zaman esiri olup kurtulmak sonra yine esiri olmak arasında akıp gidiyor. iki şey arasında akıp gidilir mi? gidilmez. bu olsa olsa bir döngüdür. zaten ancak hayat için böyle bir cümle kurulabilir. akıp giden bir döngü. hem her şey tanıdık hem de çok yeni. yeni yüzler görüyorsun, hepsi insan yüzü. bu yüzler aynı diyen de haklı, farklı diyen de.
zihin bir devinim halinde. geçmiş geleceği sarıyor. şimdi geleceğin gelmeyişinde ve geçmişin gitmeyişinde tartaklanıp duruyor. etkiler tepkileri doğururken sonuçları bin bir değişken etkiliyor. şimdi okuyacağınız kelime yazarken dinlediğim müzikten ne kadar bağımsız sizce? şimdi ne dinlediğimi merak ettiniz mi? hissettiğiniz bu merak okuduğunuzdan anladıklarınızı etileyecek mi? sahi ne anlıyorsunuz şu an? hadi itiraf edin bi bok anlamadığınızı, utanmayın ya, çünkü saçmalıyorum. bunu zevzeklik olsun diye yapmıyorum. bilerek saçmamak çok eğlenceli de! hayatı tanıma modundaki geç ergen döktürmelerini pazarlıyorum size. hayat ne anlamlı ve ne anlamsız değil mi!!! cezmi abi en şizofren mektup ödülüne layık görür mü yazdıklarımı? acaba bağlamayı başarabilecek miyim ucunu kaçırdığım ipleri? bu konuyu flüte bağlayabilecek miyim?

tam adı blokflüt. bir dönem her türk çocuğu müzisyen olma ihtiamlini onda tarttı. her türk ailesi kapıyı sıkıca kapatıp ondan gelen kulak tırmalayan sese dayanmaya çalıştı. komşu teyzeleri camlara döküp sövdüren, lanetler okutan onun sesiydi. müzik dersi başlamadan herkes ayrı bir telden üflemeye başladığında gerçekten bir kıyamet senfonisine dönüşüyordu ya sesi, ama yine de komşu teyze haksızdı öyle bağırırken. okul dönüşü yolda sataşan çocukların kafasında kırılası, evde çileden çıkaran abiye içinde biriken tükrükleri savrulan flüt... ertesi günü sözlü olan şarkıya çalışırken insanın canı hep notalarını kendi çıkardığı şarkılara kayardı. samanyolu, gülpembe, telli telli şu telli turna. sana anlamsız bir harfler topluluğu göstereceğiz ve 14 yıl sonra onu hala hatırlıyor olacaksın deselerdi... do, si ,la ,fa,la, si, do, sol, do,si, la, fa, la, si do, do si la,fa la, si, do, sol, do, si, la, sol, fa, mi, re... notadan çalabileceğim tek eser. çocukluğumuzu boğan klişeler. gerçi daha güzelini de çıkarıyordu. yere bağdaş kurup önümdeki yılanları dans ettireceğim ezgiler çalıyordum mesela.
bir gün kenara atılan her eşyanın akıbeti olan annenin bahar temizliğinde çöpü boylama akıbetine benim acı yeşil renkli flütüm de uğradı. sonra aradan yıllar geçti. günün yorgunluğunu atmak için uzanmış uyumaya çalışırken, o tanıdık sesi duydum. cam açıktı ve sanırım üst katta henüz flütle olan kutsal bağlarını koparmamış bir çocuk yaşıyordu. eser, pinhani'den beni al. ama çocuk ara nağmeler falan yapıyor. yanlış basılan notalar, arada kuvvetlenen arada tükenen nefes. çocukluğumun dostuna hürmeten yüzümde gülümsemeyle dinlemeye çalıştım ama olmadı. çinliler bunu işkence olarak kullanır mıydı? acaba ben çalarken de mi böyle oluyordu?

gürültüye daha fazla dayanamadığımdan kalkıp camı kapattım. daha doğrusu çarptım. artık flüt sesine tahammül edemeyen biri olduğuma sinirlenmiştim. hayat kenarda köşede bıraktığımız; üzerine bir de unuttuğumuz 'küçük şey'leri böyle arada yüzümüze vuruyordu işte. duyduğum kırık dökük bir melodinin ruhumda yarattığı hezeyan böyle cam parçaları döküyordu üzerime... içim eski dosta yapılan hürmetsizlikle ezildi. ahh çocukluğum ve hayatın bitmek bilmeyen özleyişleri...vefasız bir insan müsveddesinin içi bir parça eziliyorsa sizin sayenizdedir...

konuyu güzel bağladım değil mi?

