kafam çok karışık bu sefer, biraz sinirliyim... insanlarla bir anlaşma yapmak istiyorum doktor. bana kastetmediğiniz hiçbir şeyi söylemeyin ve kelimeler bedava diye her aklınıza geleni kullanmayın demek istiyorum. çünkü ciddiye alıyorum. bazen anlamaya çalışmak boşunadır diyorlar, hani sen yapamayacağın için değil de, ne kadar derine inersen in dibini bulamazsın, bir dibi yoktur çünkü, anlayacak bir şey yoktur ortada, bir derinlik de yoktur, bir sebebi falan yoktur, önü arkası yoktur, boşluktur etrafı, sadece var olduğu için vardır, sadece var olduğu için ciddiye alırsın, ya da söyleyeni ciddiye alıyorsundur, başka bir numarası yoktur. bir sürü şey söyledi yine benimki, hiçbir şey anlamıyorum bazen, o kadar anlamıyorum ki aklımda bile tutamıyorum ve gelip size bile anlatamıyorum. o kadar çok laf ki o kadar garip kelimeler ki, ama sonuçta ne, hepsinin toplamı yine sadece bir hava. bir his yansıtabiliyor sadece. kızgın veya üzgün olduğunu anlayabiliyorum ve belki onu bile yanlış anlıyorum... bildiğimiz, anlamı olan, öğeleri olan cümleler kullanamıyorlar sanki. biraz şimdi benim de yaptığım gibi. hissettiklerinden çok emin gibiler ama, sadece dillerinin ucuna gelmiyormuş gibi sanki hatta bana kalırsa akıllarının bile ucuna gelmiyor bazen. kendileri de bilmiyorlar ne söylediklerini. nasıl anlayabilirim. benim sadece okuma yazmam var, psikoloji eğitimi almadım ki. basit cümleler havalarını bozuyor sanki. sezen hiç değilse kelimeler konusunda ısrarcı değildi, yani bir yere varamayacağını anlayınca ısırabiliyordu. ve sonra bir anlamı yok deyip, öptüğünü iddia ediyordu, ısırmalar da öpüşlere dahil, evet o şiirin ismi gibi, mesela böyle bir şeyi siz anlayabilirsiniz belki, böyle şeyler için okuma yazması olan biri.

evet görüştük, hatta öpüştük, büyük cesaret değil mi, asıl büyük cesaret isteyen başka bir şey olurdu ama onu yapmadık... hayır, benimki yok bir haftadır, teyzesinin yanında, anlamadığım bir sürü şey söyledi ve gitti. sezen de gitti... kendinden emin tabii ki, tasmamın boyumdan da kısa olduğunu düşünüyor. bir bakıma öyle, bir bakıma değil. bir kere ne olursa olsun, o tasmanın öbür ucunda o var. o da beni kaybetmek istemiyor. ama konu bu değil. konu benim neye cesaret edebileceğim de değil. sonuçta sarhoşken yaptığım bir şey için, bravo iyi cesaret gösterdim denemez. konu alkol, pek yan rol kabul eden bir şey değil, sarhoşken ne yapacağımı bilemez, ben bile bilmiyorum, neden böyle bir şey yapayım diye düşünmüyorum, neden yapmayayım diye düşünüyorum, neden olmasın, ne fark eder, her şeyi unutuyorum bazen, bırakın bir tasmam olduğunu, bir köpek olduğumu bile unutuyorum.

bilebileceği tek şey var, o da ayılınca elbette onun yanına gideceğim ama ayıklığa aman vermiyorum bu ara. yani eminim biraz ayılsam yine yaptığım hatta yapmayıp aklımdan geçirdiğim, ağzımdan çıkmayan ama içimden söylediğim her şey için delicesine pişman olup ayaklarına kapanacağım ve o yine ne var ki bunda diyerek, umursamayarak kesecek cezamı.

