"söyledikçe tüketmek istemiyorum belki. belki her söylediğimde, benim için olmasa dahi, senin için sıradanlaşması ihtimalini düşünüyorum kara kara... bırak artık ne söylediğimi, kulağınla değil, kalbinle dinle, duy beni. seni seviyorum işte. seni, kimseyi sevmediğim, kimsenin seni sevmediği gibi seviyorum, duymak istediğin bu ise. ama bil ki ben, sözcüklerin hükümdarlığına boyun eğmem, kelimelerin kralı benim! kullandıkça eskisin istemiyorum, (sen) eski istemiyorum. görüyorsun ne denli kıymet verdiğimi, seni kendimden bile sakınıyorum. seni dünden çok, yarından az; seni, hayatında ilk kez lunapark gören çocuğun hissiyatı gibi masumane ve seni, hayatın başımı döndüren ve beni sarhoş eden hızından müteessir halimle..." biçiminde cevaplanabilir bir soru. ancak, şekilci bir maşuk değil de, bu iki kelimenin kullanımından niçin özenle kaçınıldığını merak eden, hakiki bir sevgili sorduğunda...
çünkü seni sevmiyorum. çünkü beni tanımadan, bana, seni seviyorum aşkım minvalinde yaklaşan pespaye hatunları sevmiyorum. çünkü siz kirlenmiş kalplerinizi yüzsüzlüğünüzle gizlemeye çalışan bir güruhsunuz ve sizden tiksiniyorum. seninle beraber olmam da, seni sevdiğimden değil, 'insanoğlunun yatağı sadece uyumak için icat etmediğini' sana da kanıtlamak gerektiğini düşündüğümdendi. anladın mı, ha? ;

derseniz bir kıza, çok ağlar, çok küfreder size. yapmayın böyle şeyler.
sıcak gecede yatağın iki ucunda yatandılar. kendi tinlerine tahammül edemezken başkasının teni imkansız geliyordu. arkasından fırtına bile gelemeyecek bu sessizlikte sorulan soruydu. şirofren izlenimi verdiğinden belki, titrek elli kızdan beklenirdi aslında. ağzındaki yanık tadını yutmaya çalışırken, ağzından kaçmış gibi duruyordu çocuğun. yersiz ve zamansızdı. yeterince yapış yapış bir geceydi zaten, en güzel hikayem'i hatırlatıyordu ama ikisi de bunu söylemedi. benzetmelerden yorulmaktı vaziyet. yıllara bedel aylar, anlardan yoksun*(*su gibi) asırlar yaşanmıştı lakin boğazlara yerleşmiş klasik düğümlerden olmuştu bu soru da. anã® bir kriz ya da delirmiş bir jilet hırsı gibi sorulmalıydı, böyle sakin gecelerin boğduğu arzulara benzemişti şimdiyse. eli yanağının altında olduğundan ulaşamadığı tırnakları yerine dudaklarını kemirirken kız, niye önce kendisi sormadığına şaşkın. "söylememe gerek yok.", hayır olmadı, "çünkü sevmiyorum." e bu da yalan. kendine mantıklı gelen bir açıklaması olduğunda çevirdi başını. gözleri karanlığa alışana dek konuşmadı. alıştığındaysa o masumiyetle uyuyuşunu gördü, düşünme çabasından, düzenli soluğunu bile duymamıştı, utandı. (alışkın değildi, kolu falan uyuşurdu birazdan, kıyamazdı da uyandırmaya. neyse ki kımıldandı biraz çocuk.) çünkü haklıydı, sorduğu soruların cevabını bile bekleyemeyecek derecede yorgundu hakikaten de. evet, yine benzer bir geceydi işte. derinden bir nefes sesi, yatağın solunda bir sıcaklık. ikisi de alışkındı. ayışığında yazılıp günışığında okunan mektuplara. işte bir yenisi daha yoldaydı. sayısız titrek mektuptan biri. bir günışığı okuması daha, ayışığı yazmalarına son olduğundan bi'haber.
pazar günleri çalmamayı öğrenemeyen alarm sonucu yine 7'de ayakta. bakıyor da kızıl saçlar yok yastıkta, mutfaktadır herhalde. masanın üstünde yine bir sarı kağıt. sabah sabah çekilmiyor ki, bari biraz büyük yazsan. doğrulup yatağın içinde, ovuştura ovuştura mahmur gözlerini, okuyor..

"çünkü gözlerinde bir 'ne yapabilirim ki?' ifadesi görmek istemiyorum, ya da bir "çok geç!" duymak. beynimdeki 'kendini kandırıyorsun'ları senin ağzından duymasam da olur..
çünkü baktığımda kaçmayan gözler istiyorum, konuşurken titremeyen sesler. sırtıma değen ıslak saçlar istiyorum, kapımda kara kara kediler, bir bardak buzlu kola istiyorum, yanına birkaç konser kaydı, zayıf bir ampul, açık bir pencere. yanmayan çakmaklar istiyorum günün doğacağından şüphe duymak için... ve biten sigaralar, her güzel şeyin biteceğini bir kez daha hatırlamak için. işte bir kez daha söylemiyorum.. parmağıma büyük yüzüğüm gibi, her elimi yıkayışımda düşmenden korkmak istiyorum. anã®den saplanan bir sancı gibi, elimde olmadan hissetmek. kimi gün buzlu bailey's olmak bardakta titreyerek, kimi gün sütlü kanyak, sıcak bir evin loş odasında. kilitli kapılar istiyorum, anahtarları dilimin ucunda..
söylemiyorum ama kilidine sıkışmış bir anahtarın kapıya bakışındaki çocuksu ifade kadar seviyorum seni..."

en acıklısı mı derken fırlayıveriyor yataktan. mutfak?! yok burda!
kesin banyoda. kapı aralık. içerisi boş. aynanın karşısında tek başına kalmak tekrar, o kadar zamandan sonra. yanağında yastık izi. yakışmamış. hep yüzüğün izi çıkardı halbuki titrek ellerindeki. "yüzümü ellerinin arasına al, tutarmış gibi bir sincap cevizini." anımsayıp gülümserken gözü takılıyor aynanın önündeki yüzüğe. tam da parmağındakinin eşi. içi boş.bu kez gözyaşı. iyi geliyor yastık izine...