penceredeki kum torbalarının ardından bakınca, dicle. dicle'nin ötesinde, üzerinde insan yapımı hiçbir şey olmadığından, uzaklıkları ve büyüklükleri tam olarak anlaşılamayan, nerede başlayıp nerede bittiği belli olmayan göz alabildiğince giden sinir bozucu sarı tepeler. nehrin berisinde, üstünde durduğumuz, atbaşlarının 24 saat inip kalkarak petrol çıkardığı, çöle benzeyen çorak raman dağı. bu endüstriyel dağın hakim bir tepesinde 14 dönümlük jandarma karakolu. karakolumuzun güneybatı köşesinde, taştan ve demirden, sıkıntı ve özlemden, (içkisizlik ve kadınsızlıktan) yapılma iki katlı kalın duvarlı 4 metrekarelik 8 nolu taş mevzi. içinde de ben. molla. alkolik. 30 yaşında. ben yaşarken hiçbir şey olmadı...

içinde ben. çelik yelekler, miğferler, uzun namlulu silahlar, mayınlar, mermi sandıkları, işaret fişekleri (artık ne yapacaksam) nöbet yeri özel ve genel talimatları, terörist unsurların olası yaklaşma ve taciz noktalarını gösteren fotoğraflar, biraz ilerimde projektör direklerine zincirlenmiş köpekler, karakola gelen yoldaki demir tuzaklar ve içi taş dolu onlarca varil. işte böyle kaldım ayık bir ıssızlığın ortasında. cebimde pet şişede çalkalayarak yaptığım soğuk kahvem, boynumda dürbün, kulağım buz gibi telsiz sesinde, dudağımda kaçak sigaram, elimde kalem ve okuduğunuz defterimle. gündemi takip etmiyorum aklımda yıkanacak çoraplarım ve anlatacak bir şeyler var daha çok.

bu taş, beton ve demir yığınında; bütün güzellikleri hızla sıradanlaşan, renkleri solan, hergün kimseye çaktırmadan santim santim küçülen, her manzarasının bir yerlerinden dikenli teller geçiren, kısacık mesafelerinde kilometrelerce yürüdüğümüz, anlamsız sözlerini yüzlerce kez tekrarladığımız, gündüzleri herkeslerin uyuyup gece ayla birlikte esneyen askerlerin, akreplerin, sarıkızların ortaya çıktığı, kendi kendini hedef gösterip kendi kendini koruyan bu anlamsız karakolda, gözlerime, kulaklarıma ve parmaklarıma seslenip, "gördüğünüz duyduğunuz ve dokunduğunuz şeylerin yarısını unutun çünkü burada yoklar" diyerek, ellerim ve ayaklarım nasırlaşırken kalbime bütün bunları üstüne alınmamasını söyleyerek; yapışkan geçmişim, kovulduğunu anlamayan sinekler gibi kafama üşüştükçe, bazı günler, uzun yıllar önce yaşanmış tek bir anın bir görüntünün esaretinde, alışmanın belki sevmenin ise asla mümkün olmadığı bu yerde işte böyle kaldım. ıssızlığın ortasında. tehlikeli miktar da boş zamanla.

bir hayat çıkar mevziden bir başkası girer. nöbet değişimi dedikleri budur. bu yüzden asla aynı büyüklükte değildir mevzi. hiçbiri eşit değildir nöbetlerin. hatta iyi nöbet kötü nöbet oynarlar benimle. ben de herkes gibi sayılarla oynarım, kaç gün kaldı kaç güne kaç günü kaldı diye. mermilerle oynarım, adımı yazarım falan. telefonda tetris oynarım. kimse beni aramaz ben de kimseyi aramam. sarı tepelerin üstünde parmaklarımla ritim tutarım. yere biraz kahve döküp doluşan sineklere saldırırım. akrep falan yakalarsam pet şişeye koyup tertiplere hava atarım. biraz kitap okur sonra kitapla sinek kovalarım. ağzımdan balon çıkarırım. kırpılmaktan kaçıp altı yıl boyunca dağda bir yün bulutu olarak gezen koyun shrek veya ölmüş annesinin kılığına girerek emekli maaşını çeken adam gelir aklıma. gülerim sesli sesli. dışarıda kaç varil vardı onları sayarım. "bu gece soğuk olacak body" derim kendime. ee sonra? oyalayamam kendimi daha fazla "zarif" uğraşlarımla.

işin aslı şu. nöbetçi de benim, nöbet yeri de benim. hele ki güneşin önünü bulutlar kapatıp da sarı tepeler şişe efes rengini aldıysa, günde 8 saat geçmişimi gözetliyorum. beklenen yine benim. dizilerin toplama bölümleri gibi geçiyor gözümün önünden ömrümün karanlık ve daha karanlık sezonları. parola:armut, işaret: baca. anlamsız, iz bırakamadığım bir çöldeyim yine. önüm: arkam. sağım: solum. susuzluktan değil, içinden çıkamadığım için öleceğim.
defterin eski ayfalarından bir anı:
nasılsın,içkiden arınabildin mi biraz? diye mesaj atan bir arkadaşa cevap olarak nöbette yazılmış.