camı çarptım. çünkü uyumak isterken beynime sinir jimnastiği yaptıran velete fena halde sinirlenmiştim. duyduğum gürültünün sinir sisteminde yarattığı hasarı atlatmak için bir güzel uyku çektim. iyi ki büyüyoruz. bloke edilmiş bir flüdün kazandıracağı umulan müzik ilgisini başka bir yerlerden kapıyoruz. meb'den onaylı müzik kitaplarının bize sağlayamadığıı müzik bilgisi ve tattırmadığı müzik zevkini kendi çabamızla ve arayışımızla buluyoruz. maçka yolları taşlı, ağrı dağından aştım, neşeli ol ki genç kalasın, do bir küllah dondurmadan daha ötesini arayan kulaklara nasıl kavuşacağız yoksa!
ha bi de mandolin vardı eskilerden...
sözcüğün kökeninin 'üf' ve 'üflemek'le kökteş olduğunu açıklamama gerek yok sanırım. benim derdim başka. bir anı. o yaşlı amcayı her görüşümde biraz daha tazelenen şu demli çay. anlatalım:

canım, bu karaköy iskelesi de beni hep tutuyor. yoo, deniz tutmaz beni. iskele tutuyor ama. karaköy iskelesi 'yüzer' olarak adlandırılan bir iskele. "burıya bu iskele çoh bile" diyen zamanın idarecileri, beton masrafından kaçmış, büyük demir halatlarla karaya bağladıkları bu iskeleyi kondurmuşlar karaköy kıyısına. normalde vapurda veya teknede olduğumda dönmeyen başım, fen kitaplarında söz edildiği üzere kulağımda bulunan ve dengemi sağlayan şu sıvı (bir gün uyurken o sıvı tamamen akacak ve sabaha delirmiş biçimde uyanacağım ya, hayırlısı. neyse, fantastik rüyaları bir yana bırakalım)... hah işte, o sıvı allak bullak oluyor. neden çünkü vapur veya teknedeyken zaten sallanıyorsun mütemadiyen. sıvı da ona göre kendini ayarlıyor. ama iskeleye inince sallanmayacağını düşünen beynin yanılıyor ve sıvı yerçekimine yeniliyor. iskele sallanıyor, başın dönüyor, yavaş yavaş uyuyorsun... eveet, güzel. 1993'e dön. şaka be, ne hipnozu. o kadar etkili değil. bu, derinlerde gerçekleşen ve dışarı dökülen ev halkının en yaşlı mensubunca 'beşik gibi salladı'ğı ileri sürülen depremler gibi bir şey. hani insan rahatsız olduğunu, korktuğunu söylemeye çekinir ya, o yumuşaklıkta bir şey.

iskeleden ayrılıp karaya basınca 'dünya varmış' diyor insan, kelimenin tam anlamıyla 'dünya varmış'. sadece denizlerden ibaret değilmiş şu kavanoz dipli. kavanozun dibinde, suyun altında toprak varmış. oh be! vapurda alık alık denizi seyrederken uyuşan algılar ve salgılar devreye giriyor, işemek üzere tuvalete yönleniyoruz (çok mu kaba oldu acaba). istanbul'un en iğrenç, en 'yeraltı' yerlerinden biri olan ve galata köprüsü'nün her iki yanında da birbirinin simetrisi gibi duran o kirli karanlığa bulaşıyor gölgemiz: kirleniyoruz. sonra kulağımıza, gözlerimize hücum edenden daha şiddetli bir kirlilik hücum ediyor: bir flüt sesi. aşağıdan yukarı sıraladığımızda fa'dan yukarı çıkmıyor notalara basarken. böylece acıklı olacağını düşünüyor. onu dinleyince hayatın ne kadar acımasız olduğunu düşünüyorsunuz filan. ya da o böyle düşüneceğinizi düşünüyor. inanın susturmak için para vereceğiniz şekilde çalıyor çalgıyı. ben böyle usta bir çalgıcı görmedim! boş salona söyleyen şarkıcı bile o'ndan iyidir, o derece.

yaşlı bir amca. üzerinde eski püskü bir mont ve sertab erener'in deyimiyle, 'yırtık pırtık blucin'. montun ön tarafına da bir levha asmış. madam despina'nın masaya örttüğü muşambanın renginde bir mukavva. üzerinde "ilaç alacak param yok" yazıyor. biz vergi dairesi miyiz dayı? mal beyanını niye bize yöneltiyorsun? ya, dalga geçmeyeyim diyorum, olmuyor. duygu sömürücülüğü, insan azmanlığı yapıyorsanız bari düzgün yapın. şerefsizliği bile iki paralık ettiniz. zeki düşman aptal dosttan yeğdir diye bir söz de mi duymadınız. zekice alın parayı bari. işin garip yanı şu: ilaç alacak parası olmayan bu amcanın, boynundaki mukavvayı yenileyecek parası bile yok. hangi ilaç yıllarca para biriktirmeyi gerektirir? valla en az üç yıllıktır o boynundaki! yani üç yıldır (o da bildiğimiz) dileniyor, ama henüz bir ilaç alamamış. e ölmemişsin sen amca? demek ki o kadar akut bir hastalık değil bu. bir işe girmene engel olacak kadar aciliyeti yok yani. nerenden tutsan elimizde kalacaksın. bari şu çalamadığımız flütünden tutalım da, işeyip bu izbe tüneli terkedene kadar kafamızı dinleyelim en azından. bu ne be?!