktığı o gerizekalı şeyi seçebiliyordum. nasıl bir duyguydu, nasıl anlatayım, az önce söylediğim bütün hisler bir saniyeliğine de olsa kayboldu. başkalarına ne kadar bağlı olduğumu görüyorsunuz değil mi, camı açtım tabii ki, başka bir ihtimal olduğunu bile unutuyorum böyle durumlarda... al bu da benden sana kalsın dedi. çok değerli bir şey uzatıyormuş gibi iki eliyle şekilsiz bir kartopu uzattı bana, aldım ve döndü götünü gitti..yani öyle sanıyorum ki dışarı çıktı, acaba ne tür bir saçmalık bulsam ki öyle anlamsız olsun ki hem beni çok şirin göstersin, hem de bu içerideki akıl hastasının aklına oyuncak olsun diye düşündü. öyle bir şey olsun ki ben kendi dünyasında yaşayan, sinematografik hareketler yapan, çok derin bir kız olayım, bu da benim arkamdan öküz gibi baksın. o kadar hiçbir şey düşünmeyeyim ki yaparken, o istediği kadar düşünsün ama geriye hiçbir kesin anlam kalmasın. hayır dedim bu sefer doktor. bu kadınların yaptıklarını anlayamazsın çünkü anlayacak bir şey yok ve düşünmedim desem de inanmayacaksınız. elbette düşündüm. ama ilk başta şunu düşündüm. allahım neden bana aklı başında bir insan göndermiyorsun... neden ayrılırken bir not yazıp altına bir ruj izi bırakan bir kız değil de, bu. ya da ben neden marlon brando gibi elimde ondan kalan bir iç çamaşırını koklayıp da bir kadını düşünüp poz kesemiyorum da, hamur suratımla elimde eriyen kartopuna bakakalıyorum. bir telefon numarası bile yok ama kartopu var elimde. ne ulan bu. evet salağa yatıyorum. ne bu. bu eriyince beni unut mu, benden geriye bir şey kalmasın mı, çok mu yaratıcı oldu şimdi bu, bu gece bununla mı yatayım... ilk başta böyle şeyler düşündüm doktor. çok sinirlendim. ta ki içmek isteyene kadar. o an vay orospu vay dedim. vay kaltak vay. geçen hafta ki sabah, bahsettiğim evde uyandığında, tuvalete giderken, o bardakta ki ne diye sormuştu. kar demiştim, eridikçe rakıya katıyorum. gülümsemişti. o gergin dudakları, o ağzından başka yüzündeki hiçbir yerin gülüşüyle ilgilenmediği, sadece ister inan doktor ister inanma gözlerinin içinin parladığı o çarpık gülümseme. bana neler oluyor doktor. şekilsiz değildi o kartopu. bardağa koymam için uzunca yapmıştı, küçücük elleriyle sıkmıştı, üşüyen elleri pembeleşmişti, ben ne öküz bir adamdım doktor... önce erimişti, sonra rakıya karışmıştı, sonra belki ben onu içmiştim, içimde dolaşmıştı, bir sarhoşluk olmuştu, gelip vuran bir dalga olmuştu, her şeyi unutturmuştu, her şeyi... bana bir sarhoşluk bırakmıştı, bir duble soğuk rakı...

ya da doktor. bunların hiçbirini düşünmedi, sadece kafasında büyük boşluklar var ve neyi niye yaptığını bilmiyor bazen. hangisi bilmiyorum... bilemem... bazı şeyleri benim ergen kafam mı öyle olmasını istediği için fazla dramatize ediyor yoksa benim hatırladığım kadar güzel olabilirler mi. bu mümkün mü? biliyor musun doktor belki ben beceremiyorum ama aslında haksızlık ettim iki sahneye de. sezen, karanlık bir tablonun ortasına ışık dolu bir pencere açıp bana iki eliyle birden gülümseyerek bir güzellik uzattı. modern sanat gibi bir şey... ve albay'ın sahnesi, aslında bayağı sağlam bir sahneydi, o böceği ağzına atışı, öncesinde söyledikleri, uzun esler vererek, her bir sözü yutarak, ağır ağır, bana katil demeye hakkın yok, beni öldürmeye hakkın var... bunu yapmaya hakkın var...

