sevgili phoebe;
35lik sonrası ya da sırası yazdıklarını okudum. okuduktan hemen sonra bir yanıt yazmaya niyetlendimse de bunu ancak şimdi, 25lik kahve sonrası, yapabiliyorum ve arada birkaç tane daha kahve devirip birkaç ara verdikten sonra bitirmeyi düşünüyorum. böyle yapmam genelde, yazar ve geçerim. genelde bir seferde yazar ve aksi için olağanüstü bir neden ortaya çıkmazsa bir daha da okumam. hayır phoebe, okuyunca kendi yazdıklarından nefret eden birisi değilim, o kadar çocukça değil. ama aslı ne kadar çocukça bilemeyeceğim. anlatayım? biz küçükken hepimizin içine şair kaçmıştı, o yıllar şiir mi popülerdi, aşk mı yoksa şairlik mi, emin değilim. ama herkes biraz şair havasındaydı, ben pek yazamazdım. denemedim değil ama sonradan okuyunca en yakın okuduğum şairin karbon kağıdından çıkmış (minimum 50 karbon kağıdı hem de) soluk ve beceriksiz kopyalarını görürdüm. sonra da vazgeçtim zaten. ama diğer ergenler inatla yazıyorlardı ve bana gösterdiklerinde kaç sunay akın, kaç ahmet telli buldum inanamazsın. asıl konudan uzaklaşmadan, o zamanlar popüler olan bir başka davranış modeli okumamanın üstünü örtmenin tuhaf bir bahanesiydi; ergenler, etkilenmemek için okumuyorlarmış meğer. ben de kendimi okumayı öyle bıraktım, zaten sıkıcı olurdu öbür türlüsü de. fakat şimdi yazılabileceklerin bu kadar çok olduğu -çünkü bizi daraltacak bir bağımız yok, hatta hiç yok- bir durumda dura dura yazmak, yeniden başladığında üsttekilere göz atmak iyi olacak gibi geliyor.

sen yalnızlıktan bahsettiğin için hiç o konudan konuşasım kalmadı. melun bir konudur yalnızlık, kendisinden bahsedilince siner bir köşeye terapinin sonunu bekler, kesinlikle en boktan zamanları ıskalamamak için. yani evde yalnızsan ve belki karanlıksa ve yalnız kalmaktan başka hiçbir seçeneği yanıltmaca için koymamışlarsa o teste işte o zaman bütün sevilmeyenlerin toplandığı u19 liginde oynayan kaptan tsubasa gibi çöküverir kaleye ve dünya yuvarlak olduğu için şut çekmeden önce gözlerinin içine bakabileceğin çok zaman olur. fakat yalnızlıktan geriye kalan aslında heidegger'in hiç'idir, yani şairler maskaradır phoebe, yalnızlık tarif edilebilecek bir şey değil gerçekte. fakat bu konuyu kapatalım phoebe, içim ürperiyor, ya evde yoksan.

o kampüste ben de epey zaman geçirdim phoebe, iyi zamanlar, kötü zamanlar, heyecanlı ya da sıkıcı olanlar. hepsi geçti. şimdi oradan epey de arkadaşım var, yalnız oradayken pek arkadaşlığın olanaklı olduğuna inanmam. eğer o çok arkadaşlarınla arkadaş olacaksan bu oradan çıktıktan sonra olacak. sana ne anlatacaktım ama; bu gecenin bir yarısı sokakta yalnız olmakla ve it kopukla alakalı bir şeydi. bunu bir zaman önce still'e anlatmıştım, halka açık bir yerde yazmak ve yayınlamaksa pek uygun görünmüyor, işin içinde suç teşkil eden noktalar olduğu için. o yüzden özet geçeyim. bir zaman içinden tren geçen bir şehirde birisiyle buluşacaktım, evvelden bir iki kere görmüşlüğüm var, ufak tefek bir kız. kağıtlar falan işte. sonra gecenin bu geç saatinde banliyö garında içen bir serseri bizim kıza sataşınca ağzına 9luk namlu dayanınca... o günden beri korkarım ufak tefek kızlardan, hatta biraz sert göründükleri anlarda direk yalakalığa başlarım, kendimden utansam da.

sonra başka bir şey daha anlatacaktım. benim ayak parmağım ezilmedi, ezilmişse de hatırlamıyorum şimdi. badirelerden pek yoksun kalmadığım için ayak parmaklarım birinci derecede önem arz etmiyorlar. sayısız trafik kazası da içinde ne zaman bir aksilik olsa fiziksel olarak hırpalanmış birisiyim. hayat beni çok örseledi phoebe ve bunu bir kere olsun sadece duygusal düzeyde yaparsa minnettar olacağım kendisine. çatılardan mı düşmedim, fabrika içinde forkliftler mi çarpmadı, taş motoruna elimi mi kestirmedim, akla ne gelirse ve otobüs altında kalma ve arabayla takla atma ve bir kere de terk edilmiştim. şimdi o yüzden yediğim sağlamcana birkaç dayağı da dahil edince biraz sadece duygusal olarak hırpalanmak istiyorum. akıllı bir yalnızlık değil aptal ilişkilere ihtiyaç duyuyorum ama bunu da yapamayacak kadar akıllıyım galiba, belki üşengeç daha çok. yine de tüm bunların bir yerinde iki tane sağlam böbreğim var, eminim sağlam olduklarına ve o kalorifer peteğiyle ara ara göz göze gelen biri olarak diyebilirim ki durum daha da fenalaşırsa yardımcı olabilirim.

