özgür irade, kendisini redettiği yerdedir.iradenin içindeki özügrlük seçkinlerin seçiminde rahat çağrılsın diye moderniteyle nişanlanmıştır.seçme özgürlüğü, seçimlerin özgülüğü demek değildir justmodernite zamanlarında..
*(*just my imagination)
dini olarak ele alınacak olursa, özgür irade ve seçme yeteneği insana bahşedilmiş bir şeydir. bunun yanında tanrının "her şeyi biliyor olma" gücünün yanına gelince, kişiye bir özgür irade yeteneği verip, neyi seçeceğini bilip, bundan sorumlu tutma çelişkisi de ortadadır.
büyük dinlerin bu çelişkisini göz ardı edersek, sayın
nihavenduyek ile bu konuda yaptığımız bir görüşmede kendisinin de dillendirdiği gibi "ya özgür irade yoktur, ya da tanrı bizi seçimlerimizle yargılamayacaktır" görüşü daha ağır basıyor gibi.
seçme hakkınız var, çevrenizdeki her şeyi de tanrı yaratmış, dolayısıyla sizin seçimleriniz, tanrının çevrenizdeki hareketlerin kaderini tayin etmesiyle paralel gider. çünkü etrafınızda olan her şey o'nun iradesi, o'nun seçimleri dahilinde cereyan etmektedir.
kader; olmuş ve olacak her şeyin önceden bilinmesiyse eğer, insana verilen "özgür irade"nin hiçbir mantığı ve gereği yoktur. bir mantığı olsa bile, tanrı insanı seçimleri için yargılıyacaksa ve insanın seçme yeteneği, tanrının bildiğinin dışında hareket edecekse, bu da tanrının özgür iradesi ile çelişir.
özettir ki, tanrı her şeyi biliyorsa seçme yeteneğinin bir anlamı, seçme yeteneğinden doğan her şey için yargılanmanın da zerre anlamı yoktur.
kader'e inanan birinin insanmaması gereken şey. 'lan madem her şeyi önceden biliyorsun! yazdın, çizdin, oynattın; bana niye özgür irade veriyorsun ki? zaten yazmışsın benim yolumu, neyimi sorguluyorsun lan!!' derdim de, çok feci tırsıyorum.
öncelikle, ''sınırlı kapasiteye sahip insan beyninin özgür iradeyi anlayamaması'' tarzı söylemleri terkedelim. eğer anllayamayacaksak, zaten üzerinde düşünmemize gerek yok. kaldı ki, bir mantık çerçevesi içine sığdıramadığımız kavramları ''bizim aklımız ermez'' tarzı açıklamalara dayanarak doğru kabul etmeye başlarsak çıkamayız işin içinden. noel baba'nın varlığını da gayet savunabilirim aynı mantığı kullanarak örneğin ben. ''insanlar çocukken, henüz dogmalaşmış düşünce kalıplarına sahip olmadıkları için, noel babayı görebilirler. onun varlığını kavrayabilirler. biz büyüklerin düşünceleri ise, güncel gerçekliğin soğuk sertliğinde katılaştığı için, biz büyükler kavrayamayız noel baba kavramını. bu yüzden, en doğrusu, katılaşmış zihnimizle kavrayamayacağımız kavramları anlamaya çalışmak yerine onları olduğu gibi kabul etmektir. uzun sözün kısası; noel baba vardır. hazır noel de geliyor, hadi hep birlikte çorap asalım şöminelerimizin başına.''
gördünüz mü, o kadar da zor değil. bir kez idealizm bataklığına saplanınca insan, sonu gelmiyor. aynı mantığı kullanarak van gölü canavarından gülyabaniye dek pek çok çocukluk kabusumuzun varlığını ispat edebilirim size. o yüzden, fenomenleri bu dünyaya ait olgularla ve bu dünyanın etkisi ile biçimlenmiş zihnimizle anlamlandırmak zorundayız. zihnimizin kavrayamayacağı olgular olabilir mi; elbette olabilir. ama bir kavramı biz, zihnimiz yetersiz kaldığı için mi anlayamıyoruz, yoksa o kavramı dötümüzden uydurduğumuz için mi kavrayamıyoruz asla bilemeyeceğimizden, hiç girişmemek lazım bu tarz maceralara.
özgür irade meselesine gelelim;
en azından aksi kanıtlanana kadar şunu kabul etmek zorundayız: biz; et, kemi ve sıvıdan ibaretiz. düşünce dediğimiz, duygu dediğimiz şeyler ise bir dizi kimyasal ve fiziksel etkileşimden başka bir şey değil. (örneğin çilek yerseniz sebepsiz bir mutluluğa kapılırsınız; kafi miktarda çikolata aşık olmuşsunuz gibi hissetmenizi sağlar kendinizi; bırakın alkolü, sigarasızlık, hatta çaysızlık bile etkiler aldığınız kararları) bizim duygu ve düşünce adlarını verdiğimiz kavramlar bir dizi kimyasal ve fiziksel süreçten ibaretse, bu süreçlerin -maddenin doğası gereği- dışardan organizmaya etki eden uyarıcılara tepki verilmesi ile gelişmesi lazım. bizi etkileyen dış çevreyi biz seçmediğimiz için de, özgür iradeden söz etmek pek de mantıklı gelmiyor bana.
