yazıya layik olmak için elinden geleni fazlasiyla yapan, bir garip ademdir. kendisi binbir türlü belaya girmiş hakikati bulabilmek için korkmaiştir. derin bir iç sızısı ile 8 yasında bırakıldıği yatılı okuldan en yükseklere cıkmış, mapus damında cile doldurmuş, mecliste gaddar ve sığ develerden linç edilmiş, aklı savunmuş, kah gökyüzüne çıkmış kah yer yüzünde düşmüştür.

varlıklı olmaktansa varolmayi secen, varolmak isteyenelerin bir kılavuzu olan, yaşlandiği için alayci bir ihtiyar rolune bürünen kişidir kendisi.

zor bir insandır, hergün büyük bir dangalıklar içinde yasamak zorunda kalan don kisotlara yol yordam öğretir. insancildir, herşeyden önce insana ve evrenselliğe inanir.

diyalektik materyalizme inanmiştir. türkiyedeki kışla soluna sonuna kadar karsidir. özgürlük türkülerini terennum eder.

hayati iskalama akkımız olmadiğini söyler.

merak etmeden merak edilmeyeceğimizi söylerken kulağimiza küpeler de takar;

'politika demek, kazığı atarken söylediğin nutukları, kazığı yiyenlere alkışlatmak demektir.'

'iyi yaşamak zamanı olanaklar çerçevesinde en unutulmaz bir tat içinde değerlendirmektir.'

şu yazısı her daim katı develiklere karsı okudugumda katlanabilme gücü verir bana,

uzunca boyunlu, yuvarlak cam bir kavanozun içinde yüzer kırmızı balıkları matisse'in. yeşil bacaklı morumsu, yuvarlak bir masanın üstünde durur cam kavanoz. ve yanlarında, küçücük iki turuncumsu sarının saksısından yeşil yapraklar çıkar..görünmeyen üçüncü saksının yaprakları büyüktür. arkadan kucaklamış gibidir cam kavanozu ve camın içinden görünür yaprakların birkaçı...ve sonra daha başka çiçekler vardır...
***
kırmızı kırmızı yüzer balıklar... siyah siyah gözleriyle dışarı bakar gibi, yahut dışarı bakmaz gibi...balıklarda uyanan geceler yüzer. işıksız sabahlar ve ölmüş günler yüzer.
***
hani hatırlar mısınız o dilenciyi? derisi kemiğine yapışmış kırış kırış parmaklı avucunu uzatıyor ve doğmamış çocuklarınızı dileniyordu. vaktiyle babanız da, sadaka olarak hayatınızı koymuştu oraya...sadaka olarak şehitler o avuçta, sadaka olarak aşklar o avuçta, sadaka olarak yaldızları dökülmüş cümbüşler o avuçta...
***
matisse'in balıkları dışındadır avucun... bir de baudelaire'in mısraları... bir de guevera, bir de vietnam...çoğumuz sadaka vermek isteyen parmaklara yapışmış gibiyiz:- bırakma bizi oraya...düşmemek için dilencinin avucuna; varlığını ensesinden tutarak, dilenciye uzatan parmağı ısırıp, boşluğa fırlattı kendini bir tanesi...ve gitti gitti gitti ta yıldızların, yıldızlarda yüzen balıkların, balıklarda yüzen yıldızların yanına...dilenci avucunun uzanamayacağı yerdedir yıldızlar ve matisse'in balıkları...
***
kim demişti size ilk defa:- seni seviyorum, diye?..ne kadar çok aradınız sonra bulmak için o iki kelimeyi...teker teker karıştırın dilencinin avucunu; ya oraya düşmüşlerdir, ya balıklarda yüzen yıldızların yanına...
***
matisse'in balıkları kırmızı kırmızı yüzerler kavanozun içinde...sözün bittiği yerde başlayan kadınlar, kavgalar ve kırgınlıklar gibidirler...ancak uzayın sessizce, görünmez bir yatakta kıvranarak, teslim olduğu gecelerde; çukurda olan bir ayağınızı kurtarabilirseniz; bir milyon kilometre bir yükseklikten atlayarak dalabilirsiniz onların yanına...ve öyle derin bir yerdedirler ki, dibe doğru soluksuz, iner iner inersiniz ve kolayca varamazsınız balıkların yanına....
***
iki yüz kelimede bitiyorsa dünyanız, bakmayın balıklara... balıklara bakacak dili öğretmenin vuruşmasında öldü bütün 141'inci madde suçluları...vaktiyle bir roma vardı, colissã©e'nin duvarlarında yükselir uygarlığı ve sonra arslanlara atılan gladyatörlerde...ve hepsi de bir sadakadır dilencinin avucunda...sezar da oradadır, antuvan da, neron da...***ama heraklit, balıkların yanındadır iki defa yıkanamadığı için aynı nehirde ve dokunduğu için bilmeden ölümün uydurma hududuna...
***
kırmızı kırmızı yüzer balıklar... balıklarda yıldızlar yüzer... yıldızlarda balıklar yüzer ve sonra heraklit'in yanında nazım:- bu cennet, bu cehennem bizim, der...
***
bir büyük dilenci avucu... sadaka olarak adanan doğmamış çocuklar ve avucun içinde düşmüş şehitler... ve kanlı işçi cesetleri... ve matisse'in paçayı kurtarmış balıkları...
***
siz hiçbir şey anlamadınız mı bu yazıdan?ne iyi...matisse'in balıkları anladılar.o da iyi...
---------------
bir çok şeyi bana sevdiren, birçok şeyin acı acı faturasını ödememeyip öğrenmeme sebebiyet veren kişidir. yazıların da hümanizm ile diyalektiği birleştiren bazı kaz kafalı ezbercilerin parmaklarıyla göstererek kakak adam dediği şu haliyle bile en kabadayısını bile çepten çıkartacak kişidir kendisi. hem döver hem sever. ama eleşiri kültürünün sadece eleştirmek için eleştirmek olarak değil çözüm olduğunu belirtir. çok şeyler konuşabilirim hakkında. konuşmayı keşiyorum ve bir yazısını ekliyorum;