sevgili phoebe;
kahve falan derken koca bir gün geçti, geri döndüm. günlerin koca olmadığını ben de biliyorum, hatta o kadar küçükler ki onları harcarken çoğu zaman büyük bir tevazuyla "üstü kalsın" demeyi ihmal etmiyoruz. galiba ömrü de o kadar kolay harcayabilecek kadar yüce gönüllüyüz. yine de her ömrün bir değeri olması gerekiyor phoebe, senin ve benim bile.

aklımda binlerce şey var ve halbuki hiçbiri yoktular phoebe. nasıl olabiliyor bu, istenmediğinde bir araya gelen o koca yığın bilgi ve sözcük lazım olduklarında nasıl bu kadar kolay yok olabiliyorlar? bir bunu çözemedim, bir de bu kahrolası yoksunluğun, tutukluğun en güzel halinin nasıl olup da ergenlik aşklarında olduğunu. kim diyordu "ergenlik epey bir aptallık içerse de insanın özgürlüğe en yakın olduğu çağdır" diye? hatırlamıyorum. dediğim gibi lazım olunca söylenecek bir şeyler fihristler hep bozuk çıkıyor ya da kısmetsiz bir cinsellikle kirletilmiş ya da yırtılmış kapakları boyunca tozlu ya da yaşlanmış işte, benim kadar.

aklımda, diyordum phoebe, binlerce şey var; sabahın köründe kafamda new orleans'ın caza yatkınlığının doğal bir açıklaması olması gerektiği ve bayern münih'in ajax'a hem de jübile maçında 8 tane atmasının hangi yılda gerçekleştiği gibi sorularla uyanıyorum. evet, bunlar doğru ve sabahın köründe akşamdan kalma olmaksızın müthiş bir başağrısıyla nasıl bir insan bunları düşünebilir? şimdi yazarken yalnız olmadığımı düşünüyorum ya galiba aslında bu biraz daha doğru ilk tahminimden. çünkü sen de sanki bu derece saçma ve ilgileri adem'den kalma şeyler düşünüyorsun olmadık zamanlarda. peki bu kadar düşünce bu dünyaya nasıl sığabiliyor? ya da biz niye sığamıyoruz? düşüncelerimiz yörüngede biz içerdeyiz gibi bir şeyler...

tamam, sorularla uğraştırmayayım seni. bugünlük bu kadar yeterli. son olarak gelenekselleştirecek şekilde bir kurtuluş'tan kolej'e hikayesi ile bitireyim. ankara'da en rahat olduğum zamanlar, dokunulmazım dahası doğrudan bir işin altına elimi sokma derdim yok. işte ama yine de huy gereği elinde tuz olana hıyarı soyup koşuyorum. kurtuluş'tan kolej'e yürürken aklıma kaşarlı ekmek düştü. o da uzun bir hikaye, öğrenci sokağında kafe işleten bir arkadaş, gördüğü koca bir fare karşısında korkusunu gizleyemeyip mekanı kapatırken bize de fırını hediye etmişti. böyle bildiğin tavuk çevirme fırını, tabii o vakitler hamamönü'nde elektrik faturası ödemeden yaşayan bizler için muazzam bir şeydi. sonra işte dedim ki buradan biraz ucuz kaşar alayım, eve gideyim: keyif. kolej kavşağının üstünde, arkada bir yerlerde ucuzcu bir market vardı, şimdi hatırlamam adını, aldım kaşarımı, hevesle yürüyorum. fakat o da ne cebeci'ye doğru bolca polis otobüsü falanlar filanlar. ben elde market poşetinde kaşar vardım kampüse, kimsenin haberi yok ne olduğundan. sonra uyandık bir grubun eylemi varmış, dağılmış, dağıtmışlar onlar da falan çatışma filan. cebeci'nin o vakitler tıfıl da olsa yiğit gençlerin ikisini alıp gittim polisin yanına, şeflerini sordum ama bağıra çağıra, sanırsın emniyet genel müdürüyüm. artık o şaşkınlıktan mı yoksa iplememekten mi çağırdılar şeflerini paşa paşa. sonra bildiğin hikayeler: burayı boşaltmazsanız kampüsü işgal edeceğizler. oha! kampüste olaydan haberdar fazla fazla 20-30 kişi var, 5-6sı bizim adam kalanı kararı da kabul etmez. bu blöfü yediler phoebe, ben de gidip bu süre boyunca bütün karizmamı dağıtan kaşarı yedim. elde kaşar olmayaydı fena gözükmezdim gibi phoebe.

phoebe, düzeltmedim imla hatalarını, üstüne alınma lütfen.
tümünü göster