kirli pencerelerimin arkasından baktığımda, en uzakta, bob ross usulü karlı dağlar var, yamaçlarını spatulasıyla yukarı doğru çekmiş sanki. cins herif. iki aydır başımıza yağmayan, üzerimizden geçmeyen kalmadı, bahar ve güneş kaç kez göründü gitti, ama karlı dağlar, gerçek değil de resim gibi, hiç değişmeden duruyorlar. dağlar buraların kaderinde var... ve bir yere bu kadar çok dağ koyarsanız, olacağı budur... ondan beriye, uzunca bir hiçbir şey sayılır, kısır bir manzara. eteklerdeki tek tük evler, mezralar, bize yakın bir lojman inşaatının örülmemiş duvarları arasından görünüyor. gerçi sektör özerkliğini ilan etmiş burada, inşaatla evler arasında temel bir fark yok. bir platform oyunu izler gibi işçi siluetlerini izliyorum ara sıra, o kadar... sonra biz varız işte: sason ilçe jandarma. zırhlı araçlar, devriye araçları, kuleler, dikenli teller, bayrak direği, nöbetçiler, komandolar, çamur ve taş; bildiğiniz jandarma saçmalıkları.

silvan, kulp, muş, bitlis ve siirtle çevrili, bütün yolların bittiği meşhur yücebağ ile sivrilen bir çıkıntı olarak sason, gönüllü ve geçici bin altı yüz tane arap korucusuyla, görüş ve emirlere hazır bir şekilde bekliyor... geri gelirsek, yine kirli camlar var. onlara takılmadan geçemiyorsunuz benim oturduğum odaya. personel lojistik kısım amirliği'ne. dünyanın en sıkıcı dört kelimesini yanyana getirmişler sanki. bir tamlama ancak bu kadar hiçbir şey ifade edemez diyorum bazen, başka bir dilde yazılmış gibi. iki tane astsubay, bir poşet asker ve ben; iki aydır burada ne yapıyoruz inanın bilmiyorum. bilmiyorum. yaş otuzbir. şafak kırkbeş olmuş ve hayatın bu sıradışı molası biterken, dışarı çıktığımda ya da içeri girdiğimde, hangisini tercih ederseniz, sevdiklerime, sevmediklerime ve özel bir kişiye ilk söyleyeceğim şey bu olacak: üstüme gelmeyin, bilmiyorum... hatta sanırım insanlara karşı esas duruşum bu olacak. uzun bir süre. bilirsiniz, esas duruş, bir askerin bedensel ve ruhsal olgunluğunun en büyük göstergesidir.

son kamyon da dışarı çıkıp, onüç yıldan sonra nöbetçiler mevzileri ilk defa boş bırakıp, karakolun kapısını ilk defa dışarıdan kapattıklarında, ben orada değildim. aksaraylı bir asker, albayın elindeki torbadan, benim adıma, üzerinde sason yazan bir kağıdı çektiğinde de uyuyordum muhtemelen. izole ve avare bir karakolda sekiz ay geçirerek, askerlik denen şeyin boğazına kadar boka batmak demek olduğunu unutmuştum. bok : yani insan pisliği. hangi türünden isterseniz. götünüzden çıkıp tuvalet taşına yapışanından, cebinizden uçurulan son paket sigaranıza; şehit ailelerine götürücelek hediye poşetlerinin içine birer kutu çikolata yerleştirmekten; bir komutanın, karşımda ayaklarını birleştir demesine; korucu sicillerine "üstün cesarete sahiptir" yazmaktan, koğuşu bir türlü terketmeyen hayvansı kokuya, servis operatöründen gelen bir mesajdan, servis operatöründen gelmeyen bir mesaja. resmi mühürden, imzaya; yorulmaktan, uyutulmamaya; aç bırakılmaktan, yalnız bırakılmamaya; cehaletten, kibire; hakaretten, laubaliliğe; dahili ve harici; içinizde zorla da olsa yeşerttiğiniz, güç bela tutunduğunuz her neşe ve şımarıklık kırıntısına, her güzel hisse, hemen çok bilmiş gözlerini diken insanlardan, size... insan pisliği. bok yani.

neyse işte. eski bir koğuş binası var burada. zahmet edip pencereden kafayı uzatmak gerekiyor biraz. önümüzde dikilen ve kullanılmayan elektrik direğindeki meşhur roket deliğinden bakarsanız görebilirsiniz orayı. roketin vardığı yerde, yıkılmak üzere, delil deşik, hurdalık gibi bir yer. işte orası, çok ihmal ettim orayı. ilk günlerde gidip sık sık oturuyordum oysa. üşüsem de kalkmıyordum hemen. üzerimdeki o yüce etkisini hatırlıyorum. hissediyor ve şaşkınlıktan sırıtıyordum. çünkü bunun nasıl olduğunu, şimdi olduğu gibi o zaman da bilmiyordum. kurşun geçirdiği de kesin, bazı şeyleri ise geçirmediği de. ne oldu da unuttum orayı onu da bilmiyorum. evraklara numara ver, yoklamayı faks çek derken, uçtu gitti aklımdan, unuttum... oraya gideceğim ama şimdi. zimmetten düşmediği için atılamayan eski sandalyelerden birine oturacağım. sigara içeceğim. yere tüküreceğim. düşünmeyeceğim pek bir şey. oturacağım öylece. buradan sonra da... apartmanlar arasında kalmış küçük bir bahçede, ne az ne çok, bir avuç toprağımda, benim küçük dünyamda, yeşertebildiğim bir neşe parçası, biraz şımarıklık, komik bir söz, bir başkasına verilecek kadar olgunlaşmış bir sevgi, beni uykuya daldıracak kadar huzur falan olursa yine, buradan sonra da, bu kadar kolay yem etmeyeceğim kargalara. elinde bir avuç toprakla gelen olacak mı peki... onu da bilmiyorum.
tümünü göster