-nasıl alışabildin mi adaya?
-alışmayacağım.
( a ay filminden)

cevapları çok uzun sorular bunlar(cevapları tam olarak bilmedigimden tabii) hem de cevabı yazdıgım güne göre değişebilecek sorular. ama cevapları ben de merak ettiğim icin küçük bir defterim var...
nöbetlerde ona yazıyorum.(hergün düzenli olarak, hayatımda ilk defa) buradaki en değerli şeyim o. günlük denemez çünkü burada olan herhangi bir şeyden bahsetmiyor. ister terapi defteri de, ister iç dökme de, düşünceler, anılar, her ne ise o işte...
ama tekrar (hala) yazabildiğimi görmek harika bir şey.
burası dışarıdan daha zor biryer değil, sadece zorlukları çok degişik. ya da değil, sonuçta ben dışarıyı da fazla bilmem.ama herkesin kendine göre kaçak yolları vardır dışarıda, bunu biiyorum. burada çoğu geçersiz. sürünmeli, yat-kalk'lı, küfürlü-hakaretli, uykusuz. banyosuz, aç askerlik acemi birliğinde kaldı...
20 yasındaki baş belalarının nefeslerini kesip, onları askerliğe adapte etmek için tasarlanmış acemilikte benim gibi 30 yasındaki bir alkolik öleyazdı haliyle...
oradan kurtulmak dışında pek birşey düşünemedim, oradan bana birşey kalmadı. burada ise 'zaman'la boğuşuluyor daha cok.aynı yerde, aynı şartlarda, aynı şeyleri yaparak aynı yerde, aynı şartlarda, aynı şeyleri yaparak aynı yerde, aynı şartlarda, aynı şeyleri yaparak doldurulması gereken bir sene. herkesin dilinde yalnızca 'şafak'...
içki meselesi benim için hayatın nasıl olacak sorusu (sorunu). uzun bir suredir içmiyorum haliyle. dışarıda daha uzun süreler içmediğim de oldu ama hiçbir zaman içkiden arınmış hissetmedim kendimi, hissetmeyeceğim.
rüyalarımdan eksik olmadığı için değil. çocukluğumdan sonra hayatımda ne olduysa ve bundan sonra ne olacaksa hepsi bir yerinden alkolle alakalı...
buraya, aklımdakini açık açık yazayım: artık kurtulmak istediğim şey içki değil, kurtulmak istediğim şey "başkaları". benim için umut besleyenler, benden beklentileri olanlar, benim için üzülenler, beni o bildiğimiz "hayatın" içine sokmaya calışanlar...
bir hagi belgeseli izlemiştim. (futbolcu olan) sonunda başarısının sırrı hesabı bir soru soruluyordu: "insanlar farklı bir cevap duymak istiyorlar ama ben hep kendim için oynadım" diyordu. başarmanın harika bir formülü. bir şeyler değişecek ise ben kendim için istediğimde değişecek...
geçmişe baktığımda ya da geleceği düşündüğümde hiç de iç açıcı şeyler göremiyorum. bir bunalım değil bu. artık geçici bunalımlara girecek yaşta veya yerde değilim.artık bunalımın veya umudun kendisi benim. yine de bazen içkisizlikten boğulacak gibi oluğumda, o zamanlarda, insanoğlunun her koşula ayak uydurabilme özelliği (yani kaypaklıgı) var çok şükür. tertibin biri 'kolay gelsin dayı ' diyor, nefes alıyoruz.(yine de dayı sensin pzvnk, senden çok saçım var)...
şimdilik zamana ve izolasyona güveniyorum. ben askere getirilmekten çok askere sığınmış sayılırım. önümde 300'den fazla gün olmasına şükrediyorum. oturmuş bahçede silah temizlerken, koridordaki çamurlu postal izlerini paspaslarken, böceklerin mekanı mutfakta bulaşık yıkarken, koğuşta gözüme bağladığım siyah kumaş parçasıyla sabah sabah uyumaya çalışırken; nöbet yerinde, içtimada, otomatik bir şekilde herşeye 'emredersiniz komutanım' diye cevap verirken bazen aklıma geliyor da düşünüyorum beni şu anda bıraksalar ne yaparım diye. hiç şüphem yok, biraz oturduktan sonra buraya geri dönerim...sevdiğimden mi?
"kelimeler albayım..." kelimleri de skyim seni de skyim.
sabah ezanı vakti "koğuş kalk" emriyle uyandığımda yirmi dakika içinde traş olup, yatak yapıp, bot boyayıp, giyinip aşağıya indim. dahice bir plan yapmaya vaktim olmadı. içtimadan önce, karanlıkta izmarit toplayarak mıntıka yaptık. karşımızdaki camiinin ışıklı mahyasında "insanı yaşat ki devlet yaşasın" yazıyordu. oysa bir sabah bile sayılmazdı, başka bir şeyhin dizeleri yaşanıyordu: "kah kar yağıyordu, kah karanlık" (mahya meselesinde ben de ilk başta kasıt aradım ama ilk çarşı iznimde öğrendim ki bilecik'in şeyh edebali'den başka kimsesi yokmuş. bütün dükkanların ismi edebaliymiş ve osman bey'e nasihatleri olur olmadık her yerde yazarmış, ayrıca hava o kadar kapalıydı ki 75 gün gökyüzündeki bir florasanın altında yaşadık. yine de yaşar kurt'a bağlamadım. bize de yat kalk diyorlar birader biz bağırıyor muyuz )...

şimdi ise "hoca, kalk, nöbet vakti" denilerek uyandırılıyorum. (eğitim kariyerimden haberleri yok, zaten başarılı bir eğitim kariyerim de yok) sakal traşı iki günde bir, botları en son yüzbaşı maaşları getirdiğinde boyadım, kamuflajları giyiyoruz hiç değilse ve boy aynasının üstünde çok farklı bir yazıyla başlıyorum güne: "korkmak yok, kopmak yok, acele yok." ne harika bir öğüt, ne kadar bilgece. hava açık, güneş yolunu almış, ışık heryerde. (bu sabahlarin bir anlamı olmalı diye bir şarkı vardı galiba). "hoca sabah sabah içilir mi o ya." diyorlar. (dışarıda da hep duyduğum bir laf. değişik bir sebeple. ) "herşeyin klasiği güzeldir dostum, hele ki müziğin ve nescafenin" diyorum. saat tam 6'ya çeyrek kala çıkıyoruz kapının önüne. "yüksek tutuş" emri geliyor. silahlarımızı gökyüzüne doğrultuyoruz. "kurma kolu çek, bırak, emniyeti aç, tetik düşür, emniyete al."

