öncelikle neden akepe veya akp demediğimi açıklayayım: bir partinin kısa adı, kendi tüzüğünde nasıl gösterilmişse o şekildedir. yani kimse anavatan partisi'ne keyfinden anap demiyordu. adalet ve kalkınma partisi tüzüğü'nde parti adının kısa şekli de "ak parti" olarak belirlendiğine göre, resmi, ciddi kişi ve kuruluşların partiyi bu adla zikretmeleri gerekir, diye düşünüyorum. ama gayriresmi, gayriciddi kişi ve kurumlar, örneğin deniz baykal, örneğin yargıtay cumhuriyet başsavcısı yukarıdaki kurala uymayabilir. daha o dakika objektivitelerini zayi ettiklerinden, ne söylediklerini can kulağıyla dinleyemem.

gelelim, ak parti hakkında açılan kapatma davasına. "laikliğe aykırı eylemlerin odağı olmak" ithamıyla anayasa mahkemesi'ne dava edilen parti, dün itibariyle açıklanan karara göre, kapatılmadı. peki karar ne yönde tesis edildi? 6 üye, ak partinin laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğuna ve kapatılmasına karar verdi; 4 üye ise her ne kadar parti laikliğe aykırı eylemlerin odağı olmuş ise de, kapatma yerine hazine yardımının yarısının cezaen kesilmesine karar verdi; bir üye de ak parti'nin laikliğe aykırı eylemlerin odağı olmadığını, en azından mevcut delil, olay ve olguların partinin kapatılmasına kifayet etmeyeceği yönünde karar verdi.

sonuç olarak bir kurul olan anayasa mahkemesi, partinin kapatılmaması ve fakat hazine yardımının yarısının kesilmesine karar verdi. hukuk ne kadar muğlak bir kavrammış, bir kez daha gördük. en şeffaf kurum olmasını bekleyeceğimiz anayasa mahkemesi, anayasa'da açıkça yazan 'kararı gerekçe ile birlikte açıklama' hükmüne tecavüz ederken, kendi varlığına da ihanet etmiş oluyor. zira korumakla muvazzaf olduğu metne aykırı davranması izah edilebilir türden bir yanlış değil.

karar çıktıktan sonra etrafı kolaçan eden gördü ki, vatandaşın olaya yaklaşımı enfes. şöyle diyordu geneli: "yarısından çoğu kapatılsın demiş ama kapatılmamış, bu nasıl iş!" yahu, bilmemek ayıp değil ama bilmeden konuşmak ayıp; nitelikli çoğunluk denen bir kavram var. ciddi işlerde kurulların oyçokluğu ile değil de, anayasa'da, tüzükte, sözleşme'de yazan farklı bir oranla örneğin 3/5 ile karar almasını gerektiren bir kural. sayı saymayı bilmiyor değil üyeler herhalde ha? öyleyse bir dakika sus, olayı anlamaya çalış. biraz bilgi sahibi ol, sonra fikir edinirsin.

gelelim karardaki fecaate: 10 üyenin birden laikliğe aykırı eylemlerin odağı olmakla itham ettiği bir iktidar partisi, meşruiyetini kaybetmiş sayılmaz mı? yani ülkenin en yetkin mahkemesi "sen anayasa'da yazılı en ağır cürmü işledin, ama ben sana lütfedip kapatmıyorum" demişse, bu saatten sonra partinin faaliyetlerine devamı, verilen bu kararın gölgesinde kalmaz mı?

bir de, madem isnat edilen eylemler gerçekleşti; yaptırımı sabit değil mi ki, bir kısım üye kapatılmasına diğer bir kısım kapatılmayıp hazine yardımının kesilmesine karar veriyor? bu kadar temel bir konuda; cumhuriyetin özü, hası denen laiklik kavramında bile üyeler ortadan ikiye (6'ya 5 şeklinde) ayrılabiliyorsa; bu karar aynı zamanda "hukukta asla tek doğrunun olmadığı" gerçeğini gözler önüne sermiyor mu? bu da eninde sonunda, iktidar mücadelesinin "kendi doğrularını kabul ettirme mücadelesi" olduğuna kanıtlık etmiyor mu? öyleyse siyasi yanı da bulunan davalarda üyelerin işte bu iktidar mücadelesine kendilerini kaptırdıkları; gerekçesini açıklamaksızın verdikleri kararla sanki 'evet' veya 'hayır' demeleri gereken bir soru ile karşılaşmışlar gibi tavır takınmaları, aslında yargılama yerine yaftalama yaptıkları sonucuna vardırmıyor mu bizleri? beni vardırıyor.