bireyin kişiliği, iki ana etmen tarafından belirlenir: genler ve çevre. ve ikisini de biz seçmeyiz. sinirli bir kişiliğe mi sahip olacağız, yoksa uysal mı olacağız; uzlaşmacı mı olacağız, yoksa katı düşünceli mi olacağız; maceraperest mi olacağız, yoksa tedbirli mi olacağız? bu ve benzeri soruların cevaplarını günlük yaşantımızda etkileşime girdiğimiz çevre verir. hiç birimiz, beş yaşında oturup ''ben inatçı, maceraperest ve cimri olacağım'' demeyiz. yukarıda saydığım kişilik özellikleri de doğrudan aldığımız kararları etkilediğine göre, irademizin pek de özgür olmadığı yine ortaya çıkar.
ben, orta okulda şöyle düşünmüştüm (o zamanlar, islamiyetin orta doğu mitolojisi olduğunu farketmeme daha birkaç yıl vardı): madem bizim özgür irademiz var, madem aklı olan her insan tanrı'nın varlığını kabul etme potansiyeline sahip, o zaman neden bazı insanlar inanmıyor? yeterince akıllı mı değiller? eğer öyle ise, tanrı'nın varlığını kabul etmemeleri onların suçu olmaz ki. o zaman yeterince ahlaklı olmamaları mı sebep. peki, yeterince ahlaklı olmamalarının sebebi ne? bu ahlaki zayıflık genetik mi, yoksa çevrenin etkisi ile mi oluşmuş. iki durumda da, ahlaki çöküntüsü yüzünden nasıl bireyi suçlarız. sebep dindarların tanrıyı yeterince iyi anlatamaması zaten olamaz, çünkü o dindarların suçu olur; ateistlerin değil.
bir de şunu farkettim: belli coğrafi bölgelerde dini inançların dağılımı son derece homojendi. ama böyle olmaması gerekirdi. örneğin ateistlerin toplam nüfusa oranı isveç'te % 80'leri bulurken, bu oran türkiye'de çok daha mütevazı rakamlarda kalmaktaydı. bu durumda ya türkler isveçlilerden taha zeki idi, ya da özgür irade kavramı ile ilgili sorunlar vardı. kaldı ki, türklerin isveçlilerden daha zeki olduğunu kabul ettiğimizde bile sorunlar çözülmüş olmuyordu bir üst paragrafta anlattıklarım yüzünden.
insanların dini inançlarını onların kendi iradeleri değil, çevreleri/daha doğrusu yaşantıları belirliyordu. müslüman ailenin çocuğu müslüman, hristiyan ailenin çocuğu hristiyan, ateist ailenin çocuğu ateist oluyordu. dindar bir aileden gelen ateistler ise, ya okudukları kitaplardan ya da arkadaş çevrelerinden ailelerinden daha fazla etkilendikleri için dini reddediyorlardı. sonradan dine dönenlerde de benzer bir durum vardı: yaşadıkları kişilik bunalımları sonucu arayış içine giriyorlar, ve dine sarılıyorlardı. yani, hiç kimse oturup, kendisini dış etmelerden soyutlayıp dini inancını seçmiyordu. tekrar pahasına söylüyorum: velev ki o şekilde seçti dinini; yukarıda bir yerlerde bahsettiğim sebeplerden dolayı gene çözülmüyordu sorunlar.
bir de şu var:
1900'lü yılların başı. birbirlerine coğrafi açıdan pek de uzak olmayan iki imparatorluk: çarlık rusyası ve osmanlı devleti. ilginç olan ise şu: birisindeki neredeyse bütün aydınlar marksistken (rusya), diğerindeki neredeyse bütün aydınlar burjuva devrimcisi (osmanlı). iki toplum da bağrından çok önemli iki politik lider çıkarıyor: lenin ve mustafa kemal. şimdi, şu soruyu soruyorum kendime: nasıl oluyor da bütün rus aydınları marksistken, aynı dönemde bütün türk aydınları burjuva devrimi için mücadele ediyorlar. neden lenin marksistken, mustafa kemal değil. lenin mustafa kemalden daha mı zeki? (öyle olduğunu düşünsem de sebebin bu olduğunu sanmıyorum) rus aydınları daha mı kültürlü, yoksa tam tersine türk aydınları mı daha gerçekçi. ve nasıl oluyor da iki toplumu oluşturan bireylerin zeka seviyeleri bu kadar homojen olabiliyor. yoksa iki toplumun kalbur üstü adamlarının da düşüncelerini onların özgür iradeleri değil de, ekonomik alt yapı mı belirliyor.
her neyse, siz sanırım ne demek istediğimi anladınız. acaip uykum geldi ve artık kafam basmıyor. şimdilik yazı bu şekilde kalsın, ben ileride belki adam gibi bir sonuç bölümü yazarım. (kimi kandırıyorsun olm, bu yazı böyle kalır işte)