aynı gün aynı saatte doktor.
"...dumandan bıyıkları kaytan yüzü gülüyor / ama bahar geldi sevgilim, kimse kimseyi beklemez..."

sıçtığım bokun büyüklüğüne bakıp sevindim bu sabah. yani düz anlamıyla, yaptım bunu. yaz bitiyor ve ben kıştan beri ishaldim hatta son beş altı yıldır çoğunlukla ishalim ama bu sabah, içmediğim ve içmeyeceğim yirminci günün sabahında, sonunda bir erkek gibi sıçabildim. bu çok mühim bir şeymiş, çok mühim, hep söylüyorum; ona biraz yardımcı olduğunda vücut üstüne düşeni yapıyor her zaman. benim aksime, ne istediğini bilen tutarlı bir şey vücut, kesinlikle intihar eğilimli değil, öyle şeyleri hep ona rağmen yapıyorsunuz. o kusmak istiyor, uyumak istiyor, bir şeyler yemek istiyor ama ben buna rağmen içiyorum mesela. ya da o sadece basit bir şekilde boşalmak istiyor, ben sürekli porno indiriyorum veya gidip güzel götlü bir kıza aşık oluyorum falan, bilmem anlatabiliyor muyum...

hiç fena hissetmiyorum aslında, ufak şeyler bana yetiyor şimdilik, uzun süredir kendimden esirgediğim en insani zevkleri, yani hakkın olan, insan olmanın kendiliğinden getirdiği o ufak mutlulukları, günü çeviren o küçük çarkları tamamen kaybetmediğimi görmek sevindiriyor beni. şu tuvalet meselesi gibi, ya da tabağını sıyırıp tekrar uzatmak gibi, pek arka arkaya söylenecek şeyler değil ama, ne bileyim asla uyuyamayacağımı düşünürdüm mesela ama bi şekilde uyuyabiliyorum. o sürecin neye benzediğini unutmuşum. başka bir şey yapmadan oturup bi maç izleyebiliyorum mesela, o an için bu beni ilgilendirebiliyor, çok enteresan değil mi, dikkatimi toplayabiliyorum, gerçi bunu gerektiren bir şey yok ama. zaten toplayamıyorum, daha çok bir miktar dikkat saçıyorum etrafa, bir şeyleri farkediyorum, algılıyorum. bir zulüm değil bu her zamanki gibi. üzerimde ne yapacağımı bilmediğim bir enerjiyle dolaşıyorum bir de, böyle hızlı hızlı konuşuyorum...

yine de iyi geldi içmemek, rengim falan değişti, yüzüm toplandı biraz, gençleştim. altı üstü yirmi gün ama her gün daha yeni ayıldığımı düşünüyorum. hatta bazen işte şu anda ayıldım falan diyorum, çok komik, sonuçta sadece yirmi gün içmedim. onu görmeyeli de bir üç ay kadar oldu herhalde... benimkini. ne garip bir kelime değil mi benimki. buradaki ismi hep o olacak sanırım, bu hiç değişmeyecek. eskiden olsa bazen ki'nin vurgulu olduğu o çocuksu vurguyu kullanabilirdim, ama o artık biraz zor, siktir et belki de elimizden yalnızca o kısmı gitti... görmüyorum derken rüyalarımı kastetmiyorum tabii ki. biliyorsunuz, nerdeyse onu tanıdığım günden beri her gece rüyalarımda. öyle ya da böyle, yanında uyurken bile rüyamda onu gördüğümü biliyorsunuz. ona karşı hiç kapanmayan ikinci bir iç gözüm var sanki, göz içinde göz, kalp içinde kalp, iki tane ben, bir tanesi insanların arasındayken diğeri onun yanında olan, onu izleyen ikinci bir vücut gibi, bu sefer ne istediğini bilmeyen tutarsız bir vücut gibi, intihar eğilimli, kolay tatmin olmayan, basit şeylerden hoşlanmayan, tutku dolu, çatlayacak gibi ikinci bir beden. ruh dedikleri bu mu.