(allahım şükrediyorum sana, söyledikleri ne kadar anlaşılır.) "hayırlı nöbetler." yaklaşık 50 metrelik bir yol var mevziye, (acele yok) ağır ağır yürüyorum, batı'nın üstüne üstüne. önümdeki uzun gölgeme bakarak ardımda gürültüyle yükselen güneşi düşünüyorum. ("dünyanın bütün sabahları geri dönülmezdir." diyorlardı bir filmde de,) gidip uyumak için beni bekliyor gece nöbetçisi. benim aksime yorgun, bıkkın, hırpalanmış. (sonbahar, akşamüstleri, geceler. bu muhabbetler nereden çıktı, insanlar neden bu kadar düşüyorlar üstüne bilmiyorum. benim meselem sabahla) "ellibir onbeş ellibir" anons geçiyor santral:"cihaz kontrol" "beşbeş açık ve net" diyorum.(aynı sabah gibi) aha sarı tepeler hala orada (korkmak yok.) "dünyanın bütün sabahları bir araya gelseler, bana onu mutlu etme şansını vermeyecekler bir daha"

böyle bir şey de demiş olabilirler mi o filmde. bu konularda şeyhler pek görüş belirtmiyor çünkü. (neyse kopmak yok.) ben yine de, siz de uygun görürseniz, büyük bir sabah istiyorum. dünyanın bütün sabahlarinin aynı anda parladığı, mutlak beyazıyla bizi karanlığa karşı kör eden, gümbür gümbür duyulan, büyük oyundan da büyük, herşeyi bitirecek bir sabah. öyle bir sabahta seve seve nöbet tutardım. arz ederim.
küçücük bir deftere ne çok şey yazılabilir oysa, unutamadığın bir isim mesela. veya yeni öğrendiğin bir tanesi, beyaz sayfaların çekiciliğinde, vaad eden. kimsenin bilmediği ama yaptığın bir şeyi çocukken, okulda kalemini yere atıp eğildiginde gördüklerini. kalemi yerden alıp yazabilirsin artık. küçücük bir deftere yazdın diye kimse ayıplamaz seni. kapağını kapatıp, lastiğini takıp, cebine koyabilirsin. ertesi nöbette birkaç anlamsız rakam, şafak mesela. bir araya getiremediğin o ikisinden bahsedebilirsin, bir yere kaçamayacakları o küçük sayfada. bir taş atıp bir elma düşürebilirsin, belki bir gün tutup indirebilirsin, ağzından çıkmaya niyetlenip söyleyemediğin bir söz mesela, o kimsenin duymadığı ilk heceyi yazabilirsin. defter küçük kusura bakmayın deyip atabilirsin gereksiz olanları. o ikna edici sıfatlar olmadan yazabilirsin öylesine yaptığın şeyleri. yalnızca bir rüya kadar hatırladığın kızlara, yalnızca rüyanda gördüğün bir kızı katabilirsin. kimin kim olduğunu unutana kadar yazabilirsin, hepsi için tek bir çiçek ismi mesela, herkes başka yöne bakarken yaptığın güzel bir hareket mesela, bunu deftere anlatabilirsin, kısacık da olsa, ispatlayamasan da uykusunda söyleyip inkar ettiği o söz mesela. çok vaktin var, uyandırabilirsin, jilet gibi yazabilirsin, o harfleri bulabilirsin, onu gördüğünde çıkan ses mesela. bulsalar bile bir şey anlamazlar. okumasını yalnızca senin bildiğin bir küçücük bir defterin olur, içinde ne kadar çok şey yazar oysa.
"...asıl büyük harcamalarımız her gün tekrarlanan küçük harcamalarımızdır..." nietzche - ecce homo

kötü günler o kadar da kötü değildir zaten. o kötülüğün sebebi kendileri değilse, insanlar can atarlar yanında olmak için. ölümlerde, iflaslarda, boşanmalarda, kazalarda, hastalıklarda, yalnız kalmaz insan. bu kadar ucuzken iyi bir dost olmak, kimse kaçırmaz fırsatı. bitiverirler yanında. iyi günler, onlar zaten çabuk geçer. sorun değildir. yolunda giden ne varsa kendilerinin de bir payı olduğunu düşünürler. biraz alkış almaya, birkaç fotoğraf çektirmeye, kadeh kaldırmaya, tadını çıkartmaya, eğlenmeye vs. ne kadar kötü göründüklerini görebilecek kadar ince düşünemezler. ah ama sıradan günler, o zaman yalnızsındır işte. sıradan gün dostu kolay bulunmaz, çünkü kolay kimse, paylaşamaz insan olmanın sıkıntısını.
diyelim ki tövbe etmedim içkiye, (etmedim zaten) sarhoş da etmiyorum kendimi ama. iki dubleyi indirip, kaldırıyorum kendimi masadan. eve gidip erkenden uyuyacağım. var mı "ne oluyor birader?" diyecek bir sivri meraklı. diyelim ki unuttum onu, o da beni unuttu. rüya bile görmüyoruz artık. herkes unuttu birbirini. var mı hatırlatacak bir delikanlı, sıradan bir günde günahıma girmek isteyen var mı. mesela terörist falan gelmedi buraya, 700 saatten fazla nöbet tuttum, daha bunun iki katı tutacağım, dinlemek isteyen var mı. değiştirmek istiyorum evlilik yeminini mesela, kötü günde çıkar zaten bir işgüzar, iyi günler de param olur muhtemelen, içerim, geriye kalan sıradan günlerin hepsi için veren var mı (kızını) diyelim ki 1,60 boyum, ben buyum, her yerim kahverengi. parmakla bile gösterilemiyorum kalabalık arasında, seven var mı.
yakmıyorum ulan bu karakolu veya toparlanın gitmiyoruz. var mı? yok. askerin sıkıntısı işte bu. koyduğumun sıradan günleri. biz onları yaşatıyoruz. onlar bizi öldürüyor. çok canım sıkılıyor. alıntı yapmadan duramayacağım: burası ne garip bir dağ, siz ne biçim okurlarsınız.
o, kendisini çok seven genç kızların elinde, her fırsatta şımartılarak büyümedi. yılışık bir güzellik değil onunkisi. o, kendisine uzanan sevgi dolu ellerle karşılanarak, bir parti havasında adım atmadı hayattaki yuvasına. terkedilmişti. o, yağmurlu bir güneydoğu akşamında, yaşı geçkin bir askerin hep olmadık yerlere bakmasından doğan bir fırsatla; ensesinden tutulup kaldırılarak ve kaderi ruh hastası bir rütbelinin ağzından çıkacak sözün insafına bırakılarak, belki tok bir karnın belki ağrımayan bir dişin hatırına, bir iğne deliğinden geçerek girdi hayata. ufak şeylere takılacak kedi değildi o. takılmadı da. onun adı recep. bir espriye malzeme.

