hazır gökhan uyumuşken biz gene mutfağa dönelim. zaten projelendirilmiş yazınların genel sorunlarından biri de budur. hikayenin bir yerinde aksayan, duraksayan noktalar ortaya çıktığında ya da yazar genel yazarlık hastalığı olan üşengeçliğe tutulduğunda yapılabilecek en uygun şey mutfağa dönmektir. sendikamızın kurucu üyelerinden, usta yazar varoslavski'nin notlarında yer alan şu ifade durumu yeterince açık ortaya koymaktadır: "kim ne derse desin ya da içinizdeki en açık yürekliler durumu nasıl izah etmeye çalışırsa çalışsın, yazmak, baştan sona bir kaçış eylemidir. bunun korkaklık olarak itham edildiği zamanlardan da geçmiş olan insanlık, artık kaçmanın o derece fena bir şey olmadığını itiraf edecek olgunluğa erişmiş midir bilemiyorum, ama yazmanın özü budur. en iyi yazarlar en iyi yazılarını mutfakta birikmiş bulaşık onları beklerken kaleme almışlardır." ustamız burada bulaşığı bir metafor olarak mı yoksa gerçek bir durumun ifadesi olarak mı kullanıyor bilemiyoruz, ayrıca kendisnin pasaklı olduğunu iddia etmenin sendikamız tarafından hoş karşılanmayacağından da eminiz, yalnız buna rağmen gerçekten de yazmak bulaşıktan kaçmanın ideal bir yoludur. aynı şekilde yazmaktan kaçmanın uygun bir yolunun da mutfağa saklanmak olduğunu söyleyebileceğimizi düşünüyoruz. bu nedenle gökhan'ı odasında kahırlı bir uykunun kollarına bırakıp, keyifli bir kahvaltı hazırlığı içinde olan mutfağa dönelim.

"patates de kızartalım mı?" diye sordu zühre, daha sorarken kapının yanındaki mukavva kolinin içine uzanmıştı elleri patatesleri almak için. arda, ne zamandan beri birinci çoğul şahsa geçtiklerini, uyumaktan vaz geçmiş gibi görünmesinin ya da her zaman olduğu gibi uyuyamayacak olmasının onu kahvaltı hazırlığının sorumluluğu altına ne kadar çabuk itiverdiğini düşünmeye başladı. büyük ihtimalle kendi sorunu da buydu, gerçi sorunlarından sadece biri buydu: kelimelere ve ifadelere çok fazla takıyordu. kendisine bir şey söylendiğinde -bu dünyanın en basit cümlesi olsa bile- mutlaka bambaşka anlamlara kaydırıyor, tartıyor, ölçüyor, yanlarından ufak kesikler alıyor ve bu arada genelde çoktan bir cevap -bu dünyanın en saçma cevabı olsa bile- vermiş oluyordu. ilk ve tek evliliğini böyle başlamıştı, hatta sonrasında bunun hikayesini sarhoşken kalabalık bir yerde, hem de çoğunluğunu karısının arkadaşlarının oluşturduğu kalabalığın tam önünde anlatmış olduğu için evliliğinin bitişi de aynı şekilde olmuş sayılabilirdi. başkalarının sözlerini o kadar tartmaktan kendi sözlerine pek zaman kalmıyordu. nasıl olsa patates işi yapılacaktı, o yüzden patatesin irlanda'ya ilk gelişi ve 1844 kıtlığı konulu düşünceler içinde -sir walter raleigh mi getiren patatesi- insanlığın tarihi boyunca bilinen en kolay ve aslında en riskli cevabı verdi:
"iyi olur."
"gökhan içti mi akşam?" diye sordu zühre, o kolay cevabın bir bedeli olmalıydı ve madem konuşmaya bir kez başlamışlardı günlük aklının en önemli düğüm noktası olan soruyu sormaması için bir neden yoktu.
"bilmem" dedi. bardaklar bilirdi, kırık olanları, demek ki tanık kalmamış.
"sağlam bir dayağı hak ediyor değil mi?"
"bilmem."
"ne demiş atalarımız: 'nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile yola gelmeyenin hakkı kötektir.' bizimkinin sonu da öyle olacak."
"atalarımız?"
"senin ataların olmayabilirler, öyle istiyorsan." biraz kızmış gibiydi zühre ve arda'nın hiçbir zaman anlayamayacağı üzere bu kızgınlığın nedeni sözlerinin düzeltilmesi değildi, konunun geçiştirilmesiydi.
"ziya paşa o, atalarımız değil" zaten arda için kadınların doğru anlaşılması diye bir şey yoktu, sözlerin doğru anlaşılması vardı, insan bir kez bu merhaleye ulaştıktan sonraysa kadınlara ihtiyaç duymuyor ya da zaten ihtiyacına karşılık gelen kadın olmuyordu.
"öyle mi?" umursamazlığı üstündeydi zühre'nin, üstelik bu sefer bunun nedeninin asıl konudan çıkılmış olması mı yoksa gerçekten ziya paşa'ya zerre ilgi duymaması mı olduğunu kendisi de bilmiyordu.
"öyle. başka şeyler de demişliği var, mesela 'bibaht olanın bağına bir katresi düşmez, baran yerine dürr u güher yağsa semadan' demiş" bununla kendisini kastetmişti arda.
"demiştir. yumurtaları çırpsana."

arda çoktan, ziya paşa'ya dalıp gitmişti. haytalıkla geçirdiği öğrencilik yıllarında bile okumayı sevdiği için uzun zamandır dünya dertlerinden kurtulup tümüyle kendisine kalmış zihninin içinde zevkle düşünebileceği bir sürü saçma şey birikmişti. galiba onun sorunu -kesinlikle sorunlarının tamamı değil, en büyüğü de değil- bunların sadece kendisine keyif vermesini yeterli bulmasıydı, ne sıraya koyuyor, ne denetliyor, ne sayım alıyor, ne de günlük iş takvimlerini düzenliyordu. kafasına hapsolmuş, evrenin en özgür tutsaklarıydı onlar.

mutfakta kahvaltı yavaş yavaş hazır olmakta iken biz hikayemizin nasıl olup da bir türlü hazırlanamadığını tartışabiliriz. bunda yazarların sorumluluğu olduğu açıktır, elbette sizin beklentilerinizin de etkisi vardır, inkar edemeyiz bu gerçekleri. fakat iyi bir hikayenin belli bir uzunluğa sahip olması gerektiği ve bu uzunluğun azımsanmayacak bir bölümünün giriş için olduğu bilinen bir gerçek. bazen bu durum hikaye sonlarını kısa ve sonuçsuz göstermesine rağmen okuyucunun karakterleri tanıması, hikayeye dahil olması için giriş bölümünün uzun tutulması gerektiğini bütün büyük yazarlar kabul etmişlerdir. aynı şekilde bütün büyük yazarlar -ve kuşkusuz bu çerçevede sendikamızın kurucuları, yöneticileri, sayın başkan, başkan yardımcılarımız ve değerli üyelerimiz de- bir hikayenin sıkıntılarını atlatmasının biricik yolunun geleneğe yaslanma olduğunu ortaya koymuşlar, sayısız defa bunu yazdıklarıyla kanıtlamışlardır. dolayısıyla giriş bölümünde bile olsa, yazar hikayenin unsurlarını ortaya sermekte sorun yaşadığında kendisinden önce gelen yazarların yardımına başvurabilir. bu davranış bir suç teşkil etmediği gibi, esasen yazınsal çaba içinde son derece meşrudur.
tümünü göster