deliriyor olabileceğim fikri ilk defa o zaman gelmişti, belki de böyle bir şeydir demiştim, ben yanlış biliyorumdur. yani aslında benim delileri anlamam mümkün değil, ben asla deliremem diye düşündüm hep, yani bu bilinç varken, eli sopalı bir gardiyan gibi, her dakika beni gözetleyen, beni kurcalayan, rahat bırakmayan... o tepemdeyken, sürekli kendimle uğraşırken, delirecek olsam bunu farkederdim ve bu, bu işin akışını bozardı herhalde değil mi... boş konuşuyorum aslında, deliliğin ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yok ama artık biraz korkuyorum galiba, belki de göz göre göre delirmek diye bir şey vardır diyorum, belki de deliler delirmeden bir süre önce bunun delilik olduğunu düşünüyorlardır... tepebaşı'nda aynalı dedikleri bir adam var biliyorsunuz değil mi, tam eskişehir'e yakışır bir deli, egosantrik bişey, şu, iki elinde iki tane aynayla gezen adam. bütün gün kendini izliyor manyak herif. dans eder gibi, kollarını iki yana açmış birini ensesine birini yüzünü tutuyor, bi aşağıdan bi yukaridan, bi sağa dönüyor bi sola, çok komik, adam deliliğin ideası gibi. yaz kış montu üstünde, kafasında lacivert beresi, ellerinde kırık ayna parçaları, nereye gittiğini bilmediği otobüslere biniyor, bulaşanlara direkt küfrediyor falan. sürekli farklı açılardan kendine bakıyor adam, kafayı yemiş, düpedüz manyak, yani hiçbir anlamı yok aslında, tam bu şehirlik yani...

ne diyordum, şu rüya işi... istikrarın bu kadarı korku veriyor; yıllar oldu resmen, yıllar, gezegenler dönüyor, ömürler bitiyor, bense her gece rüyamda onu görüyorum, her gece... kulağa bile mümkün gelmiyor ama mümkün, bunu da görüyorum rüyamda. eskiden, daha çocukken, uyumadan önce rüyamda görmekten korktuğum şeyleri düşünürdüm. bir çeşit taktik gibi, içgüdüsel olarak yapıyordum o zamanlar bunu ama sonradan bunun neden işe yaradığını bulmuştum kendimce; o şey ne ise onu bir simge olarak fazlaca bilinçüstüne çıkarıyordum. benim eli sopalı, gardiyan bilincimin önüne atıyordum onu. yatağıma kadar girmiş nahoş bir düşünceyi hiç değilse rüyalarımdan uzak tutmak için güzel bir taktikti bu. ama benimki... o o kadar kolay lokma değil galiba, onu çiğnemek için korkunç bir ağzınız olmalı. o benim gardiyandan da beter, dolaştığı yer benim zihnim oldukça onu hiçbir şey durduramıyor, hiçbir şey...

çok rahatlamıştım aslında. artık gittiğinden emin olduğumda, gülümsedigimi, bambaşka gözlerle baktığımı hatırlıyorum etrafa. tuttuğunuz nefesi bırakmak gibi, vazgeçmek gibi, çok rahatlacıydı... olmaktan ölümüne korktuğu şey olduğunda neden rahatlar ki insan, kaybedecek bir şeyi kalmadığı için mi, artık kendini dilediği gibi mahvedebileceği için mi, ya da kendisinin hala orada olduğunu görüp de mi rahatlıyor. ama üzerimden bir yük kalkmış gibiydi. ya da ne olmuşsa olmuştu, bunları konuşmak bile istemiyorum... bile denmez aslında, daha fazla ne yapacaksın ki zaten...

