shakespear'in muhteşem bir mizah anlayışı olduğuna dair inancım şu anektotla pekişmektedir hep. bir şemsiye imalatçısı, yazmakta olduğu şiirler shakespear'a gönderir, ondan eleştiride bulunmasını ister. adam, yalnızca annesinin sevebileceği pespaye şiirlerinden sonuncusunu da gönderdikten sonra shakespear dayanamaz ve adama şöyle yazar: "dostum, siz şemsiye yapın, hep şemsiye yapın, sadece şemsiye yapın".

dün, tam iki sene olmuş. nasıl bu kadar kesin tarih verebildiğimi soracak olan varsa, dün arkadaşımı buluşmak için aradığımda, gelemeyeceğini, annesinin ölümünün ikinci yılı olduğunu söyledi.

biz kızla beraber gitmiştik cenaze evine. gidip onu evinden almıştım. cenaze evine gittiğimizde, havaların da güzel olmasından dolayı sokakta oturmuştuk. bu ahalinin dışarıda oturması adetinin sadece bizim buralarda olup olmadığını bilmiyorum. ama, nasıl bir şey olduğunu bilmeyenler için söylüyorum, cenaze evi gibi değildir cenaze sokağı. (sanırım "cenaze sokağı" uygun bir terim oldu burada). insanlar biraz daha normal, biraz daha sıradan bir geceymiş gibi davranabilirler. arkadaşım, her canlının zamansız ölümlere gösterdiği tepkinin aynısını vererek sessiz sessiz oturuyordu. bazen kardeşine sarılıyor, ki kardeşler sarılmak içindir, bazen de bizimle konuşmaya karar verip, "eee abi, sen napıyosun?" diye soruyordu. sadece bana üç kez sorduğunu hatırlıyorum bunu. herkese en az iki, yakın arkadaşlara üç. hatta bir ilkokul arkadaşına dört kere.

kız, içeri yardım etmek için mutfağa gittiğinde, tek yardımcımın da gidişiyle beraber yani, benim için sürgün dakikaları başlamıştı. çünkü hüzünlenmek ve hatta ağlamak ve tüm bunlara bağlı olarak şiir okumak ile müthiş sorunlarım vardır benim. tam olarak nerede hüzünlenmem gerektiğini asla bilemem. hüzünlenmek ben de bir refleks değil de, pinponda kesme servisler atmak gibi, kimi günler çok iyi, kimi günler de çok berbat yaptığım bir istenç harekettir. tam olarak nerede hüzünlenmem gerektiğini o ana kadar hep kız işaret etmişti bana, ufak bir diz hareketiyle. yani bu diz hareketiyle başlamak üzere belli bir süre en ufak bir espri yapılamazdı. oturup insanların acıları paylaşılırdı. acı çok bencildir. sana ne kadarını verirlerse, o kadarını alabilirsin kendi payına. benim arkadaşım ise cesur bir adamıdı

kız mutfaktan geri döndüğünde, beti benzi atmıştı. ben teyzenin naaşını gördüğünü düşünmüştüm ilk başta. ama naaş içeride değildi. kızın söylediğine göre morgta bekletiliyordu naaş. işte bu kızı dehşete düşürmüştü. onu ölmek değil de, ruhunu kaybetmiş yalnız bir beden olma durumu korkutmuştu onu. bunu yüzünün o anki peynire çalan beyazlığından anlıyordunuz.

"annen morgda yalnız mı şu an? kimse yok mu yanında yani?" diye sormuştu arkadaşıma. arkadaşım da gayet sakin bir şekilde, "evet. morga kaldırdılar. eee, sen napıyorsun?" demişti. kız da "iyiyim işte. iş güç." diye yanıtlamıştı.

ben de araya girip, "tanrı aşkına, hangi kaçık morgda bekler ki?" diye içimden gülmüştüm bu haline. nasıl olduğunu bilmiyorum ama dizi yemiştim yine.

eve dönerken, arabada, kız dayanamamış, ağlamaya başlamıştı. daha neler olduğunu sormaya kalmadan, "bu çok kötü. bu çok kötü. morgda yalnız başına kalmak çok kötü. kimse yok yanında. bu çok kötü." diye söylendi bana. gülümsedim. çünkü benim yerimde holden caulfield olsaydı, "vay canına, bu ne müthiş bir yalnızlık . tanrı aşkına. geçen hafta sonu oynanan beyzbol finalleri hakkında konuşabileceğin tek bir allahın kulu yok. düşünsene sally" derdi bunun üzerine mesela. bunun yerine ben ona, kadının yalnız olduğunu ama bunu fark etmeyeceğini söyledim. ölü bile olsa yalnız kalmaktan korkuyordu o.

bu söylediklerim onu tatmin etmemiş olacak ki, eğer benden önce ölürse, gömülene kadar her ne olursa olsun onu bir dakika bile olsa yalnız bırakmamam konusunda söz vermemi istedi benden. bunu yapacak bir kişi varsa, onun da ben olduğunu söyledim ona. bundan çok ama çok emin olduğunu söyledi. birileri sizden böyle bir şey yapmanızı istiyorsa, yani tanrı aşkına, böyle bişeyi tutup da kimden isteyebilirsiniz ki, sizi seviyordur o kişi. sizi çok seviyordur. her ne olursa olsun, ama her ne olursa olsun, sizi hep sevecektir. komünist manavınızdan isteyemezsiniz mesela böyle bir şeyi.

kendini daha iyi hissetsin diye, biraz da şiir okuyabilmek üzerine henüz gelişmemiş yeteneğimi üzerinde denemek için, ona ölüm hakkında yazılmış en güzel şiiri okumamı isteyip istemediğini sordum. bunu duymak istediğini söyledi. ben de ona şu şiiri okudum ezberimden, ezberimdeki birkaç güzel şeyden. hüzünlenmek, ağlamak ve şiir okumak konusunda belli belirsiz bir çekingem, bir sıkıntım vardı. ama onun yanındayken üçünü bir arada yapmak çok kolaydı.

yaşamak şakaya gelmez
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde
hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.
yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.

diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan,
bir daha kalkmamak ihtimali de var.
duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz
en son ajans haberlerini.
diyelim ki, dövüşülmeye deşer bir şeyler için,
diyelim ki, cephedeyiz.
daha orda ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.
diyelim ki hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla
yani, duvarın ardındaki dışarıyla.
yani, nasıl ve nerede olursak olalım
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak...

bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
yani bu koskocaman dünyamız.
bu dünya soğuyacak günün birinde,
hatta bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.
şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
böylesine sevilecek bu dünya
"yaşadım" diyebilmen için...

sözümü tutup tutamayacağım konusuna gelince, hiç bilmiyorum. bundan birkaç ay önce şahitler ve davetliler huzurunda attığı bir imza, verdiğim sözün düşmesi için yeterli bir imzaymış gibime geliyor. yani, tanrı aşkına sally, nazım hikmet bile kurtaramaz bazı şeyleri.

ben de kısa bir şiirle tamamlayayım. ben bir şemsiye imalatçısıyım ve kendim yazdım bunu.

gelin olmuş gidiyorsun.
sence de bunda bir tezat yok mu?
tümünü göster