sütten kesilmeden ümitten kesildi o. sabaha çıkamayacağı söylendi. belki bir kedi bile değildi, sakat kalmış olabilirdi, çirkindi üstelik heryere mikrop bulaştırabilirdi. ama paramparça etti bir asker kendi havlusunu. isıtarak sardı recep'i ve kuruladı onu. gözleri görmüyor ve ayakları tutmuyordu neredeyse. gelip geçenler ona şöyle bir göz attı sadece. başını bekleyen asker bile gidip yattı vakitlice. onun bile yoktu ümidi. renkli rüyalar dururken, görmek istemedi onun siyah beyaz leşini. gidip mevzilerine yattılar gece nöbetçileri de. kaldı bomboş er gazinosunda. bir bisküvi kutusunun içinde. mavi bir jandarma havlusuna sarılıyken titreyen bedeni, açık kalmış televizyonda çalan şarkı bütün 91/1'ler için gelirken, o gece sabaha kadar kimbilir aklından neler geçti. ama ne yaşanacaksa bundan sonra, o gece onun o küçük kalbinde başladı ve bitti.

acemi ayaklarıyla ilk adımını attığı o titrek sabahtan bu yana çok yol yürüdü recep. belki hayal meyal kardeşlerini belki yağmurlu bir gecede annesinin memelerini ama bundan başka hiçbir kedi görmedi. bir tür olarak öksüz ve yetimdi. onu bulan asker, yanındaydı çoğu kez , ilk bokunu kumuyla örterken, patisiyle bir çekirgenin kafasına vururken, gözlerini kısıp yan yan çiğnerken çiğ eti, sinsice pusarken saldırmadan önce bir sarıkıza, kedi olmanın bütün sırları içindeydi. uzunca bir süre, kimsenin okumayıp herkesin kurcaladığı bir dergi gibiydi. oradan oraya sürüklenen, kovulan, tekmelenen. bir kumbaraya atıyordu sanki hepsini, her gün bir santim daha ileri. önce bir hacı yatmaz sonra bir salyangoz, sonra bir kaplumbağa ve zar zor bir yavru kedi. önce ilgisizlik, sonra tiksinti, sonra eziyet, sonra merak ve güç bela bir parça sempati. denemekten vazgeçmeyen biri hangimizi güldürmez ki.

hayvanlar düşmanlarıyla doğar, bunu bilirsiniz. o da kendisine bir kaç tane edindi. kulaksız köpeklerin önüne attılar onu, inemeyeceği yüksek yerlere bıraktılar, ikiyüzlülük yaptılar iftira attılar, eğlence ettiler kendilerine, canını yaktılar. ama moralinin bozulduğu görülmedi, çünkü suratına kapıyı çarpan her kim ise, dışarıda bıraktığı kendisiydi. kapıdan kovdular bacadan, bacaya gittiler kapıdan girdi. emir geldi uzak yerlere bıraktılar ama vazgeçmek, recep'in bildiği en uzak yerdi. jandarma karakolunda bir yavru kedi, tezat onun yaşamıydı, bir bakışıyla tersine çevirdi. yaşamayı bilenindir dünya. kim kimin evindeydi. hayvanlar dostlarıyla doğar bilirsiniz. kaderin cilvesi işte, süt ve whiskas yerine ekşi asker ayranı ve çiğ etle beslendi. peşinden koşanlar kendisi maskara oluyordu artık, bir sıçrayışta çıkıyordu mevzilerin üstüne, dakikada 650 mermi atan 7,62 çapında bir makineli ve yanında recep, jandarma kedi.

o büyüdükçe küçüldü karakol. ham petrolden, silah bakım yağına herşeye bulaştı. kuyruğundan tutulup fırlatılmaktan, fare yakalamaya, alkışı duydu ihaneti gördü. onu sevdiğini iddia edenler onun için üzüldü çoğu kez ama küstüğünü, suratının asıldığını, dün gece yaptıklarımdan pişmanım dediğini, yataktan çıkmak istemediğini, kastetmediği bir şey söylediğini, kedi olduğu için özür dilediğini hiç kimse görmedi. o, yaşamanın sert bir askeriydi. kedi yavrusu dediğin nedir. konsantre güzellik. bir güzellik turşusu. güzellik dediğin nedir. seni kendine çeken şey. bir sevgi mıknatısı. asker dediğin nedir. ölmedikçe nöbet yerinin terk etmeyen. emir ve görevin demirbaşı. yaşıyor dediğin kimdir, ne kadar zor gelse de yapan kişi, dünyanın kendisine emrettiğini. recep dediğin nedir. o, yaşamanın büyük ve güzel askeri. emredersiniz değil, evet dedi.

