unutmamak diye bir şey ne kadar yoksa, unutmak diye bir şey de o kadar yok. unutmasak yaşayamazdık, unutsak hiçiz. kocaman yıllar, kocaman anılar, kocaman adamlar, yerlerini yenileri aldıkça itilip duruyor derinlere doğru. bir şeyler eskiyor durmadan, bir şeyler karanlığa karışıyor. arka kapılardan inen olmadıkça, ön kapıdan binene yer olmuyor zaten. ama her eskiyen bir şeyler bırakıyor kendinden; hiçbir hikaye hiçbir imgeye sıkıştırılamaz ya, ne kadar yer bulabilirse kendine o kadarına dönüşüyor, sığışıyor, "dokunmasan da oradadır hep" oluyor, bakınmasan da içindedir, bildik bir söz bekler, tanıdık bir sokak arası, bir kaç kar tanesi, bir meyve tadı, sıcak bir yaz gecesi... bir süre daha. ta ki onlar da anlamsızlaşana.

gün geçtikçe daha küçük şeylere dönüşüyor, tamamen kayboluncaya dek. ama işte... bazen bir şey, dönüştüğü şeye, indirgendiği sahneye, solduğu görüntüye, sığındığı cümleye, sindiği kokuya, öyle bir yerleşir ki, aslının neye benzediğini unutamazsın. bazen bir şeyin özüne öyle inersin ki, en küçük parçasından, bütünü yeniden yaratırsın. her istediğinde. ta ki artık ona ihtiyacın kalmayana.

("unutmak" çok basit, konu "hafıza" olarak bir gün yeniden yaratılsın, hakkı verilsin, yazı burada kesilsin.)
tümünü göster