penceredeki kum torbalarının ardından bakınca, dicle. dicle'nin ötesinde, üzerinde insan yapımı hiçbir şey olmadığından, uzaklıkları ve büyüklükleri tam olarak anlaşılamayan, nerede başlayıp nerede bittiği belli olmayan göz alabildiğince giden sinir bozucu sarı tepeler. nehrin berisinde, üstünde durduğumuz, atbaşlarının 24 saat inip kalkarak petrol çıkardığı, çöle benzeyen çorak raman dağı. bu endüstriyel dağın hakim bir tepesinde 14 dönümlük jandarma karakolu. karakolumuzun güneybatı köşesinde, taştan ve demirden, sıkıntı ve özlemden, (içkisizlik ve kadınsızlıktan) yapılma iki katlı kalın duvarlı 4 metrekarelik 8 nolu taş mevzi. içinde de ben. molla. alkolik. 30 yaşında. ben yaşarken hiçbir şey olmadı...

içinde ben. çelik yelekler, miğferler, uzun namlulu silahlar, mayınlar, mermi sandıkları, işaret fişekleri (artık ne yapacaksam) nöbet yeri özel ve genel talimatları, terörist unsurların olası yaklaşma ve taciz noktalarını gösteren fotoğraflar, biraz ilerimde projektör direklerine zincirlenmiş köpekler, karakola gelen yoldaki demir tuzaklar ve içi taş dolu onlarca varil. işte böyle kaldım ayık bir ıssızlığın ortasında. cebimde pet şişede çalkalayarak yaptığım soğuk kahvem, boynumda dürbün, kulağım buz gibi telsiz sesinde, dudağımda kaçak sigaram, elimde kalem ve okuduğunuz defterimle. gündemi takip etmiyorum aklımda yıkanacak çoraplarım ve anlatacak bir şeyler var daha çok.

bu taş, beton ve demir yığınında; bütün güzellikleri hızla sıradanlaşan, renkleri solan, hergün kimseye çaktırmadan santim santim küçülen, her manzarasının bir yerlerinden dikenli teller geçiren, kısacık mesafelerinde kilometrelerce yürüdüğümüz, anlamsız sözlerini yüzlerce kez tekrarladığımız, gündüzleri herkeslerin uyuyup gece ayla birlikte esneyen askerlerin, akreplerin, sarıkızların ortaya çıktığı, kendi kendini hedef gösterip kendi kendini koruyan bu anlamsız karakolda, gözlerime, kulaklarıma ve parmaklarıma seslenip, "gördüğünüz duyduğunuz ve dokunduğunuz şeylerin yarısını unutun çünkü burada yoklar" diyerek, ellerim ve ayaklarım nasırlaşırken kalbime bütün bunları üstüne alınmamasını söyleyerek; yapışkan geçmişim, kovulduğunu anlamayan sinekler gibi kafama üşüştükçe, bazı günler, uzun yıllar önce yaşanmış tek bir anın bir görüntünün esaretinde, alışmanın belki sevmenin ise asla mümkün olmadığı bu yerde işte böyle kaldım. ıssızlığın ortasında. tehlikeli miktar da boş zamanla.

bir hayat çıkar mevziden bir başkası girer. nöbet değişimi dedikleri budur. bu yüzden asla aynı büyüklükte değildir mevzi. hiçbiri eşit değildir nöbetlerin. hatta iyi nöbet kötü nöbet oynarlar benimle. ben de herkes gibi sayılarla oynarım, kaç gün kaldı kaç güne kaç günü kaldı diye. mermilerle oynarım, adımı yazarım falan. telefonda tetris oynarım. kimse beni aramaz ben de kimseyi aramam. sarı tepelerin üstünde parmaklarımla ritim tutarım. yere biraz kahve döküp doluşan sineklere saldırırım. akrep falan yakalarsam pet şişeye koyup tertiplere hava atarım. biraz kitap okur sonra kitapla sinek kovalarım. ağzımdan balon çıkarırım. kırpılmaktan kaçıp altı yıl boyunca dağda bir yün bulutu olarak gezen koyun shrek veya ölmüş annesinin kılığına girerek emekli maaşını çeken adam gelir aklıma. gülerim sesli sesli. dışarıda kaç varil vardı onları sayarım. "bu gece soğuk olacak body" derim kendime. ee sonra? oyalayamam kendimi daha fazla "zarif" uğraşlarımla.

işin aslı şu. nöbetçi de benim, nöbet yeri de benim. hele ki güneşin önünü bulutlar kapatıp da sarı tepeler şişe efes rengini aldıysa, günde 8 saat geçmişimi gözetliyorum. beklenen yine benim. dizilerin toplama bölümleri gibi geçiyor gözümün önünden ömrümün karanlık ve daha karanlık sezonları. parola:armut, işaret: baca. anlamsız, iz bırakamadığım bir çöldeyim yine. önüm: arkam. sağım: solum. susuzluktan değil, içinden çıkamadığım için öleceğim.
tümünü göster