ve biz. bugün burada onun yaşamının gözden kaçan bir ayrıntı olmadığını göstermek için toplandık. altı üstü beş ay değil, dolu dolu beş ay kaldın aramızda. aldırma sen recep onlara. iyi bir asker daima hatırlanır. ister kurşunla ölsün ister kıymayla.
işçilerin servisi, askere erzak taşıdıkları görülmesin diye, her sabah yüz metre kadar ötemize bırakıp kaçıyor malzemeyi, biz de kendi aracımızla gidip alıyoruz sonra. günlük erzak sistemimiz(!) bu. bir de başıboş atlar var bu dağda. evet, bildiğiniz at. sürü halinde dolaşıp otlamak için sık sık karakol civarına da geliyorlar. köpekleri çıldırtmak ve köpeklerin havlamasıyla bütün uyuyan nöbetçileri sıçratmak hobileri galiba. ve bu iki saçmalık benim nöbet sahamda birleşiyor bazı sabahlar: askerin menemeni asfaltın ortasında nazlı nazlı yatarken, atlardan biri sırıtarak gelip ağzıyla kurcalamaya başlıyor...

işte o eşsiz anlarda ben, bir elimde g3 bir elimde taş, üstümde çelik yelek başımda kask, bomba imha uzmanı bir kaplumbağa tipimle, yerimden fırlayarak ve taşı fırlatarak, kahramanca koşuyorum günlük istihkakımızın yanına. menemen bu, boru değil. sonra nefes nefese oraya vardığımda biraz durup yukarıdan izliyorum kendimi; raman dağının başında, hem kıçı hem başı bana dönük bir atla, kasklı kafamdan büyük iki tane lahana, biraz biber biraz yumurta, karakolun elli metre dışında, bilmiyorum söze gerek var mı? böyle bir sahnenin ortasında kalıyorum. hani google'a sex yazarsın da daha lafını bitirmeden sex and the city çıkar ya. işte o kadar yanlış anlaşıldığımı düşünüyorum bazen hayat tarafından. hayır hayat, bunu demek istememiştim.

sanatçılar ve yazarlar için yazılmış ansiklopedik cümlelerin komikliği geliyor aklıma. goethe'nin eserleriyle karşılaşması onda büyük değişimler yarattı. nasıl büyük değişimler? nerval, istanbul gezisinde en çok mezarlıklardan etkilenmişti, o türden. bunu öğrendiğim iyi mi oldu? hayır, liszt'in kadınlarla arası her zaman iyi oldu. nasıl iyi oldu. onlarla yatıyor muymuş, yoksa kadınlar başkalarıyla yatıp sonra gelip bunu liszt'e mi anlatıyorlarmış? ikincisi biraz gay gibi gösteriyor çünkü. hayır, içten içe genç erkekleri arzulayan evli olmasına rağmen thomas mann'dı. açıp içine mi baktın birader? neyse. ben de kafamdan kendim için böyle cümleler yazıyorum. hayatının bir çıkmaza girdiğini düşünen molla, kurtuluşu orduya yazilarak 3. dünya savaşına katılmakta buldu. orduda gördükleri içindeki tanrı kavramını sorgulamasına yol açtı. at diyorum, lahana diyorum canım kardeşim.

şu karakola geldiğim günden beri, gemide filminden laf çalarak,"bir memleket gibidir karakol" demek istiyorum, ama burası inatla bir kusturica filmi.

bir masanın başında tek başıma içerek edindiğim engin hayat tecrübeme göre, öyle sanıyorum ki, insanlar hayatla ilgili genel olarak neyi anlamıyorlarsa, her işte de işin aynı kısmını anlamıyorlar. aynı sorular farklı ölçeklerde. mesela "niye ben, niye o değil." her şey için sürekli bunu soran bir çocuk var. o, o sorunun insanı. hayatı boyunca bunu soracak. ya da "bitse de gitsek" insanı var. ölünce rahatlayacak sanıyorum. "skimde olmaz" adamı var. ondan bi bok olmaz. "kahpe kader" adamı var. "neden geldi bunlar başıma" diyor. ciddi ciddi soruyor bunu. ben de öyleyim, ben de kendi sorumu yanımda taşıyorum her zaman. bazen başçavuşun yanına gidip bütün samimiyetimle sormak istiyorum: "komutanım, ben biraz yavaş öğreniyorum da, bana en baştan bi tane tane anlatır mısınız acaba, biz tam olarak ne yapıyoruz burada?"
başçavuş ve ben.