oof, bazen çok rahatsız hissediyorum kendimi bu kanepede, yani buraya her uzananın aslında annesiyle yatmak istediği falan, öyle espriler yüzünden değil. burası sadece sızlanabileceğin bir yer, başka bir şey yapamıyorsun. burası bunun için tasarlanmış. ne şekilde yaparsan yap, nasıl bir hava katarsan kat, ne poz kesersen kes, istediğin kadar umurunda değilmiş gibi davran. sonuçta sızlanıyorsun. sonuçta yüzü asılmış, dudağı bükülmüş, topu patlamış, bir çocuksun. farkın yok. dalga geçilmeye çok müsait. inkar etmenin faydası yok, komik bir durumdayız. bari bir de öyle değilmiş gibi yapıp aptal durumuna düşmeyelim. burası karizmatik olabileceğin bir yer değil, öyle bir şey değil yaptığımız, yani kıyamet filmindeki albay kurtz'ü biliyorsunuz, o ellerini kel kafasında gezdirişi, rembrandt aydınlatma, kafasının içinde mutlaka çok derin bir şeyler olduğunu düşündürüyor, korku dostun olacak falan, büyük laflar, yine de biraz düşündüğünde o da komik, o da sızlanıyor. öldürdükçe, kendi içini çürütmüş, kafasının üstünden mermiler geçince kafayı yemiş bir asker. aynı hikaye. ne kadar süslersen süsle bu. sonuç olarak marlon brando bile heykel gibi yüzüyle kurtaramıyorsa, ben, bir anaokulu öğrencisinin hamurdan yaptığı suratımla ne yapabilirim, uğraşmak boşuna.

götüstü düştüysen önce kendin gülmelisin değil mi doktor. o yüzden sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim, ben götüstü düştüm doktor, benim topum patladı, nasıl anlarsan anla, dişleriyle kalbimi söktü, sadece bir hafta, sadece birkaç gecede yaptı bunu, katiyen aşık oldum, o bir uçağa binip gitti dün ve ben jetlag oldum. filmde dediği gibi benimkine bile dokunamaz oldum. zaten benimki yalnız uyumayı sever biliyorsunuz.yani sonuçta uyumayacak mıyız, yalnız daha rahat diyor. gerçekten pragmatik bir kız, takdir etmiyor değilim.

ne dersen de doktor, bu böyle oldu. ve ben dudağı bükülmüş o çocuğum şu anda, ben buyum, içim bu, inkar etsem ne olacak, sızlanacağım, o yüzden dipten başladım, beni sıfıra indir ve oradan dinle... daha dün sabah gitti, yine bir sabah, bana ne oluyorsa sabah oluyor zaten. artık biraz sakinleşip anlatayım. tekrar uzanayım.

