bir şeyi itiraf etmem gerekiyor: benim için şiirlerin kartpostal yapılması aslında pek de sorun teşkil etmedi. yani aranızda belli bir düzeyin üstünde entelektüel potansiyel içeren bir sohbette benim bu konuda atıp tuttuğumu göreniniz olduysa çok özür dilerim, mevzu kız mevzuudur. tabii tüketim toplumu, tüketim kültürü, sanatın metalaşması, popüler kültür falan filan, elbette çoğunuz kadar biliyorum bunları. hatta ukalalığım için baştan özür dileyeyim ama bunların çoğunu kaynağından (neyse ki uzun yıllar sonra) okuduğum için o kadar yaygaracı da olamıyorum. frankfurt'ta, devlet hastanesinin oradan dosdoğru çıkınca, bim'in tam karşısında bir okul vardı, bildiniz?

neyse işte bu tür konularda çok bağıran eden insanlara denk gelmişimdir. onları üç türe ayıralım, niyeyse; ilk türdekiler sadece garip bir elitizmin kurbanıdırlar, isterler ki onların bildiğini, okuduğunu, izlediğini herkes bilmesin, onlar keşfetsin, onlar öğrensin, onlar söylesin. bu ekiptekileri adornocular addedelim, kendilerine ise internet sonrası dünyada geçirecekleri azap dolu zamanlardan ötürü geçmiş olsun dileyelim. ikinci ekiptekiler meseleyi biraz daha çözmüştürler, sanat yapıtının aurası meselesini algılamışlardır, onlar yapıtın biricikliği ve görkemini korumasının derdindedirler. daha naif ve saflıklarıyla birlikte daha bir sevilesidirler, onları benjamin okuluna yerleştirelim ve dua edelim ki algı biçimleri onları benjamin türü bir ölüme kadar hiç yalnız bırakmasın, bir an olsun samimiyetsizleşmesinler. üçüncü türün tek olayı karı kız dalgası, onları hangi okula yerleştirsek işlerini yürütürler. hayır, zamanında bir arkadaş diyordu, "ulan 3 bin cilt kitap okudum, felsefesi, edebiyatı, sineması, her boku öğrendim, piçin çocuğu günde yarım saat kas yaptı, işi götürüyor" esasen üçüncü türdekileri de böyle bir okula göndermek uygun düşer, boşa uğraşmayıp kısa yoldan sonuca giden bu uyanık farecikler peyniri her koşulda buldukları ve taze taze tükettikleri için türlerin devamını diğerlerinden kolay sağlayacaklardır. ve paşalar, evrim milyonlarca kuşağı gerektiren acılı ve sancılı bir süreç olsa da sosyal evrim 10 bilemedin 20 yılda muazzam mutasyonlar yaratabilir. hani ya da benim 90lar hümanizmim!

birçok boka kadın sorunu dolayısıyla katlanıyoruz ya biraz da söylemekle alakalı olsa gerek sorunlarımız. uzatmayalım verelim şiirimizi, sonra anlatacaklarımız olacak.

sevgilerde/behçet necatigil

sevgileri yarınlara bıraktınız
çekingen, tutuk, saygılı.
bütün yakınlarınız
sizi yanlış tanıdı.

bitmeyen işler yüzünden
(siz böyle olsun istemezdiniz)
bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
kalbinizi dolduran duygular
kalbinizde kaldı.

siz geniş zamanlar umuyordunuz
çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
yılların telaşlarda bu kadar çabuk
geçeceği aklınıza gelmezdi.

gizli bahçenizde
açan çiçekler vardı,
gecelerde ve yalnız.
vermeye az buldunuz
yahut vaktiniz olmadı.

