5

üç beş bira alıp eve giriyorum. karnım kazınıyor açlıktan ama bu meret tok karnına pekiyi gitmez ve etki etmez bilirim. sadece uyumak istiyorum, mümkünse günlerce sürmeli, hatta aylarca. sarhoşlukta bir nevi ayakta uyuklama hali. var oluşundan ve gerçekliğinden uzaklaşmak için bulunan en kolay, yasal ve hafif yöntem. hem üzerine konulan fahiş vergiler nedeniyle ülke ekonomisine olumlu katkı sağlamak gibi içerken pek akla gelmeyen hayırlı bir tarafı da mevcut. kimi zaman devletin idaresinde ki büyüklerimizin, "ulan önüne gelen vergi kaçırıyor bu memlekette, biraz daha stres husule getirelim de içki, sigara ve benzin tüketimini artırarak gelir düşüşünü telafi edelim" benzeri düşünüp tartıştıklarını varsayıyorum yuvarlak bir masa etrafında. eskiden olsa şampanya patlatır ya da en azından şarap içerlerdi masanın etrafında şimdi "soft müslüman" bir partinin kabine üyeleri olarak en fazla limonata içiyorlardır. bizim de hoşumuza gidiyor bu durum elbette. nasıl olsa ödediğimiz her vergi bize yol, su, elektrik olarak geri dönüyor, ancak her ne hikmetse bunların kullanımı da ücrete tabi. diyelim ki ben, normal bir işte çalışan bu memleketin en sıradan adamlardan biriyim ve ortalama bir türk'ün yaptığı her eylemi gerçekleştiriyorum. ufak tefek farklılıkları es geçersek geriye, sabah gazete alıp, belediye otobüsüyle yola koyulmuş, mesaisiyle birlikte asgari ücretin biraz üzerinde aylık maaş alan ve haline her hafta cuma günü öğlen arasında gittiği cuma namazında şükreden bir tıfıl oğlan kalır. henüz evlilik gibi masrafları boyunu aşan bir faaliyete girişecek gücü kendinde bulamamıştır ve sabahleyin aldığı gazeteye verdiği otuz beş kuruşun aylık olarak on lira elli kuruş tuttuğunu hesaplamaktadır. günde bir paket kısa lm sigarası içer ki otuz günlük maliyeti tamı tamına seksen yedi lira olup aylık gelirinin altıda biridir. haftada bir kere birahaneye gidip sadece bir çerez ve üç fıçı bira götürse elli altı lirayı gözden çıkaracaktır. işyerinin servisi varsa ne ala ya yoksa tek vesaitle gidip gelse en ufak mesafe bir liradan iki lira ki etti altmış lira. bu adamın kız arkadaşı yok mu, olmalı öyleyse hazır kartlı da olsa cep telefonu muhakkak vardır, idareli kullanıp iki haftada yüz kontör yüklese yirmi beş lira da iletişime harcar. velev ki adamımız askerliğini tamamlamış ve ailesiyle birlikte yaşıyordur ancak nereden baksan diş macunu, fırçası, tarağı, jileti, sabun köpüğü, saç jölesi, ayakkabı boyası derken bir yirmi lirada da oraya bağlanır. ayakkabı, pantolon, gömlek, iç çamaşırı, çorap dersen asgari ayda yirmi beş lira da kılık kıyafete koyarsak, geriye sadece kız arkadaşıyla kafe, lokanta, park bahçe gezmeleri kalır ki oda rahat bir elli liraya mal olur. asgariye vursan temiz üç yüz lira yani bir aylık zorunlu ihtiyaçları için on sekiz günlük çalışması gerekmektedir. adamımız bu dengeyi her ay korumak ve açık vermemek zorundadır. ayda iki kitap alsa, korsanı dört lira olan kitaba on beş lira bayılacaktır, bir kere sinemaya gitse dokuz lira. o da sinema yerine vcd seyreder, korsan kitap alır, tiyatroya gitmez, kaset almaz mp3 yükletir, windows'un lisanslı programı yerine track program kullanır ve geçinir gider. allahtan sosyo-kültürel aile yapımız böyle bir yaşantıyı cevaz kılar. tek başına ya da evlilik hayatı kira, elektrik, su, telefon, ısınma ve beslenme sorunlarını beraberinde getireceğinden türkler de anne baba hayatın her döneminde çocuklarına katkıda bulunmak