bu bir ibrani masalı imiş. bana vaktiyle fikret adil anlatmıştı. masalı biraz değiştirerek naklediyorum;

okumaktan çok yazmaya, yazmaktan çok okumaya ve okuyup yazmaktan çok, düşünmeye meraklı bir filozof, kainatın sırrını çözmek için gece gündüz uğraşıp dururmuş.

saçları uzun, sakalı perişan, gözlerinde kimsenin göremediği bir alemi seyretmenin derinliği, insanların arasında manevi herkül heybetiylr dolaşırmış.

onu görenler;
- büyülü bir adam, derlermiş, o bizi bizden daha iyi biliyor.

filozof insanlarla konuşurmuş;

- neden bu kadar mustaripsiniz insanlar?

binlerce ses cevap verirmiş;

- karnmız aç, ruhumuz karanlık ve aşksızız.

filozof konuşur, konuşurmuş. kimsenin göremediği alemleri derinliğini taşıyan gözlerinde yangınlar tutuşurmuş:

- insanlar, bakışlarınızı kalbinize çevirip, orasını aydınlatınız. ruhunuz düşüncenizle ısınsın. parmaklarınızı kıpırtadan kuvvet, aşkınız olsun.

insanlar filozofun dediğini yapmak ister, gene de mutluluğa kavuşamazlarmış.

- karnımız aç, derlermiş. karnımız aç, ruhumuz karanlık ve aşksızız.

filozof, telkinleri ile insanları bir türlü mesut edemediğini gördükçe üzülür, cihanın sırrını çözmek için daha çok düşünürmüş.

nihayet onun uzun saçlarından, dalgın bakışlarından ve hiç mucize yaratmayan sözlerinden herkes usanmış ve filozofu kimse dinlemez olmuş.

yavaş yavaş bu kayıtsızlık bir kine dönmüş;

- bu adam da kim diyorlarmış. bize bol bol nutuk söylüyor. bizim ise karnımız aç...

ve filozofu şehirden kovup çöle sürmüşler.

filozof çölde yürüyor, cihanın sırrını düşünmeye devam ediyormuş. aklına gelenleri de yavaş sesle mırıldanıyormuş. bu mırıltıları duyan çöl köpekleri filozofun etrafına toplanmaya başlamışlar.

filozof, köpeklere, içinde biriken konuşma özlemiyle, gözleri çakmak çakmak, nutuklar söylemeye koyulmuş:

- köpekler, beni dinleyin, bu ses uyanmamış ruhunuza bir ışık getirecek. dünyayı başka türlü görecek ve yükseleceksiniz. hidayete ereceksiniz. köpeklikten kurtulacaksınız....

köpekler vecd içinde içinde kulaklarını dikmişler, kuyruklarını sallamışlar.

filozof konuşuyormuş. konuştukça açılıyormuş. köpekler bu sesteki sihrin tesiriyle ayağa kalkar gibi olmuşlar. filozofu anladıkları yüzlerinden belli imiş.

filozof:

- köpekler, diyormuş, bedenizin esaretinden kurtulun. cihanın sırrını düşünün. siz de bu esrarın bir parçasısınız.

köpekler nerde ise cevap verecek hale gelmişler. nerde ise mucize olmak üzere imiş.

fakat filozofun bu kuvvetini fazla gören gök tanrısı çöle bir zebani göndermiş.

ve zebani, filozofu dinlerken nerde ise konuşacak gibi hassaslasan köpeklere bir kemik fırlatmış.

kemik fırlatır fırlatılmaz, filozofun etrafındaki bütün köpekler, derhal köpekleşip kemiğe koşuşmuşlar; filozofu nutku ile başbaşa bırakmışlar.

filozof gülümsemiş;

- buldum, nihayet buldum. cihanın sırrı, köpekler için daima bir kemiktir.