bu üç ayda bir kere karşılaştık onunla. gerçekten karşılaştık ama, benim saatlerce beklediğim tesadüflerden değildi, ya da belki öyleydi, sonuçta ben boş yere götümü kaldırıp okula gitmem, hele ki finaller zamanı, okulun öğrenciye dar geldiği havalarda. kantinin bahçe kısmında otururken ellerinde çaylarla geldiler, üç beş kişi. bir şeyler konuşuyorlardı gülüyorlardi falan, öyle çok komik bir şey olduğunu da sanmıyorum ama malum, bunu yapmaya mecburlar sanki biliyorsunuz. bir yandan konuşuyor, bir yandan her zamanki gibi çay poşetini bardağına daldırıp daldırıp çıkartıyordu. sonra o poşeti ipiyle tahta kaşığa sarıp iyice suyunu sıkacaktı, yaptı tabii ki, sonra parmaklarının ucuyla hiçbir yere damlatmadan, hiçbir pislik bırakmadan çöpe atmadan çayını içmeye başlamadı, her zamanki gibi. aynı kız işte... aynı yürek hoplatan kız, aynı pembe çizgili spor ayakkabılar, erkek gibi büyük ayaklar, aynı pembe tişört, buz mavisi düşük bel kot, aynı kaymak gibi bel, devekuşu yumurtasından küpeleri ve üzerinde yeşil çiçekler, benim seçtiğim, hafif göz makyajı, bayıldığım, şekerli parfümü, bir şişe kendim için zulaladığım. aynı kız, ne kadar heyecan vericiydi, dimdik, o duruş. o duruş tabii ki, bütün sihir orada biliyorsun; o belinin kıvrımında, kabaran göğsünde, omuzlarında, at gibi kalçalarında, kasılışında. bu dünyaya kadın olmak için geldim diyordu, kadın benim. bereket gibi dolgun, titrek, zaptedilmeye çağıran, sonsuz, doğurgan, dişi, sınır konulamayan bir arzu, bir sevgi, şefkat, tahrik, yumuşaklık, özgürlük, alabildiğine, yabanilik, delilik, gerçek yaşam enerjisi, gerçek eros, ereksiyon, bahar, gürüldeyen sular, dönüşen dünya, tam oradaydı, isyan, kişneme, hırlama, uluma, saldırı, savaş, son damlana kadar tükenme, mahvolma isteği, yeniden doğuş, ateş, duman, zafer, kahroluş, hepsi kalçalarındaydı, hepsi kalçalarında...

gülmeyin. güldüğüme de bakmayın, tanrı gerçekten bir şeyler serpiştiriyor ortalığa. kimisinin gözüne, kimisinin eline. kimisi dudaklarıyla kimisi diliyle sarhoş ediyor sizi ve benimki pazar gününe denk gelmiş, birden fazla hediyesi var, hediye paketlerinin en büyüğü de kalçaları tabii ki. gülmeyin, baba karamazov gibi oluyorum kalçalardan bahsedince, kıta kıta seviyorum onları, güney amerika denen o oynak kıtadan japonların o minik, dar ve tatlı adasına kadar... ya da tamam gülün.

neyse işte, aynı kız, aynı kalçalar, orada duruyordu, karnımdaki ağrıyla birlikte. beni görünce bakışlarını kaçırmadı, ben de kaçırmadım, böyle selamlaştık, bozmadı gülümseyişini, esirgemedi. plastik sandalyemde çok mühim bir şahsiyetmiş gibi bacak bacak üstüne atmış yayılarak oturmuştum, yaşamak isteyen vücudum ona dönüktü, bırakın beni sanki dünya ona dönüktü, alan derinliğimle oynuyordu, başka bir şey göremiyordum, kafam iyiydi, bu kız yaşıyordu değil mi, vardı böyle biri, yanımdaydı bir ara, bir sürü şey yapmıştık. onbeş metre ötemdeki şu kız. yatmıştım ben onunla, aşık olduğumu söylemiştim. yabancı desem değil, tanıdık desem değil. ve garip bir şey daha vardı ki kendimi bir çeşit üstün hissediyordum o an, etrafımdaki insanlardan yani, ben doğaüstü bir deneyimi yaşamış biriydim sanki, içim parçalanıyordu ama buna değerdi, hepsine değmişti, bütün kahkahalarımıza, bütün kavgalarımıza...

o kızı tanıyordum, o kız benim kim olduğumu biliyordu, ben onun o çalışmayan kafasından neler geçtiğini biliyordum, o benim bunu bildiğimi biliyordu, ben onun hangi iç çamaşırını giydiğini biliyordum, o masamdaki plastik kefir şişesinin içinde votka olduğunu biliyordu. kalktıkları zaman yanıma uğramadan gitmeyecekti, yavaş yavaş gelecekti ürkmemem için, ağzıyla gülümserken kaşlarıyla lütfen diyecekti, lütfen saçma bir şey söyleme. içine kırk tane soru sokuşturmaktan şekli şemali kaymış, telaffuzu bozuk bir naber, o düdük gibi sesiyle, soracaktı. öyle de oldu zaten... sonrası dupdup. dupdup. dupdup. ah doktor, bir öküze rüya gördürtecek kadar votka içiyorum ama hala sakinleşmeyen bir kalbim var, şu ikinci kalp hiç sakinleşmiyor. saçma bir şey söylemedim, ama saçma olmayan bir şey de söylemedim, saçmalamaya hakkım yoksa susarım daha iyi. hem onu rahatlatmak falan da istemedim, bana ne, madem ben bu haldeyim, onun da kalbi biraz atsın istedim, allahın belası kanı o koca götünden fırsat bulup da biraz kalbine gitsin istedim...