barfiks direklerine yaslanmış, ki başçavuş başka bir şey yapmam gerektiğini söylüyor o direklerle, allahın belası mevziimi izliyorum işte. masum bir kutu gibi duruyor orada. iki yüz metre ilerimde. çok ülke gezmiş bir pasaport gibi, çok havaalanı görmüş bir bavul gibi, damga ve imzalar içinde, masum bir kutu gibi duruyor orada. oysa ben onun içini biliyorum. üstüste yüklenmiş taşların düzgün yüzeylerinde neler yazdığını, dar pencerelerinden içeri dolan geniş manzaraları, bir delikten sızan ışığın büyüyüp de neleri aydınlattığını biliyorum. keçeli kalemleri, sürtünen tükenmezleri, tebeşirleri; atarları, şafakları, geçerleri; kral ve piç devreleri, izmirlileri, aksaraylıları, adana değil kozanlıları, urfalı olmayan sivereklileri; havancılar, kantinciler, biksicileri; mehtaplar, karanlıklar, doğan güneşleri; tek haneli, çift haneli, üç hanelileri; ne kola ne fanta, atarsa yedi günleri; bir zalimi sevdim, sen güzelimleri; değmezmişsinleri, bütün o kahpeleri batıda paran kadar, doğuda mermin kadar yaşarsınları; rüzgardan yırtılmış kum torbalarını, nın üstüne geçirilmiş kum torbalarını, nın üstüne geçirilmiş üstüne geçirilmiş 1-3 leri, 5-7 leri 0-2 leri, vatan için gittim senin için döneceğim altı saat sabitleri, ve izmaritleri allahım, ezilmiş, tıkılmış, fırlatılmış, yüzlerce, binlerce, uçsuz bucaksız, izmaritleri; herkesi kanser, beni dünyanın en mutlu askeri yapan o bin yüz kırk saati; sarı tepeleri, kırmızı bulutları, döneceğim deyip de giden sinekleri, görüp de kaç kez tam dolduruşa geçtiğimi; ve baktım inceliyor, ve baktım bende para yok, kusmaya hazır silahı yere bırakıp, kopmasını beklemeden, incelek kadar taşaksız ne varsa, bir kağıda jilet yazıp, hepsiyle birlikte, eldivenimin başparmağını da kestiğimi; biliyorum kestiğimi, kusan silahı yere bıraktığımı, kara cüppemi yakıp ısındığımı, bütün fotoğrafları silip, tek bir tane receple çektirdiğimi, yaralı köpek rocky için bir kemik çalıp, o müzik dinlerken benim kemirdiğimi bir gün kar yağdırıp bir gün erittiğimi, güneşin bana söz, rüzgarınsa poz verdiğini, benimle konuşmayan dünyanın, yüzünü görebilmek için, arama kalın duvarlar koymam gerektiğini... işte orada duruyor kalın duvarlarıyla, masum bir kutu gibi. sanki, o kadar kalın bir şey masum olabilirmiş gibi.

önce çavuş yapıp ayırdılar, şimdi de karakol kapanıyor. dükkan mı lan bu nasıl kapanır demeyin, tuttuğum dal kuruyor işte. bu fırça niye burada diye kızıyor başçavuş. doğru söylüyor adam, kimden izin almış. bu fırçanın bir yeri yok mu? daha pratik oluyormuş, fark etmez. fırça tam oturuyormuş buraya, karı mısın lan sen dekorasyon yapma! dünya tersine dönsün, bu karakol denize dökülsün, ama fırça yerinde dursun çavuş. bence allahına kadar haklı. çavuşla diyoloğa girmeyin diyor. ne söylüyorsa yapın. bu allahsız çavuş otuz yıldır diyoloğa giriyor vardığı yer belli. adamı çavuş yaptık, kendi kendisine nöbet yazarken yakalıyoruz size bir işi yapıp yapamayacağınızı sorarken falan. adamı mevziiden aldık, sudan çıkmış balığa döndü. hiçbir şey öğretememişiz demek ki, hiçbir fikri yok askerlik hakkında belli. kuralı biliyorsun çavuş, ne bir gün eksik ne bir gün fazla. yüz altmış gün sonra sikimizde olmazsın. ömür boyu seni koruyamayız.

biliyorum komutanım. dışarıda da kimse sikine takmıyor birşeyi. sadece kendi sikiyle ilgileniyor herkes. herkesin çok büyük bir siki ve sikinden de büyük dertleri var. öyle ki dünya kocaman sikli ve altın kalpli insanlardan geçilmiyor. hepsi çok derinler, ve ben anlayamıyorum hiçbirini ve allahım benim sikim bana yetiyor sadece. o yüzden mecburi izin için gidip, fırça yerinde mi diye döneceğim komutanım. o zaman da karakol yerinde olmayacak.

drama yapma lan diyor başçavuş. babanın karakolu mu? kapanırsa kapansın. bak poşet bir asker vardı burada, istanbullu, terhis olunca işe geri dönmemiş, kırmış bütün kredi kartlarını, bir bisiklete binmiş ve yola çıkmış, para almamış yanına, ikram ve günlük işlerle bal gibi geçinip gitmiş. özgürüm, hayatı anladım zincirlerimden kurtuldum falan diyor. o yalanmış bu yalanmış. nereden mi biliyorum bunu. fırça istediği yerde dursun diyor ama bu yaz gazeteye çıktı, ayşe arman'a röportaj vermiş. gerçek bu olay. sence asıl bu işte bir saçmalık yok mu. bırak diyorum yani bu tripleri. allahın belası mevziiymiş. sen bela görmemişsin çocuk. sen lanet görmemişsin. bir kurt cobain şarkısı falan değil hayat, o mızıldak kendini vurdu diye bir bok bilmiş olmuyor. kaç kişiye ateş etmiş ki kendini vuruyor. mevzii falan hikaye. önce asker olacaksın asker. taşakların olacak önce. gerçek taşakların. silahın olacak önce. gerçek silah. o mevzii de yaptığın gibi. önce ruhunu vuracaksın. baktın olmuyor, sonra kendini. ben olmayanı görmedim şahsen. anlaşıldı mı asker !!