montumu giymiş suya basmamak için seke seke tekel bayiine gidiyordum. saat dokuz falandı. iyice oturmuştu kar, insanları evine doğru itmişti sanki, kimse yoktu sokakta, kış kokusu vardı, eriyen karların çıkardığı sesler, ağzımdan çıkan duman, lastik izleri, kediler vs... sabahları hakan yok, kardeşi bakıyor dükkana, hoşgeldin abi dedi, biliyorsunuz adam yerine konduğum tek yer benim sokaktaki tekel bayii. sorun değil ama bu, kusursuz ilişkiyi tanımla desen ikimizin arasındakini anlatırım. parayı ver, içkiyi al, açık ve net karşılıklı çıkar, gülümse, iyi akşamlar günaydın falan, belki bir espri, iki taraf da memnun, sonra git, kimse kimseyi düşünmesin, bir dahaki sefere kadar silsin aklından, sonra yine kaldığın yerden devam, asla neden bu kadar çok içiyorsun yok, asla bu göt kadar dükkanda yaşlanacaksın yok, bilmem anlatabiliyor muyum. kardeşinin yanında hakanla olduğum kadar rahat hissedemiyorum, rakı aldım tabii ki, poşette satılan buzlardan aldım ama niyeyse biraz daha yaşıyor taklidi yapmak için gazete falan da aldım, ona ne alsam diye düşündüm, raflara bakındım, neden en yüksek alkollüsü portakallısı diye düşündüm. yani aynı seri, aynı tekel, aynı içki, ama portakal likörü iki kat fazla alkollü, %42. çok sevimli duruyorlardı rafta, öyle garip bir şişe tasarlamışlar ki, sanki bir yerde iyi yürekli cadıların hazırladıkları renkli iksirler gibi, aşk acısı çekiyorsanız naneli, çocukluğunuzu özlediyseniz kakaolu, belirgin bir derdiniz yoksa yani sadece alkolikseniz portakallı var. hoşuna gideceğini düşündüm, yanına süt ve kek aldım, kardeşi bana aldığımın yerine yaş üzüm rakısını tavsiye etti, beni gerçekten hiç tanımıyor, tadından bana ne, eksperler şarabın tadından anlar, şarapçılar değil, onlar sarhoşluğunu isterler, mesela bir şarap şişesinin dili olsa bir ekspere, şunu diyebilir: "bedenime sahip olabilirsin ama ruhuma asla". o uyanana kadar oyalanmak için de birkaç tane kırmızı aldım. tamam altı tane, yani sigara gibi bir şey benim için sonuçta, eninde sonunda yine para vereceksin. fazlası olacak bir şey değil. eve geri döndüm, bu sefer benim zemin kattaki evimdeydik, kapıyı sessizce açıp içeri girdim, oda kapısının aralığından hala yatakta olup olmadığını kontrol ettim, çünkü küçük bir ihtimal de olsa ben bazen bayiye gittiğimde evdeki insan gitmiş oluyor, hiç sevmiyorum bunu.

büyük ihtimalle ikimiz de yemeyecektik ama yine de ev sahibi olarak kahvaltılık bir şeyler hazırladım, bir bira açtım, pardon kırmızı, gürültü yapmamaya çalışarak ortalığı topladım biraz, biraz havalandırdım, daha iç açıcı bir yerde uyansın istiyordum, o gün gideceği gündü, belki vazgeçer erteler diye düşündüm, likör de onun içindi, alkole pek düşkün değil malum ama yine de içerse benim gibi her şeyi erteleyebilir diye düşündüm, neden kalmayayım ki bir gün daha değil mi... neden olmasın. aslında ne kadar geç uyanırsa benim için o kadar iyiydi, vazgeçebilirdi, ama ne olacağını çok merak ediyordum, uyanınca olabilecek şeylerin korkusuyla, bir şeyi böyle bir merakla, tedirginlikle beklemek çok zordur. aslında dışarıda olsa, gelmesini beklesem çok daha zor olurdu, çünkü o zaman asla gelmeyeceğini, böyle bir şeyin mümkün olduğunu, yani o lokmayı yutmaya çalışmakla geçer bütün zaman. neyse, en azından içerideydi, ama bekleyen adamı oynayamazdım, iyice içine batardım o zaman. bu yüzden bir kırmızı daha açıp sanki beklediğim bir şey yokmuş gibi başka şeylerle uğraşmaya başladım, gazetenin bulmacasını çözmeye başladım ama o bulmacayı o kadar çok çözmek istemiyordum ki ancak o kadar çabuk biter. ama o uyanmadı. bir tane daha açtım, bilgisayarda oyun oynamaya başladım. bilgisayarı bozmaya çalışır gibi oynadım, ama o uyanmadı. sarhoş olursam belki yine normalde yapmayacağım bir şey yaparım, belki onu uyandırırım diye bir tane daha açtım.

