euphrates demiş babilli amcalarımız, atalarınız. purattu demişler, ki ikisi de aynı anlamdadır. ben tiamat dedim, babillileri sevmem, sümerlerden olsun dedim, fırat'ın suyuna karışıp, basra'ya, oradan da hint okyanusuna açılsın dedim; tanrım: tiamat. okyanusların tanrısı; fırat okyanuslara bedel; dicle olmadan ölebilir ama, unutmamak lazım.

güzel başlangıç oldu bak. az bulunur terimler, az bilinen kelimeler kullanmadım; kullanmayacağım, tamam.

araştırmacı oldum bugün biraz. fırat hakkında birkaç şey öğreneyim dedim; tdk'ya başvurdum; yarma yayla şeftalisi gibi yarıldım. anlama bak: üzerinden geçilmesi kolay. fırat'ın üzerinden geçmek o kadar kolay değil, baştan söyleyeyim. medeniyetin başladığı yerde olan bir ırmak. tanrılar var fırat'la ilgili; biri msn'imde oflayn şu an.

hikayeleri var; şiirleri, ağıtları, filmleri, destanları vd.. dicle'ye olan aşkı var en önemlisi. türkiye topraklarında doğduğu anda hasretinden alüvyonlar taşıyan bir ırmak bu. yolun sonuna doğru birleşiyorlar, ama neye yarar ki. çekilen onca çile, yalnız arşınlanan onca yol; bir nehire bu kadar çok anlam yüklenir mi aga, diye de sorarım işte bunları yazarken. sonra bu deli gönül, bu 'eyvfırat' lafıyla yarılan, saygı duyan düşük ego, böyle tanımlar, betimlemeler yaparak ego'sunu arttırmaya çalışır nedensiz.

bir arkadaşım var. adı: fırat. biz ona halk arasında her şeyi bilen adam diyoruz. yukarıda anlattıklarımın büyük bir kısmı bu adam için de geçerli. zaten ondandır bunu yazmam. hiç görmediğim, ama taptığım bir arkadaş.

fırat'a*(*dicle ile fırat) başlarken ''sıvası dökülmüş kahpe bir duvar gibi sivas'ı dökülmüş bir türkiye kaldı içimizde' der; ben bu adama, ben bu flaneur'a başlarken içimde kahpe bir duvar, kahpe bir aşk vardı; duygu'saldım yani. yatağımda oturmuş bohem bile olmayan manyakça bir yaşam tarzını benimsemiştim. ergenlik dönemi bunalımlarını atlattığımı sanıyordum ben. fırat'ın dicle'ye olan aşkından haberdardım da, takmıyordum arkadaş. sonra canımı acıtan, her dost gibi doğruyu söyleyen bir adam çıkageldi ekranın diğer ucundan. bir eliyle bana laf yetiştirirken, diğer eliyle ne yapıyordu bilemem; lakin muhtemelen likör ya da vodka bardağını tutuyordu. bir adam vardı bağlantının diğer ucunda: saçları uzun, mickey knox'unki gibi bir gözlük takmış, flaneur, yüksek ego'lu, sikerten, haklı olan, müzik zevkime zevk katarken orgazm olmama neden olan, manyak bir adam vardı; semigod bir şey de, bunu bile kabul etmiyor o yüce ego. misal bir şiiri sevdiğim dediğimde bile, -hayır, sevmedin. istersen kanıtlarım!, diyebilen bir adam. o değil, kanıtlıyor da lan; ürktüm. ah, ahh bir de içiyor bu adam. aslında siz-biz içiyoruz, bu bünye soluyor, uykudan uyanıyor da, elini atıyor yastığının altına. gece yanında yatan hatunun bıraktığı enjektör batıyor da eline, sallamıyor, alıyor cep votkasını yastık altından; negsel.
tanımlamak zor aslında. gerekli donanımım yok; birikim desen yerlerde sürünüyor. yanına kerkineyim diyorum, elzem olan şeyleri nakşettsin deyu; içimdeki kahpe duvarı yıksın berlin duvarı gibi deyu; olacak o olacak.

ellerime sağlık, çok güzel yazdım.
tümünü göster