anayasa mahkemesi, eli kırbaçlı zorbadır. kuvvetler ayrılığı ilkesini korumak için değil, belli bir zümrenin ülkenin var oluşu ve bekası için zorunlu gördüğü birtakım ne idüğü belirsiz değeri korumakla muvazzaf gardiyandır. çünkü kuvvetler ayrılığında, her erk birbirini denetler, düzeltir. ama anayasa mahkemesi'ni denetlemek, düzeltmek mümkün değil. anayasa mahkemesi'nden başka hiçbir kurum ya da kişinin yaptıkları yanına kar kalmaz. ama anayasa mahkemesi, zaten anayasaya uymadığı gibi; istediği anayasa değişikliğini istediği gerekçeyle iptal edebileceğinden; kontrolsüz bir güç konumuna yükselmektedir. bu yüzden de esasen güç olmaktan çıkmaktadır. çünkü bir denge ihtiva etmemektedir.

geçen akşam tv'de, dsp başkanı zeki sezer, bir gazetecinin sorularını cevaplıyordu. bu davayla ilgili olarak sorulan soruda; ak aprti'nin seçimlerde %46 oy aldığı ve bu partinin kapatılması durumunda bu oyların hiçe sayılmış olup olmayacağı konusu yer alıyordu. sezer verdiği cevapta, "%46 oy aldım diye, ben her şeyi yaparım, adam öldürürüm, rüşvet alır-veririm, her suçu işleyebilirim demek olmaz" dedi. e, iyi de bu olaya uygun düşüyor mu sayın sezer ve bu zihniyette olan herkes? siz uzayda mı yaşıyorsunuz yoksa ben mi gerçekleri göremiyorum? sonra gazeteci benim de aklımda belireni sordu: "ama bunlar çok ciddi suçlamalar, somut olgulara dayanmak zorunda değil mi? bu kapatma davasının parti aleyhine sonuçlanmasını sağlayacak hangi somut veri var?" dedi. bu sefer sezer iyice köşeye sıkıştı ve kurduğu cümle üç aşağı beş yukarı şöyle oldu: "atamalara bakın... yani bütün kurumlara eşi türbanlı kişiler atanıyor. bu tesadüf olamaz"

sanki chp veya dsp iktidar olsa şöyle diyecek: "atamaları bizim görüşümüzdekilerden değil de öteki görüştekilerden yapalım" herkes anayasa'ca idareye tanınan takdir yetkisini kullanırken, kendi görüşü doğrultusunda kullanacak. yoksa duruşuyla çelişir. yani ülkenin a yoluyla refaha ulaşacağını düşünen bir iktidar a yoluna tamamen zıt, onunla örtüşmeyen bir yolda ilerleyen birini görevlendirdiğinde, kendi yoluna inanmadığını göstermez mi? kadrolaşma bence bu bakımdan normal. liyakat esası gerektirmeyen atamalarla sınırlı olmak üzere. torpil ve sair katakulli gerçekleşmediği ölçüde...

sonuç olarak verilen karar 367 kararını aratmamıştır. belirsizlik; ciddi suçlamaların ciddi kanıtlara muhtaçlığı hususu havada kalmış; şeffaflığın yerinde suni yeller estirilmiştir.
benim de anlamadığım bir şey var. mahkeme başkanı haşim kılıç yaptığı açıklamada "çok ciddi ihtar verdiklerini" falan söylemiş. anayasa mahkemesi, siyasilere ihtar veren siyasi bir kuruluş mu yoksa, bir kanunun veya bir parti iş ve işlemlerinin anayasaya uygun olup olmadığını denetleyen ve yine anayasada açıkça gösterilen yaptırımları uygulayan bir mahkeme mi?

pkk ile sınırötesinde çatışıldığı dönemde, hayli kayıp yaşanan bir karşısaldırı sonrası genelkurmay başkanı org. büyükanıt şöyle bir açıklama yapmıştı: "onlara hayal bile edemedikleri acılar yaşatacağız." ben haşim kılıç'ın yukarıdaki sözlerinin, büyükanıt'ın bu tavrından en ufak farkı olduğunu düşünmüyorum. ikisinde de yazılı kuralların çizdiği sınırlar değil; insana özgü 'sinirler' olaya hakim.

bu çok üzücü bir tablo. akp laikliğe uygundur/değildir, bu ayrı bir konudur; hakimlerin siyasilere yol yordam göstermesi, 'racon' kesmesi ayrı. hakimin görevi -benim bildiğim kadarıyla- yasada yazılan suça uygun bir olay gerçekleşmişse cezayı vermek; en ufak bir şüphe varsa kişiyi serbest bırakmaktır. kişiye "sen suçu işlemedin ama ayağını denk al" demenin ne kadar absurd olduğu sanırım ortada.