salonda kurduğum masanın başına oturdum, hava çok kapalıydı, ışıkları yakmamıştım, bir tek likörün rengi canlıydı evde, gözlerimi onun portakalına dikmiştim, kendi evimi izlemeyi sevmem zaten ve o sıra, sanıyorum kırmızının o dipten gelen dalgası vurdu ve unuttum. birini beklediğimi unuttum, onun içeride yattığını ve kalkınca gideceğini unuttum, dün gece birdenbire uyuyacağım deyip içeri gittiğini ve saatlerce telefonla konuştuğunu, ben kanepede sızdıktan sonra beni uyandırdığını elimden tutarak yanına götürdüğünü, birkaç gece önce, bir barda, benimkinin yanında, bu gece o benim şekerim diyerek masanın üstündeki elimi de tuttuğunu, alnımdan terler boşandığını, onun elinin malum sebepten terlemeye başladığını, rahatsız oluyorsam bırakabileceğini söylediğini, benim bir kelime kullanmak yerine ellerini daha sıkı tuttuğumu, bırak biraz da o kıskansın dediğini, hadi beni taşı diye bağırıp sırtıma atladığını, onu dün gece eve sırtımda taşıdığımı, ne kadar hafif olduğunu ve beni nasıl hafiflettiğini... unuttum, benimki diye biri olduğunu ve hepsini burnumdan fitil fitil getireceğini, bir tasmam olduğunu, bir köpek olduğumu, 25 yaşında olduğumu, mezun olamadığımı, liköre verdiğim paranın kira parası olduğunu, sabah sol elimin yine kasılmaya başladığını, serçe ve işaret parmaklarımın içeri doğru büküldüğünü, bunun potasyum eksikliğinden olduğunu, üç gündür yemek yemediğimi, buzları dolaba koymayı unuttuğumu... unuttum, küçücük elleriyle yüzüme dokunduğunu, çarşafın çıkardığı sesi, saçlarının yüzüme değişini, saçlarının kokusunu, ağzından çıkan havayı, havanın bana yapıştığını, gözlerini bana batırdığını, tırnaklarını bana diktiğini, kimsin sen diye bana sorduğunu... unuttum iki yabancı olduğumuzu, iki bağımlı olduğumuzu, iki inançsız olduğumuzu, benim erkek onun kadın olduğunu, burasının dünya olduğunu, her şeyin bir sebebi olduğunu, sebebi olan her şeyi unuttuğumu... unuttum... her şeyi iki kere unuttum...

