sözcüğün kökeninin 'üf' ve 'üflemek'le kökteş olduğunu açıklamama gerek yok sanırım. benim derdim başka. bir anı. o yaşlı amcayı her görüşümde biraz daha tazelenen şu demli çay. anlatalım:

canım, bu karaköy iskelesi de beni hep tutuyor. yoo, deniz tutmaz beni. iskele tutuyor ama. karaköy iskelesi 'yüzer' olarak adlandırılan bir iskele. "burıya bu iskele çoh bile" diyen zamanın idarecileri, beton masrafından kaçmış, büyük demir halatlarla karaya bağladıkları bu iskeleyi kondurmuşlar karaköy kıyısına. normalde vapurda veya teknede olduğumda dönmeyen başım, fen kitaplarında söz edildiği üzere kulağımda bulunan ve dengemi sağlayan şu sıvı (bir gün uyurken o sıvı tamamen akacak ve sabaha delirmiş biçimde uyanacağım ya, hayırlısı. neyse, fantastik rüyaları bir yana bırakalım)... hah işte, o sıvı allak bullak oluyor. neden çünkü vapur veya teknedeyken zaten sallanıyorsun mütemadiyen. sıvı da ona göre kendini ayarlıyor. ama iskeleye inince sallanmayacağını düşünen beynin yanılıyor ve sıvı yerçekimine yeniliyor. iskele sallanıyor, başın dönüyor, yavaş yavaş uyuyorsun... eveet, güzel. 1993'e dön. şaka be, ne hipnozu. o kadar etkili değil. bu, derinlerde gerçekleşen ve dışarı dökülen ev halkının en yaşlı mensubunca 'beşik gibi salladı'ğı ileri sürülen depremler gibi bir şey. hani insan rahatsız olduğunu, korktuğunu söylemeye çekinir ya, o yumuşaklıkta bir şey.

iskeleden ayrılıp karaya basınca 'dünya varmış' diyor insan, kelimenin tam anlamıyla 'dünya varmış'. sadece denizlerden ibaret değilmiş şu kavanoz dipli. kavanozun dibinde, suyun altında toprak varmış. oh be! vapurda alık alık denizi seyrederken uyuşan algılar ve salgılar devreye giriyor, işemek üzere tuvalete yönleniyoruz (çok mu kaba oldu acaba). istanbul'un en iğrenç, en 'yeraltı' yerlerinden biri olan ve galata köprüsü'nün her iki yanında da birbirinin simetrisi gibi duran o kirli karanlığa bulaşıyor gölgemiz: kirleniyoruz. sonra kulağımıza, gözlerimize hücum edenden daha şiddetli bir kirlilik hücum ediyor: bir flüt sesi. aşağıdan yukarı sıraladığımızda fa'dan yukarı çıkmıyor notalara basarken. böylece acıklı olacağını düşünüyor. onu dinleyince hayatın ne kadar acımasız olduğunu düşünüyorsunuz filan. ya da o böyle düşüneceğinizi düşünüyor. inanın susturmak için para vereceğiniz şekilde çalıyor çalgıyı. ben böyle usta bir çalgıcı görmedim! boş salona söyleyen şarkıcı bile o'ndan iyidir, o derece.

yaşlı bir amca. üzerinde eski püskü bir mont ve sertab erener'in deyimiyle, 'yırtık pırtık blucin'. montun ön tarafına da bir levha asmış. madam despina'nın masaya örttüğü muşambanın renginde bir mukavva. üzerinde "ilaç alacak param yok" yazıyor. biz vergi dairesi miyiz dayı? mal beyanını niye bize yöneltiyorsun? ya, dalga geçmeyeyim diyorum, olmuyor. duygu sömürücülüğü, insan azmanlığı yapıyorsanız bari düzgün yapın. şerefsizliği bile iki paralık ettiniz. zeki düşman aptal dosttan yeğdir diye bir söz de mi duymadınız. zekice alın parayı bari. işin garip yanı şu: ilaç alacak parası olmayan bu amcanın, boynundaki mukavvayı yenileyecek parası bile yok. hangi ilaç yıllarca para biriktirmeyi gerektirir? valla en az üç yıllıktır o boynundaki! yani üç yıldır (o da bildiğimiz) dileniyor, ama henüz bir ilaç alamamış. e ölmemişsin sen amca? demek ki o kadar akut bir hastalık değil bu. bir işe girmene engel olacak kadar aciliyeti yok yani. nerenden tutsan elimizde kalacaksın. bari şu çalamadığımız flütünden tutalım da, işeyip bu izbe tüneli terkedene kadar kafamızı dinleyelim en azından. bu ne be?!
tümünü göster