saygıdeğer terapistim. artık çok şükür kanepenizdeyim. artık kendimi serbest ve başıboş bırakabilirim. çok yorgunum. dün sabah, salonunun bitişik iki duvarında da pencereleri olan bir köşe dairede, arkadaki karanlık odalardan birinde uyandım ve salona gittim hemen. akşamdan kalma bir eve güneş vurduğunda çok hüzünlü çok izlenilesi bir görüntü çıkar ortaya. çok severim ben. salondaki pencerelerden birinin önüne, eski moda, tanımlanamayan bir renkte, üçlü bir kadife kanepe konmuştu. uyuşturucu kullanılan bir evdi, aile girmemiş bir evdi, ihtiyaç kadar ihtiyaca göre şekillenmiş, bir bağımlının o günlük derdi kadar minimal bir evdi. bir bağımlı feng shui'si. o geniş salonda, kanepeye yaklaştırılmış, üstünde dünyaları taşıyan ahşap bir sehpa ve çıplak parke üzerinde birkaç minder vardı sadece. kanepenin üzerinde uykuya dalamadan bayılmış gözleri kapalı bir kız duruyordu. kar vardı ama güneşli bir kış sabahıydı. içerisi ışıkla dolmuştu, havadaki tozu görebiliyordum.

bir havası var derler ya hani. birkaç farklı şeyin toplamından oluşan soyut bir anlam. ilgisiz bazı şeylerin arasındaki uyum. ince bilekleri oluşu ve saçlarının düz olması; ince parmaklı olup kibrit kullanması, küfürlü konuşması ve isminin sezen olması, saçlarından bir tutamın hep yüzüne dökülmesi ve kıyafetleriyle yatması, başını geriye atışı ve otururken bacaklarını açık tutması. bunun gibi şeyler. bir havası vardı yani. ama o anda nasıl rahat edeceğini düşünemeden sığınmıştı sanki o kanepeye. uzandıktan sonra kendini kanepeye yerleştirmek için ufak tefek kıpırdanışlar olmamış, oraya bir yaprak gibi konup kalmıştı sanki. zaten o kadar zayıftı ki ılık bir lodos olsa alttan girip onu kaldırabilirdi. dudağım çok sızlıyordu doktor. dizlerimi kırıp yanına çömeldim. korku filmlerinde olduğu gibi birden bire gözlerini açsa yere düşerdim kesinlikle, öyle büyük bir dikkatle izliyordum onu.

bakışlarındaki hayret verici boşluğu görmüştür herkes. eroinmanların hiçbir şeye şaşıramaz ifadesini. çökmüş yüzünü. peki, çoğunlukla erkeklerde bulunan o çıkık kemikli burnun çizgisini ve çatık kaşlarını tek bir hat olarak görüyorlar mıydı benim gibi? kapalı kirpiklerine hayatlarında ilk defa kirpik görmüş gibi bakıyorlar mıydı? alt dudağının bükülüşünü, onun çenesine düşürdüğü gölgeyi görüyorlar mıydı? kaşlarından bir telin inatla yukarı dikildiğini, ancak bir beş yıl sonra alnında belirginleşecek çizgiyi falan? silinmez bir fırçayla geçmek istiyordum o anda ki yüzünün üstünden. o anda durduğu yerde dursun, o evden taşındıktan sonra, başka başka insanlar yıllar yıllar boyu başka başka çok çok mühim işlerle uğraşırken bile o yüz orada kalsın istiyordum. ama ben fırça kullanmayı bilmiyorum, beste yapmayı da bilmiyorum, yaklaşıp o yüzü öpmeyi de bilmiyorum. ben gelip bu kanepeye uzanmayı ve anlatmayı biliyorum sadece.

