toplumu oluşturan dinamiklerin çatlak ve aynı toplumun oluşturduğu kavramların tepetaklak hale gelmesi sonucu oluşan bir acaip durumdan ibaret. olması ve yapılması gerekli olanın bir türlü başarılamadığı memlekette, göze batan doğrular, büyük çabalar neticesinde ortaya çıkabiliyor. hal böyle olunca, az olan değerli addedilerek, ''az''ı yapana alkış tutulmakta, sıradışı gözüyle bakılmakta.

''doğru söyleyenin dokuz köyden kovulduğu'' bir ortamda, elbette ki az sayıda ''cesur'' insan çok sayıda olanlardan ayrı bir yerde. yalan ve dolanın, hırs ve riyanın yaygara kopardığı, hakikatin sükunetini muhafaza ettiği demde ''doğrucubaşılar'' her daim muzaffer komutanlar gibi görülür. çünkü onlar, ''düşüncelerini korkusuzca haykıranlar''dır.

kıçına geçireceği pantolondan, dudağına süreceği rujun renginden, parası varsa gideceği mekanın kalitesinden/bineceği arabanın modelinden başka birşey düşün(e)meyen bireylerden geçilmeyen toplumda, düşünen, okuyan ve merak eden ayrı bir yerde. oysa, yukarıdaki unsurlar, varolmanın gayeleri ve varolma bilincinin koşullarından başka bir anlam taşımıyor. yani anlayacağınız atla deve olmayanlar yeri geldiğinde, failini ''insanüstü'' hale getirmekte.

kafatasından, kandaki hijyen oranından, yeri geldiğinde ten renginden ve de incir çekirdeğinden ayrımcılığa/faşizanlığa giden yolu eleştirmek ve gayet normal olarak herkesi eşit görmek, kişiyi hümanizm neferi, aydınlık deniz feneri kıvamına sokuyor. dört işlem dahi gerektirmeyen bu denklemi çözmüş olmak bir marifetten sayılımakta böylece. sonra olması gerekeni yapana, hiçbirşey hakkıyla yapılmadığından mütevellit, hayranlıkla bakılıyor. zira zaruretinin bile farkında olmayan bireylerin oluşturduğu toplum, günahını ''herkesin başaramayacağını düşündüğü'' marifet kisvesi altında çıkarıyor ve böylece ruhunu avutuyor. zira marifet herkesin yapması gereken değildir, ancak zaruretini dahi karşılamayan insan aciz ve muhtaçtır. ve bunu kabullenmek o kadar da kolay olmasa gerek.