ve hatırlatmak için kapıda belirdi. ellerim kırmızıda, gözlerim turuncuda, dalmış oturuyordum, o gelince hatırladım her şeyi, daha önce söylediğim o likör geyiklerini düşünüyordum, alırken hiçbir şey düşünmemiştim aslında, yüzde 42 yazınca düşünecek bir şey kalmıyor benim için. uyanmaya direnen bir kız çocuğu gibiydi, neredeyse hiç açmıyordu gözlerini, büyük adımlarla yanıma geldi, kucağıma çıkıp boynuma sarıldı, yüzünü boynuma yasladı... uyumaya devam ediyordu sanki, kıpırdayamıyordum. günaydın dedi. bu kız kim şimdi diye düşünmeye başladım. dün benimle lanlı lunlu konuşan bacaksız kaplan kimdi, bu okula gitmek istemeyen çocuk gibi şımaran ve bana kendimi pedofil gibi hissettiren kız kim. bir kızın içinde kaç tane kız var doktor. hangisini muhatap alacağız... bir ara kelimeler başladı yine... hiç gitmek istemiyorum, gitme, gitmek zorundayım... görüyorsunuz değil mi, ne kadar zorunda olabilir ki, silahlı adamlar mı bekliyor kapıda, ben hiç istemesem gitmem mesela, yani istenmediğim bir yerden istemeye istemeye gidebilirim ama bana gitme deniyorsa ve hiç gitmek istemiyorsam, gitmem. her giden bunu hiç istemeyerek yaptığını söylüyor. bir yandan elimdeki birayı içmeye çalışıyordum. daha fazla gitme demedim, portakal likörü aldım sana dedim. belki tekelin bir bildiği vardır. bacağım uyuştu dedim, asıl buradan kalkmak zorundasın. rakımı doldurdum, likör ve süt hazırladım, alakasız bir şeyler anlatmaya başladım. bu gitme meselesinin dışında bir şeyler. doğru düzgün içmiyordu bile, bir şey de yemiyordu, ikide bir kalkıp tekrar kucağıma geliyordu, anlatmayı da bıraktım bir süre sonra, hiç hayra alamet olmadığını biliyordum bu hareketlerin. hava açılmamıştı, sabahtı ama akşamüstü gibiydi, ışığı hala yakmamıştık, müzik de dinlemiyorduk, susuyorduk, karanlık içime doluyordu, o an için söylenebilecek ve ruhsuz kaçmayacak bir şey düşünemedim, belki bir saat oturduk öyle, vazgeçmiş olabileceği fikri görünmeye başlıyordu bende. düşünebiliyor musunuz, sadece birkaç gün ve halime bak. sonra tekrar içeri gidip telefonla konuşmalar falan başladı. rakı için soğuk su kalmamıştı, onun likörüne dadanmaya başladım...ve en sonunda uyandıktan belki üç saat kadar sonra, montu ve benim dalga geçtiğim, kuyruğu uzayıp atkıya dönüşen kukuletasıyla ortaya çıktı. çocukken babandan tokadı yiyince olur ya, gerçi siz yememişsinizdir, onun gibi bu sefer içten gelen bir dalgayla doldu gözlerim. kesin gidecekti. o loş ışıkta bunu görememiştir, oda duman altı olmuştu zaten... ne içiyorsun portakal likörümü yaa diye bağırdı resmen. bu kızın ne söyleyeceğini bilmek imkansız. sen içmiyorsun çünkü dedim. olsun bana aldın, benim o, dedi sinirle, alıp çantasına koydu... onu gideceği yere bırakacak falan değildim, yardım ve yataklık yapmayacaktım, istedi ve kabul etmedim, kimin yanına gidiyorsa bu onun görevi, ben o yara bandının kapının kapanışıyla tek seferde çekilmesini istiyordum. beni bırakıp gittiği için ona kötü davranmak istiyordum. sanki böyle bir şeye fırsat verecekmiş gibi...