kartpostallarda, defter aralarında ya da facebook paylaşımlarında yer alsın şiir, ben o kadar da karşı değilim. mesela bu şiir çok söylenir oradan ve faydası da olmuştur herhalde yazıldığı tarihten beri geleli. yalnız bir maruzatım var, götlerinden şiir uydurup can yücel'e, nazım hikmet'e mal edenler halkın adaletinden er geç kaçamayacaklardır, şüphesiz onları bekleyen alevdir, kandır, gözyaşıdır -i hope so. bu şiirin bizim edebiyatımızda tuttuğu yer -acı ama gerçek- tüm necatigil şiirinin kapladığı hacimden fazladır ve bunda dert edilecek bir yan görmüyorum. sanıyorum sosyal evrime de faydası olmuştur, ergenliğimizde yaşadığımız uzaktan uzaktan sevmelerin tadını sadece biz mi unuttuk büyüdüğümüz için yoksa artık ergenler de eskisi kadar sivilceli değiller mi? eğer bu denklem bir yerinden bir yere denk geliyorsa işte bu şiirin katkısı vardır, kesin vardır, olmalıdır.

benim hikayem? sünnetinde ağzına sigara tutuşturulan bir neslin erleriyiz, elbet alkolle de er tanıştık ve ne zaman aşka düşsek birkaç bırçet derdimizi anlatmamızı telkin ederken, geceleri yalnızca hayaletlerle paylaştık. fakat o kadar içli değüil, ben kolay konuşmuşumdur her zaman, retorik en beceriksiz olduğum iş değildir. ortaokulun sonları, mahalledeki kızdan ayrılmışım, sonra başka hikayeler (kız beni bıraktı, daha o zamandan istidadım belliymiş) okuldan bir kıza birisi aracılığıyla teklif ettim, o zamanlar teklif etmek deyince anlaşılırdı. sonra kız gelmiş teneffüs saati sınıfın kapısına benimle görüşmek istiyor. ulen sınıf dediğin zaten bir tür cehennem ve taze testesteron kokuyor, dedim tokadı yiyecek olsak yerdik şimdiye, rahatladım. kızcağız bile sadece "evet" dedi düşünün, o derece mahçup, "neye evet" diye soramayacağınız kadar ıslak dudakları ve bugün bile aklıma gelince içlenirim, bunu itiraf bile ederim 14 yaşında olmasaydı.

asıl hikaye başka, ne zaman olsa kolay konuşurum bir kızla, kolaycacık açılırım o günden sonra -önceleri hep öyleydi. fakat ne zaman tutulsam gerçekten dilim de tutulur, bir çocuk bile kolay çözemez, ne konuşurum, ne koşturur. şiirin hikayesi orada, istendiği kadar kartpostal yapılsın, söyleyemediğiniz, az bulduğunuz ya da vaktinizin olmadığı aşklarınız olmadan çözülemeyecek kriptosu. o kadar ki ezgi beni ketum sanardı hep, o kadarki kim olsa anlardı, ben anlatamazdım. bir bakış yeter miydi? sosyal evrim hadisesini niye anlattık bir bakış yetecek olsaydı, tek taş lazım, diz çökmek, müzik açmak, az içmek ve kalpler ve çikolatalar ve inanmasanız da söylemek. inanmadan söylemek daha kolay olduğu için.

ha 14 şubat, gücünüze mi gidiyor ne?

boş verin bunları varsa aklınızda birileri gidin konuşun, nasıl olsa daha kolay olmayacak konuşulunca da beceremediğiniz bir sevgiyi taşımak. nasıl olsa siz daha az hasta olmayacaksınız, onlu ya da onsuz ve nasıl olsa benim türüm tükenmeye mahkum kalacak devrimsiz geçecek bir yirmi yıl daha varsa, nasıl olsa yeni basım pırıl pırıl can yücel şiirleri, nasıl olsa camdan kalpler kırılmayan, tür tür çin mamülleri yine de nasıl olduysa arada yaşanacak ve hiç söylenmeyecek -kesinlikle gizlenmeyecek de- aşk hikayeleri.

tazesi var burnumun dibinde, 15 yıllık biraderime kızları gösteriyorum, dönüp bakmıyor, allah onun türünü taş etsin, tek taş.
tümünü göster