emredersiniz komutanım. hiç bu kadar güzel emretmemiştiniz.
kirli pencerelerimin arkasından baktığımda, en uzakta, bob ross usulü karlı dağlar var, yamaçlarını spatulasıyla yukarı doğru çekmiş sanki. cins herif. iki aydır başımıza yağmayan, üzerimizden geçmeyen kalmadı, bahar ve güneş kaç kez göründü gitti, ama karlı dağlar, gerçek değil de resim gibi, hiç değişmeden duruyorlar. dağlar buraların kaderinde var... ve bir yere bu kadar çok dağ koyarsanız, olacağı budur... ondan beriye, uzunca bir hiçbir şey sayılır, kısır bir manzara. eteklerdeki tek tük evler, mezralar, bize yakın bir lojman inşaatının örülmemiş duvarları arasından görünüyor. gerçi sektör özerkliğini ilan etmiş burada, inşaatla evler arasında temel bir fark yok. bir platform oyunu izler gibi işçi siluetlerini izliyorum ara sıra, o kadar... sonra biz varız işte: sason ilçe jandarma. zırhlı araçlar, devriye araçları, kuleler, dikenli teller, bayrak direği, nöbetçiler, komandolar, çamur ve taş; bildiğiniz jandarma saçmalıkları.

silvan, kulp, muş, bitlis ve siirtle çevrili, bütün yolların bittiği meşhur yücebağ ile sivrilen bir çıkıntı olarak sason, gönüllü ve geçici bin altı yüz tane arap korucusuyla, görüş ve emirlere hazır bir şekilde bekliyor... geri gelirsek, yine kirli camlar var. onlara takılmadan geçemiyorsunuz benim oturduğum odaya. personel lojistik kısım amirliği'ne. dünyanın en sıkıcı dört kelimesini yanyana getirmişler sanki. bir tamlama ancak bu kadar hiçbir şey ifade edemez diyorum bazen, başka bir dilde yazılmış gibi. iki tane astsubay, bir poşet asker ve ben; iki aydır burada ne yapıyoruz inanın bilmiyorum. bilmiyorum. yaş otuzbir. şafak kırkbeş olmuş ve hayatın bu sıradışı molası biterken, dışarı çıktığımda ya da içeri girdiğimde, hangisini tercih ederseniz, sevdiklerime, sevmediklerime ve özel bir kişiye ilk söyleyeceğim şey bu olacak: üstüme gelmeyin, bilmiyorum... hatta sanırım insanlara karşı esas duruşum bu olacak. uzun bir süre. bilirsiniz, esas duruş, bir askerin bedensel ve ruhsal olgunluğunun en büyük göstergesidir.

son kamyon da dışarı çıkıp, onüç yıldan sonra nöbetçiler mevzileri ilk defa boş bırakıp, karakolun kapısını ilk defa dışarıdan kapattıklarında, ben orada değildim. aksaraylı bir asker, albayın elindeki torbadan, benim adıma, üzerinde sason yazan bir kağıdı çektiğinde de uyuyordum muhtemelen. izole ve avare bir karakolda sekiz ay geçirerek, askerlik denen şeyin boğazına kadar boka batmak demek olduğunu unutmuştum. bok : yani insan pisliği. hangi türünden isterseniz. götünüzden çıkıp tuvalet taşına yapışanından, cebinizden uçurulan son paket sigaranıza; şehit ailelerine götürücelek hediye poşetlerinin içine birer kutu çikolata yerleştirmekten; bir komutanın, karşımda ayaklarını birleştir demesine; korucu sicillerine "üstün cesarete sahiptir" yazmaktan, koğuşu bir türlü terketmeyen hayvansı kokuya, servis operatöründen gelen bir mesajdan, servis operatöründen gelmeyen bir mesaja. resmi mühürden, imzaya; yorulmaktan, uyutulmamaya; aç bırakılmaktan, yalnız bırakılmamaya; cehaletten, kibire; hakaretten, laubaliliğe; dahili ve harici; içinizde zorla da olsa yeşerttiğiniz, güç bela tutunduğunuz her neşe ve şımarıklık kırıntısına, her güzel hisse, hemen çok bilmiş gözlerini diken insanlardan, size... insan pisliği. bok yani.

neyse işte. eski bir koğuş binası var burada. zahmet edip pencereden kafayı uzatmak gerekiyor biraz. önümüzde dikilen ve kullanılmayan elektrik direğindeki meşhur roket deliğinden bakarsanız görebilirsiniz orayı. roketin vardığı yerde, yıkılmak üzere, delil deşik, hurdalık gibi bir yer. işte orası, çok ihmal ettim orayı. ilk günlerde gidip sık sık oturuyordum oysa. üşüsem de kalkmıyordum hemen. üzerimdeki o yüce etkisini hatırlıyorum. hissediyor ve şaşkınlıktan sırıtıyordum. çünkü bunun nasıl olduğunu, şimdi olduğu gibi o zaman da bilmiyordum. kurşun geçirdiği de kesin, bazı şeyleri ise geçirmediği de. ne oldu da unuttum orayı onu da bilmiyorum. evraklara numara ver, yoklamayı faks çek derken, uçtu gitti aklımdan, unuttum... oraya gideceğim ama şimdi. zimmetten düşmediği için atılamayan eski sandalyelerden birine oturacağım. sigara içeceğim. yere tüküreceğim. düşünmeyeceğim pek bir şey. oturacağım öylece. buradan sonra da... apartmanlar arasında kalmış küçük bir bahçede, ne az ne çok, bir avuç toprağımda, benim küçük dünyamda, yeşertebildiğim bir neşe parçası, biraz şımarıklık, komik bir söz, bir başkasına verilecek kadar olgunlaşmış bir sevgi, beni uykuya daldıracak kadar huzur falan olursa yine, buradan sonra da, bu kadar kolay yem etmeyeceğim kargalara. elinde bir avuç toprakla gelen olacak mı peki... onu da bilmiyorum.
...hazır bitişine üç gün kalmışken, musikide olduğu gibi, son bir sözle karara bağlamak gerekse askerliğimi, 'muhteşemdi' der miyim? hayır, bunu söylemek için hala fazlasıyla içindeyim. öyle de can sıkıcı bir yerdir. yine de şimdiden görünüyor bu kelime bana... çünkü, karakol asfaltından mevzime yürürken gökyüzünde gördüğüm şeyleri unutamayacaksam asla, ya da tuvalet denen şeyin zaten alaturka olması gerektiğini düşünüyorsam, ya da yetimhaneden alınmış sahipsiz bir militan gibi gönülden bağlıysam oğuz başçavuş'a hala, ya da recep ve rocky ile iki büyük dostluk hikayesi yaşadıysam, ya da yeryüzünün ıssız ve yüksek bir tepesindeyken, belki de olabilecek en son yerde, bir jandarma karakolunda, dünyanın merkezinde hissettiysem kendimi ilk defa, bunun gibi pek çok şey, mutlaka muhteşem olan bir şeyler vardı ve belki de yeniden doğmaktı bu, otuz yaşında...

