naif cengiz kurtoğlu hüznüyle akşamın başlangıç saatlerinde şöyle bir sirkeciyi tahaf ettim. formacıların, çelik örüglü kazakların, kadife kasketlerin asılı olduğu vitirinlere bakarak artık başat olan degajeme doğru estetiğinin olmadığı diyardaydım.

artık bitmiş tükenmiş ve gitgide azalan ebru gündeş estetiği ile adımlarım adımlarımı takip ediyoru. kah semaya bakıyordum kah ise kah binalara ama birşey gördüğüm yoktu. sadece görüyormuş gibi yapıyordum. bambaşka bir diyarlardaydım.

bir yerde insan istese sadece düşüneek uzaya bile çıkabilir demişti.

uzaya çıkatım ama radrasyon beni biraz kaşındırdığından vazgeçtim.

ordan bir yere gitmek istemedim.

allah bilir atik kimsenin okumadiği türkiye gazetesi aldim.

nostalji yaptim.

üç katlı sobalı evin nostaljisini yaptım.

buzlu cam siselerde satılan kolaların nostaljisini.

ölülerimin ve yasarken öldürdüklerimin nostaljisi değil.

onlar bir anlam ifade etmiyorlar benim için.

hiç birşey hissetmiyorum.

çünkü suçlu insan ölülerin arkasından ah vah ile maskelenmiş suçluluk duygusu hisseder.

mücrim değilim ki haybeye hüzün duyayım.

tuhaf bir yer sirkeci gündüz lebalep kalabalık ama esas tadı gece çıkıyor.

sanki bütün gün işlenen alavere dalaverelerin söylenen yalanların silinip gittiği ve dosdoğru hakikatlerin baki kaldığı bir diyar.

bu yazının bir anlamı yok.

zaten illa da bir anlamı olmasi gerekir mi?

gerekmez.

bari hiç olmazsa rilke'den bir iki çift dizeyle bitireyeyim,

hepimiz düşüyoruz, bu el de düşüyor
kimse dayanamıyor bu düşme illetine
tümünü göster