ona ne ki zaten nasıl olduğumdan, çok merak ediyorsa ben ayağına gelmeden de arayıp sorabilirdi. ama somurtmadım da, onun yerine hazır onu böyle yakalamışken gülümseyerek gözlerinin içine baktım, bir fantazi oyunu gibi, olanların hepsini unutarak, bi anlığına, bir daha ne zaman karşımda bulacaktım ki onu, bu yaptığımdan sonra bir daha uzun zaman bana naber demeyecekti. o anda gerçekte ne olduğunu hiç düşünmeden başka bir anın tiyatrosunu yaşamaya çalıştım... çok sürmedi tabii, avucunun içini bana gösterip sadece parmaklarının ucunu oynattığı şu garip baybay hareketiyle gitti. saçmasapan hareketler konusunda üstüne yok zaten ve zaten ben de bir an evvel gitmesini istiyordum, gitsin ki canını alacakmış gibi yapışayım şu masadaki şişenin boğazına. allah var içmek için kusursuz bir andı, daha da kusursuz olacaktı, o nasıl oluyorsa...

binadan içeri girip öbür kapısından çıkacaktı, çay içtiği insanlarla birlikte, konuşmaya ve gülmeye devam edeceklerdi mutlaka, gülerken belki onların koluna dokunacaktı, mutlaka çok eğleneceklerdi anlıyor musunuz, mutlaka yaramazlık yapacaklardı, çünkü öbür türlüsü olursa içki o kadar tatlı olmaz, yoksa bal gibi biliyordum eve gidip pinekleyeceğini... ne boksa. sonuçta heyecan verici bir olaydı, bu ara çok da trajik gelmiyor böyle şeyler. yirmi gün nasıl dayandım bilmiyorum, belki de birinci vücudum kontrolü ele geçirmiştir, belki de korktum halimden iyice. o zamandan beri, öncesinde de olduğu gibi tek başıma içiyordum evde, en ucuzundan. bütün gün kendi kendime konuştuğumu farkettim, öyle kafamın içinden falan değil dudaklarım kıpırdamaya başlamıştı artık, kısık da olsa bir ses çıkıyordu yani, birahanelerdeki yaşlı alkolikler gibi. eninde sonunda öyle olacağım ama henüz erken değil mi, bir noktaya dalıp kendi kendine sinirlenmeler falan... içki almak için dışarı çıktığımda bayağı bayağı tedirgin olmaya başlamıştım, birilerinin beni döveceğini falan düşünüyordum, arabalardan korkuyordum falan. sonra malum şu rüya meselesi, zaten uyanık olduğum bütün süre boyunca ondan bağımsız tek bir şey bile düşünemezken bir de bütün gece onu görmek, bu kadarı beni bile korkutuyor. gerçekten deliriyor olabileceğimi düşündüm, havaların gittikçe ısınması, onun sürekli bir cornetto reklamında yaşadığı hissinden kurtulamamam, aynı şeyler aynı şeyler, yaşamıyordum da tespih çekiyordum sanki, mırmır başımı öne eğmiş bir molla gibi, çile gibi durmadan tespih çekiyordum, içki bile zor yetiyordu artık, durmakla iyi ettim... tabii yine de bu anlattıklarım terazinin bir kefesi, alışverişın bir yanı yani, yani çok acıklı görünebilir ama her dandik malın da bir kör alıcısı vardır değil mi. bu böyle. çünkü bütün bunların yanı sıra bazen aslında o halimden gayet de memnun olduğumu, mutlu olduğumu düşünüyordum, hala da düşünüyorum...