fırça olmasa da, güzellik de kolay kolay silinmiyor, çıkmıyor hemen bulaştığı yerden, bir iz bir pırıltı olarak kalıyor. on beş yaşındaki yüzünü düşündüm. benim hiç görmediğim ve bir daha hiç var olmayacak o yüzü hayal ettim. biliyorsunuz böyle fuzuli işlere ben bakıyorum. oraya çömelip ciddi ciddi bununla uğraşmak istedim ama dikkatim dağıldı tabii ki çünkü içmek istiyordum hemen. akşamdan kalma bir eve güneş vurduğunda, yarım kalmış ve açık kalmış bir sürü şey aydınlanır. isınmış bir kadeh rakı veya uyuyamadan bayılmış uyuşturucu bağımlısı bir kız gibi. unutulmuş bir söz, tamamına ermemiş bir niyet, ayrı yataklara düşmüş sevgililer, kendi kendini içmiş bir sigara veya yarısı duran bir 70'lik gibi. hep böyle şeyler olur öyle evlerde. bakıp da merhamet duymamam mümkün değildir. gerçi şişe raftaki parlaklığını kaybetmiştir. raflarda parlak dururlar çünkü bir şişe içkinin ömrü açılınca başlar, ve ne kadar yaşayacağı ve içinde ne çıkacağı onu içene göre değişir. yine de onu bulan benim gibi bir alkolikse o şişe hala değerlidir. öyle sabahlarda o yarım kalmış şişeden başlayarak geceyi devralmak isterim. ateşi söndürmemek, hiçbir şey olmamış gibi yapmak, anlamazlıktan gelmek, günlük hayatın başlamasını engellemek isterim. kızın önüne bir elektrikli soba koyup yaktım, bir sandalye alıp salonun sezen'e en uzak köşesine koydum, mutfak mermerinden bir bira bardağı söktüm, bir rakı bardağı çalkaladım, bira bardağına balkondan kar doldurdum, kendim için bir duble koydum, saçlarımı taradım, içilmekten vazgeçilmiş bir puro yaktım ve sandalyeye oturdum. ben hep bir "izleyici" olmuşumdur, bunu size hep söylüyorum. bir şarkısı var gökhan dabak'ın, reçel diye, siz büyük ihtimalle bilmezsiniz, o da böyle eşsiz bir sabah için yazılmış, kulaklığımı takıp o şarkıyı dinlemeye ve o tabloyu izlemeye başladım.

akşamdan kalma bir eve güneşin vuruşunu, doğru açıyı almış nesnelerin parlayan yüzlerini, saatler geçtikçe onların nasıl yer değiştireceğini, içinden ışık geçen1lt'lik tuborg mavi kış birası şişesinin duvara yansıttığı maviliği, içindeki dalgalanmaları, sobadan kızın yüzüne vuran kırmızılığı, kızın üstündeki battaniyenin perişanlığını, belki onu bir annenin verdiğini, ucu kornişten çıkmış ucu sarkmış güneşliği, belki onu da bir annenin verdiğini, kızın battaniyeden çıkmış ayaklarını, ayaklarına giydiği parmakları ayrı dikilmiş eldiven gibi renkli çorapları, odanın boşluğunu, kanepenin çökmüşlüğünü, kızın ne kadar küçük olduğunu, ellerinin ne kadar küçük olduğunu, o ellerin bazı şeyleri tutarken ki hallerini, sehpanın üstünün nasıl toza ve küle bulandığını, karşıdaki apartmanın bacasını, bacadan çıkan dumanı, buruşturulmuş sigara paketlerini, ıslanmasın diye onlardan birinin üstüne koyduğu pembe telefonunu, bir boka benzemeyen yüzüğünü, odada uçuşan tozu, rakı içimde dolaştıkca bütün bunların ne kadar eşsiz ne kadar güzel olduğunu, yere bırakılmış bir montu, camların ne kadar kirli olduğunu, güneşe tutunca rakının açılan rengini, bardakta eriyen karı, kar suyuyla rakı içmeyi, üflediğim dumanın bütün salona yayılışını, o dumanın içinde uyuyan sezen'i, allah'ın bu kıza neden hiçbir kadınsı hat vermeyip de yalnızca havasını verdiğini, allah'ın kadın olmanın havasını içine üflediğini, rüyasında acaba neler gördüğünü, onun rüyasında rakı içtiğimi, burasının dünya olmadığını, sandalyede kıpırdanıp duruşumu, uyuyan bir kızı izlemeyi ne kadar çok sevdiğimi, bunu ne kadar çok yaptığımı, bunları görebilmenin beni ne kadar harika bir adam yaptığını, o kıpırdanmaya başlayınca nasıl da korktuğumu, içmeyi hızlandırışımı, başlamasını istemeyişimi, rakının biten bir şey olduğu gerçeğini, uyanınca izlediğim kızla hiçbir alakası olmayan bir kızın doğrulacağını, kendisine hiç yakışmayan şeyler söyleyeceğini, diğer odalardan başka insanlar çıkacağını, telefonların açılacağını, kaç paramızın kaldığının sorulacağını, mutlaka ama mutlaka içmek dururken acıkan birilerinin çıkacağını, o sahnenin sonsuza kadar bozulacağını, hayatın bütün bayağılığıyla başlayacağını, oysa akşamdan kalma bir eve güneş vurduğunda gözleri kamaşan şeytanın nasıl da kaçtığını, kimse dinlemedikçe gürültüye dönüşen müziğin olmadığını, birbirlerinin sözünü keserek birbirlerine bir şeyler anlatmaya çalışan insanların gittiğini, bağırışların, çarpılan kapıların, iç geçirmelerin, yanlış anlamaların kalmadığını, yalnızca ışık ve rakı olduğunu vs. vs. vs. ne diyorduk. işte sırf böyle anlar hatırına içtim çoğu sabah. o sonsuz coşku için. kendi çabalarımla, onu geri getirebileceğimi, yaratabileceğimi sandım. hep kaldığımız yerden devam ederiz ve o eşsiz zamanın manzarası hiç bozulmaz sandım. kaldığımız yerden devam ederiz ve hiç yaşamayız sandım. birçok sabah buna kadeh kaldırdım.