...burada çok söylenen bir söz var ki söylemeye birçok insandan fazla hakkım var sanırım: kendimi bildim bileli buradaymışım gibi hissediyorum. kendini bilmeye başlayış, ilk defa burada başladığım bir şey değil elbette, ama başlayan bir şeylerin bende ilerlediğini ilk defa burada görüyorum. alkolün ne amansız bir hırsız olduğunu yaşıtlarım arasında belki en çok ben biliyorum.... ona olan büyük teslimiyetimden tabii ki. keşfin o ilk sihirli yıllarında, aşık olmaktan çok taklidini yaptığımız, aşk acısı çekmeyi öğrendiğimiz, insan üzme egzersizlerini ailemiz üzerinde denediğimiz, hiçbir derdimiz olmayan tanımadığımız insanlarla kavga ettiğimiz, kimin ne mal olacağının yavaş yavaş belli olduğu o ilk yıllarda, benim içişim kesinlikle diğerlerininki gibi alkolü tecrübe ediş falan değildi. ben şimdi apaçık görüyorum ki, sebebi bana kalsın, kendimi düpedüz alkole maruz bıraktım...

...yani gelecek ne olur bilmiyorum ama burası kesinlikle geçmişimi değiştirdi. iyi bir sabah nöbeti denk geldiğinde, veya vücudum sızlamaya başladığında tatlı tatlı bir gece, veya ufak bir tuvalet macerasından sonra, veya gezegenlerin bilmem kaç zamanda bir aynı hizaya gelmesi gibi gökten bir parça hakikat düştüğünde, hakettiğimde orada olmayı, daha manyakça görünen şeyler de söyledim geçmişim hakkında. mesela ayışığı altında okuduğum bir romanın en büyük örneğini anlattığı gibi: boyun eğmenin karşı koymaktan daha büyük cesaret istediği türden bir kader, bile dedim kendiminki hakkında... ve işte o zaman ufacık bedellere dönüştü en büyük acılarım. işte o zaman ismi çok duyulmuş yepyeni arkadaşlar edindim, ihtişam sahibi...

...peki milat? bir son söz, bir isim olabilir mi askerliğime? ...biliyorum çok düşmanı var bu sözün. çok klişe biliyorum. bırakın insanların bir anda veya bir olay karşısında değişebileceğini düşünmek, insanların değişebileceğine inanmayan bir kalabalık var karşımda. ama milat, uygun görünüyor bana. birincisi, onbeş ay çarşısız askerliğe ne bir olay denir ne de bir anda, ikincisi ise klişe sizsiniz, çünkü ben milat diyerek kimseye değiştiğimi vaadetmiyorum... değişen şey mevsim. üzümleri dalından koparmanın ve ayaklar altında ezmenin vakti geldi diyorum. (...ben de pek çoğunuz gibi ruhumu parça parça bir yerlerde bıraktığıma ve artık onu kaybettiğime inanıyordum, oysa asıl klişe budur. ben, bugün kayda değer bir ruhum varsa eğer, onu o bıraktığımı sandığım yerlerde kazandığımı görüyorum...) diyorum ki şenlik var, ben şarabımı yeni yapıyorum. ya da şöyle diyorum: bildiğiniz gibi çok içtim. ama sarhoşluğum yeni başlıyor... milat odur ki, alkol kana karışıyor...

...hazır bitmesine üç gün kalmışken, vefanın da mevsiminde, son sözlerden bahsederken, bayağı sebeplere aldanıp da bir kişinin varlığını da anmadan geçmeyeceğim.... (...onu anmaktan fazlasını yapmak zor benim için. gerçi heryerinde var bahsettiklerimin, çünkü o bu mevsimde açan bir çiçek falan değil, o, bu mevsimin güneşlerinden biri...)... (ben ki, elime bir silah verilene kadar sol gözümü kapatamadığımı fark etmemiş birisiydim. bırakın vurarak indirmeyi, nişan almak nedir onu bile bilmedim....) mesafe denen şeyden ne anlıyorsanız hepsi vardı aramızda. ama onun bakışları bana kadar uzandı ve beni, asfalt çölün bedevisini, hiç zorlanmadan tutup çıkardı... (...çünkü meleklerin gözleri keskindir ve iyi koku alır burunları.. )... (beni, hem yaşayan hem ölü bir deney kedisi olmaktan çıkaran sağ göz de kendisine aittir. göz kırpmaktaki esprinin nişan almaktan geldiğini bile onun sayesinde fark ettim...) milat veya bağbozumu, gerçekten öyle miydi değil miydi, göreceğiz; ama sen body, güzel gözlü keskin nişancım, meleğim, gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki, sen muhteşemdin...