üzerinde deodorant deliği, mavi cepken, sigaramı nefesine kattığım dünya. dünyayı içine aldığından mıdır bilinmez -belki sadece bendir bilmez- bu dünyadan bir şey beklemez.
yuvarlağın köşeleri dedi asaf. tüm şemaller içinde en içine kapanık. dokunduğunda ele pürüzsüz gelmiş tahta bir yuvarlak gibi. o cennet kayganlığının üzerine, farkedilen kıymık gibi, sonra yuvarlak bir pamuk, ardından yuvarlak bir damla zeytinyağı..
bebeyken içi boncuk, diş kaşıyan, sonraları anne vazolarına en büyük düşman.
en sevilenin en hırpalanan olduğu zamanlardandı yine, ve çıkmasından korkulan hep bir nefes değil miydi sevdiklerimizin içinden?! topuna batan dikenle ağlayabilirdi bir çocuk ve parmak koymakla durmazdı yavaş yavaş inmesi. ve yine parmak koymakla dinmezdi sokak lambasının altında, eski ceketli amcanın kanı. iç cepte, naylon torbada üç aylık. avurdu avurduna geçmiş delikanlının, kamasındaki taşlara vurgun bıçağı... peki daha mı masumdu, yol kenarındaki böğürtlen dikeninden?! yahut bir bozuk paradan, cebinden yuvarlanıp mazgala giren?
her zaman yuvarlak olurdu, haşlanmış yumurtanın güneş sarısı. yuvarlak tabakta 'altın oran'dan bihaber, servis yapan teyzenin yuvarlak altın bilezikleri. brunch'tan habersiz bir köy kahvaltısında güneş de yuvarlak doğardı, ve bilinirdi ki akşam, ezan ardından suya girip de ıslanmayacaktı.
çakmağıyla açtığı bira kapağı yuvarlak. son seferi kaçırmamak için baktığı saati de. kadıköy'deki sarı balon da. sigaranın filtresi, hatta geri dönüşüm işareti de. bomboş yolda hız kestiren kırmızı, umulmadık anda yönelen objektif de. number 23'den daha kolay, her dönülen tarafta yuvarlağa dair birşeyler görmenin kurgusu. ve belki de bu kurguydu dünyayı bu denli yuvarlak kılan, ve kurtaramadı asaf'ın bulduğu köşeler bizi 'tutunamayan' olmaktan...
yuvarlağın köşeleri dedi asaf. tüm şemaller içinde en içine kapanık. dokunduğunda ele pürüzsüz gelmiş tahta bir yuvarlak gibi. o cennet kayganlığının üzerine, farkedilen kıymık gibi, sonra yuvarlak bir pamuk, ardından yuvarlak bir damla zeytinyağı..
bebeyken içi boncuk, diş kaşıyan, sonraları anne vazolarına en büyük düşman.
en sevilenin en hırpalanan olduğu zamanlardandı yine, ve çıkmasından korkulan hep bir nefes değil miydi sevdiklerimizin içinden?! topuna batan dikenle ağlayabilirdi bir çocuk ve parmak koymakla durmazdı yavaş yavaş inmesi. ve yine parmak koymakla dinmezdi sokak lambasının altında, eski ceketli amcanın kanı. iç cepte, naylon torbada üç aylık. avurdu avurduna geçmiş delikanlının, kamasındaki taşlara vurgun bıçağı... peki daha mı masumdu, yol kenarındaki böğürtlen dikeninden?! yahut bir bozuk paradan, cebinden yuvarlanıp mazgala giren?
her zaman yuvarlak olurdu, haşlanmış yumurtanın güneş sarısı. yuvarlak tabakta 'altın oran'dan bihaber, servis yapan teyzenin yuvarlak altın bilezikleri. brunch'tan habersiz bir köy kahvaltısında güneş de yuvarlak doğardı, ve bilinirdi ki akşam, ezan ardından suya girip de ıslanmayacaktı.
çakmağıyla açtığı bira kapağı yuvarlak. son seferi kaçırmamak için baktığı saati de. kadıköy'deki sarı balon da. sigaranın filtresi, hatta geri dönüşüm işareti de. bomboş yolda hız kestiren kırmızı, umulmadık anda yönelen objektif de. number 23'den daha kolay, her dönülen tarafta yuvarlağa dair birşeyler görmenin kurgusu. ve belki de bu kurguydu dünyayı bu denli yuvarlak kılan, ve kurtaramadı asaf'ın bulduğu köşeler bizi 'tutunamayan' olmaktan...