bazı sabahlar uyandığımda, kafamı tuta tuta zar zor masaya kadar yürüyüp, yarım kalıp ısınmış içkinin üstüne biraz soğuğundan ekleyip, elimin kontrolden çıkmasından korktuğum için iyice üstüne eğilip, böyle ağzına kadar dolu bardak, of, yalaktan su içen bir hayvan gibi, susamış, yalnızca onun sesiyle, dudaklarım ona değdiğinde, biraz içtiğimde, sonra biraz daha içtiğimde, sonra biraz daha, ritmik bir canlanma gibi, çok derinden gelen bir kraşendo gibi, açıldıkça, canlandıkça, kaslarımı, bir bedenim daha olduğunu hatırladıkça, şöyle biraz etrafa bakarak, ışığı gördükçe, bir sigara yakıp, bir müzik seçip, dolapta açılmamış bir şişe, bilgisayarda varlığı unutulmuş, karalanmış bir kaç satır, allahın belası dünyada neler olduğu hakkında en ufak bir fikrim bile yokken, kendi kapısı olan evimde, yine bütün gün sakız çiğner gibi nexus denen oyunu oynayıp kendi kendime konuşacağım ve sarhoş olacağım bir güne daha başladığımı bilmek... cebimde bunlar için yeterince para varsa bir de, bilmiyorum, öyle sabahlarda içinde bulunduğum yere, duruma bakıyorum, sağa sola bakıyorum, yerdeki şişelere ve kıyafetlere, dağınık yatağıma, benim yalnız yattığım yatağıma, ekrandaki müzik listesine, tezgaha yani ve nasıl desem böylesine müstakil bir adam olmaktan, böylesine bana özel birbirinden bağımsız saçmalıklar içinde yaşamaktan büyük bir mutluluk duyuyorum sanki, sürekli büyüyen, açıldıkça açılan bir mutluluk gibi...

size yalan söylemenin bir anlamı yok, bunun için para ödenmez, belki de ödenir bilmiyorum ama buradan çıkınca içeceğimi ikimiz de biliyoruz değil mi. hatta odada bir üçüncü olsa o da bilirdi, çok açık herşey. aslında yirmi gün önce de gayet ciddi bir şekilde tövbe etmiştim her zamanki gibi ama şu anda bunu neden yaptığımla ilgili hiçbir şey hatırlamıyorum. belki de daha rahat bir kafayla dönmek, biraz dinlenmiş olmak için yaptım, belki kendimi aileme bir süre ayık gösterip para toplama planı yaptım, belki sırf içkiyi tatlandırmak için, gerçekten bilmiyorum. içmek için neler yapabileceğimi bilmiyorum, yarım saattir neyi niye anlattığımı da bilmiyorum, rüyalar, götler, deliler, kafamdan niye sadece abuk subuk şeyler geçiyor bilmiyorum...

neyse ne... alkolizmimle ilgili en ilginç bulduğum şey ne biliyor musunuz, içmeye karar verdiğim anda ama daha çok, en çok, parasını ödeyip de şişeyi poşetime attığım anda, daha bırak içmeyi koklamaya bile başlamamışken, kafamın iyi olmaya başlaması. gerçekten, bunun gözden kaçamayacak kadar yaşanıyor olması çok ilginç, ama bu böyle. çünkü bana kalırsa klinikte öğrettikleri en büyük sır neydi biliyor musunuz, bunu bir hasta kıyağı olarak kabul edebilirsiniz, en büyük sır doktor, alkolün sıvı olmasıdır. bütün sır bundan ibaret; alkol sıvıdır, her şeyin şeklini alır ve her yerden sızar... gerçekten bir insan olduğunuzu unutup bir kaya gibi durmalısınız onun karşısında, çünkü şu daracık göğüs kafesimde allahın belası üçüncü bir kalp hiç durmadan damarlarıma o renksiz sıvıyı püskürtüyor, bütün vücuduma, bütün vücutlarıma... umarım bir gün ona bir kalp krizi geçirtebilirim ama şu anda kabul edin doktor, şairin dediği gibi, bütün dünya için sarhoş olma vakti... ne yani diyorum bazen, herkes başbakan mı olacak memlekete, bırakın o sıvıyı ve bu hayatı sel alsın, yıkıp geçsin, batık bir şehir gibi durayım bir kenarda ve insanlar her zaman yaptıkları gibi bir turist gibi gelip, aa gerçekten batıkmış deyip gitsinler. olmaz mı...

aynı gün aynı saatte yeni saçmalıklarla, görüşürüz doktor...