evet dudağımı benimki de sordu. sarhoşken ısırdığımı söyledim önce, sonra kaşlarını kaldırınca öttüm hemen. vallahi ben öpmeye çalışmadım dedim. onu biliyorum dedi. durup dururken sezen ısırdı dedim. yani durup dururken sayılmaz elbette, belli ki kafasında bir şeyler dönmüş. sezen ilk geldiğinde gözlüklerim kırıktı. ertesi gün yenilerini aldıktan sonra aynı caddedeki bomonti meyhanesine gittim. benimkinin, sezen'in ve öbür kızın beni beklediği masaya, sezen'in karşısına oturdum. bakalım sezen neye benziyormuş diyerek taktım gözlüklerimi. karşımda gülen bir surat bekliyordum çünkü söylediğim şeyi aklımca komiklik olsun diye söylemiştim. oysa kaşlarını çatmış bir şekilde biraz hayretle ve merakla bakıyordu bana. şimdi beni bir yerden çıkartacak dedim gülerek benimkine, bu aramızdaki bir espriydi, benim çok vasat bir tipim olduğu için herkes bana, aynı bana benzeyen bir arkadaşı olduğunu söylüyordu. benimki de gülmedi. bana abi diyen öbür kıza döndüm ben de, karnının aç olup olmadığını sordum, bir ansiklopedide gördüğüm, alkolün aç ve tok karnına kana karışma grafiklerini çizdim falan, buna da kimse gülmeyince, benimkinin, ben ve kendisi arasındaki saçma ilişki hakkında bir özet geçtiğini anladım. aynı gece ben ve sezen daha geç saatlere kadar kalmak istediğimiz için ikimiz takıldık. onun bir arkadaşının evine giderken, o sabah uyandığım eve, boş sokakta, beni durdurup, bana dönüp, "ne olduğunu anlamıyor musun lan, salağa mı yatıyorsun" dedi. sonrada ben öpeceğini sanıyorken, dudağımdan bir parça koparıyordu nerdeyse. yani çok salakça bir durum. kurtulmak için herhangi bir hareket yapamıyorsun. dudağın hikayesi o, yani şimdilik o, devamını ben de sonra öğreneceğim herhalde. sen de kadınsın ama kadınların bu yönünü sevmiyorum işte doktor. karmaşık hareketler yapmaya yalnızca onların hakları varmış gibi davranıyorlar. oysa ben bırak ısırmayı, kimseyi öpmeye bile çalışmadım şimdiye kadar. buna çok pişmanım.

gerçi benimki, bende çok fazla kadınsı yön bulunduğunu söylüyor. bir erkeğe söylenmesi pek hoş bir şey değil ama buna benzer lafları çok duydum. biliyorsunuz çok sarhoşken bir kere o eşcinsel çocukla öpüşmek dışında bir eğilimim olmadı hemcinslerime karşı. onu bile ben öpmeye çalışmadım. şunu rahatlıkla söyleyebilirim, içimde bir kadın varsa bile kesinlikle lezbiyen. neyse doktor. bazı şeyleri sana da anlatmazsam, ben de köreldiğimde, ben de umursamaz biri olduğumda, ben de unuttuğumda, geriye onları hatırlayan hiç kimse kalmayacak ve onlar asıl o zaman sonsuza kadar yok olacaklarmış gibi hissediyorum. saatimiz doldu herhalde. buradan bir birahaneye gideceğim. işığın doldurduğu gündüz meyhaneleri ve omuzuna elimi attığım boş sandalyeler. o da artık başka sefere.
tümünü göster