çat. kapıyı çarptı ve gitti. evin ruhunu çekti sanki, havasını aldı, bütün nesneler boynunu büküp öldü, son ışık da dışarı kaçtı. saçmasapan hareketleriyle bana bunu nasıl yapabiliyorlar. hiç şıpsevdi falan deme doktor, ben düpedüz amsalağım, sadece dudak bükmüş bir çocuk değil, 15 yaşında bir kız çocuğuyum aynı zamanda. gitti ve bütün hayatım ruhumu teslim edecek kadar sıkıcı göründü, o an hayatımdaki her şeyden iğrendim, yerimden kalksam kalkışımdan, rakı doldursam çıkacak sesten iğrenecektim. neydi allahım, bu kız bana baktıkça içimde durmadan üreyen şey, nereye gitti şimdi, her şeyin anlamını almayı nasıl becerdi... ışığı açmak zorundaydım, içim ölümüne kararmıştı. karanlık bir tabloyu izlemek olsa keşke, içine hapsolmustum... ve tık tık tık, hızla cama vurdu. tülün arkasından kafasına taktığı o gerizekalı şeyi seçebiliyordum. nasıl bir duyguydu, nasıl anlatayım, az önce söylediğim bütün hisler bir saniyeliğine de olsa kayboldu. başkalarına ne kadar bağlı olduğumu görüyorsunuz değil mi, camı açtım tabii ki, başka bir ihtimal olduğunu bile unutuyorum böyle durumlarda... al bu da benden sana kalsın dedi. çok değerli bir şey uzatıyormuş gibi iki eliyle şekilsiz bir kartopu uzattı bana, aldım ve döndü götünü gitti..yani öyle sanıyorum ki dışarı çıktı, acaba ne tür bir saçmalık bulsam ki öyle anlamsız olsun ki hem beni çok şirin göstersin, hem de bu içerideki akıl hastasının aklına oyuncak olsun diye düşündü. öyle bir şey olsun ki ben kendi dünyasında yaşayan, sinematografik hareketler yapan, çok derin bir kız olayım, bu da benim arkamdan öküz gibi baksın. o kadar hiçbir şey düşünmeyeyim ki yaparken, o istediği kadar düşünsün ama geriye hiçbir kesin anlam kalmasın. hayır dedim bu sefer doktor. bu kadınların yaptıklarını anlayamazsın çünkü anlayacak bir şey yok ve düşünmedim desem de inanmayacaksınız. elbette düşündüm. ama ilk başta şunu düşündüm. allahım neden bana aklı başında bir insan göndermiyorsun... neden ayrılırken bir not yazıp altına bir ruj izi bırakan bir kız değil de, bu. ya da ben neden marlon brando gibi elimde ondan kalan bir iç çamaşırını koklayıp da bir kadını düşünüp poz kesemiyorum da, hamur suratımla elimde eriyen kartopuna bakakalıyorum. bir telefon numarası bile yok ama kartopu var elimde. ne ulan bu. evet salağa yatıyorum. ne bu. bu eriyince beni unut mu, benden geriye bir şey kalmasın mı, çok mu yaratıcı oldu şimdi bu, bu gece bununla mı yatayım... ilk başta böyle şeyler düşündüm doktor. çok sinirlendim. ta ki içmek isteyene kadar. o an vay orospu vay dedim. vay kaltak vay. geçen hafta ki sabah, bahsettiğim evde uyandığında, tuvalete giderken, o bardakta ki ne diye sormuştu. kar demiştim, eridikçe rakıya katıyorum. gülümsemişti. o gergin dudakları, o ağzından başka yüzündeki hiçbir yerin gülüşüyle ilgilenmediği, sadece ister inan doktor ister inanma gözlerinin içinin parladığı o çarpık gülümseme. bana neler oluyor doktor. şekilsiz değildi o kartopu. bardağa koymam için uzunca yapmıştı, küçücük elleriyle sıkmıştı, üşüyen elleri pembeleşmişti, ben ne öküz bir adamdım doktor... önce erimişti, sonra rakıya karışmıştı, sonra belki ben onu içmiştim, içimde dolaşmıştı, bir sarhoşluk olmuştu, gelip vuran bir dalga olmuştu, her şeyi unutturmuştu, her şeyi... bana bir sarhoşluk bırakmıştı, bir duble soğuk rakı...

ya da doktor. bunların hiçbirini düşünmedi, sadece kafasında büyük boşluklar var ve neyi niye yaptığını bilmiyor bazen. hangisi bilmiyorum... bilemem... bazı şeyleri benim ergen kafam mı öyle olmasını istediği için fazla dramatize ediyor yoksa benim hatırladığım kadar güzel olabilirler mi. bu mümkün mü? biliyor musun doktor belki ben beceremiyorum ama aslında haksızlık ettim iki sahneye de. sezen, karanlık bir tablonun ortasına ışık dolu bir pencere açıp bana iki eliyle birden gülümseyerek bir güzellik uzattı. modern sanat gibi bir şey... ve albay'ın sahnesi, aslında bayağı sağlam bir sahneydi, o böceği ağzına atışı, öncesinde söyledikleri, uzun esler vererek, her bir sözü yutarak, ağır ağır, bana katil demeye hakkın yok, beni öldürmeye hakkın var... bunu yapmaya hakkın var...

aynı gün aynı saatte doktor.
tümünü göster