bir iç sıkıntısının vurgun yapabileceği kadar derinlere dalan kafasını kaldırdı. masadan hayalet geçitlerini andıran bir yavaşlıkta hareket ederek kalktı ve buzdolabının sanki asırlardır açılmamış kapısına yüklendi. kristalleşmiş su buharı eşliğinde açıldı kapı. portakal reçelini aldı ve masaya koydu. uzun uzadıya reçeli inceler gibi seyretti, seyretti. orada olmaması gereken herhangi bir şeymişcesine yabancılaştı çevresine, çevresinden bağımsızlaştı.

boşlukta yüzmeye başladı zihni, neden buradaydı? o buradaysa bile sürekli kanı anımsatan portakal reçeli neden buradaydı. hayır, o burada olamazdı, olanlar burada değil. az sonra karanlık basacak. her şey geçecek. geçmeyenler birikecek.

havaya karışan kan kokusuna bile yabancılaştı. elindeki kan lekelerine baktı, uzaktı hepsi, masanın üzerindeki kanlı bıçak bile sanki kilometrelerce uzaktaydı. ayaklarındaki ıslaklık birden onu tekrar masaya getirmişti. ayaklarını ıslatan kan pıhtılaşmaya yüz tutuyordu sinsice.
yerde yatan ve sanki orada hala yaşıyormuş gibi bakan kişiye döndü ve portakal reçelinden bir kaşık yedi. ne kadar da lezzetliydi. ömründe ilk kez bu kadar lezzetli bir şey yiyordu. defalarca aynı kavanozdan yediği reçel başka bir tat kazanmıştı. yerde yatan kişiye baktı ve reçele.

ürperdi , titredi ve gözleri doldu birden. ayağa kalktı, perdeleri çekti. karanlık çökmeden ışığı açtı. portakal reçelini sevmediğini anımsadı. ikinci kez ürperdi. oturdu yeniden ve diğer reçelleri düşünmeye başladı.
/
tümünü göster