üzere kodlanmıştır. emekli olunması, çocuklara yardım edilmeyeceği anlamına gelmez ve birazda bu nedenle büyük çocuklar gibi yaşam sürmeye devam ederiz. erkeklerimiz futbol maçlarında kadınlarımız her gün farklı kanalda yayınlanan dizilerde kendini arar. kelli felli adamların cırtlak renkli takım formalarıyla kol kola girip küfürlü bağrışmaları ne denli garipse, kadınların yapısı gereği kurmaca bir dünyanın kahramanlarını, ilişkilerini ve konuşmalarını muhabbetlerine dahil etmeleri o denli sakat bir durumdur. elbette kimseden her akşam felsefi sohbetler yapmasını veya hıncal uluç gibi her akşam o bar benim bu konser senin ultra modern bir yaşantı sürmesini beklemiyoruz ancak her ne kadar da ekmek kavgasının pençesinde kıvranırsa kıvransın diline, yaşantısına, giyimine, evine, kişiliğine, ruhuna kalite en azından bir farklılık ya da farkındalık katabilmeli insan. vıcık vıcık kahvehane muhabbetinde "ver coşkuyu, ver coşkuyu!" sürgit yaşama tarzı beni boğuyor dostlarım. parasızlıktan şikã¢yet edip duran, asgari ödemesi yapılmamış kredi kartının aylık faizinin hesabına saatlerini harcayan, bulabildiği en küçük fırsatta istanbul gecelerinde rus asıllı fahişe peşine koşup "kopan!", üç beş yıllık ömrü hayatında hiçbir yaralı parmağa işemeden geçip giden lavuklar cehenneminde benim payıma da onları seyretmek düştü ya ondan feryadım. ben bu cehennemin ne şeytanıyım ne de kurbanı. sonsuz bir sallantıda hali benimkisi. aşk da boyumuzun ölçüsünü aldık elhamdülillah, meşk zaten kafadan yok, istanbul sağır ve dilsiz, çocuklar çığırtkan, yetişkinler değersizlik kıskacında ve ben ne istemediğimi biliyorum ancak ne istiyorum onun farkında değilim. avrupa birliği'ne girmeli mi girmemeli mi onun ayrımında bile değilim. .ikeyim avrupa'sını deyip geçiyorum en çok ama bu ulu liderin muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak edebiyatına aykırı bir söylem olmaktan öteye geçmiyor. ulu önder ile ilgili fikirlerim popülist genel bakış açısından farklı söylemlere gebe. nihayet bir tane adam gibi adam çıktı ve â“kral çıplak!â” dedi memlekette ve yök, en baba açılımıyla beraber yüksek öğretim kurumu duruma el koyup bu mümtaz ve liberal profesörümüzü aforoz eyledi. resmi söyleme uygun beyanatlarda bulunmayan hocamız benim yıllardır düşündüğüm ancak dillendiremediğim çıkışlarıyla üniversitede ki kürsüsünden oldu ama en azından benim beynimin fikri üstadı olmayı başardı. ulu önder mustafa kemal atatürk bin dokuz yüz otuz sekiz yılında vefat etmiş bir faniden ibarettir ve türk halkının şu an itibariyle kendisine herhangi bir bağımlılığı kalmamıştır. allah razı olsun vatanı kurtarmış bize cumhuriyeti hediye etmiştir ancak söylediği şeyler ve ilkeleri; taklit ve yirmi birinci yüzyılda geçerliliğini yitirmiş demode beyanlardan ibarettir. bir kurmay yüzbaşı bulunduğu konum itibariyle ve geçirdiği tek yönlü eğitim sayesinde kendisini baş tacı edebilir, bir bürokrat varlığının temeli statüko vasıtasıyla başucuna ulu önderin fotoğrafını yapıştırabilir ama nekrofili sadece psikoloji ilminde hastalık olarak betimlenir öncelikle bunu ifade edeyim. üniversitelerde ki en ciğeri beş para etmez güruh atatürkçü geçinen tiplerdir. seksen sonrası resmi söylemin gönüllü uşakları olarak, pastadan, başları ağrımadan ve kısa yoldan çöplenmek adına bu yola başvurmuşlardır. aşırısından en hafifine sağ ve sol cenahı anlarım, ama dyp, anap, chp gibi partilerin gençlik kollarının üniversite şubeleri, birbirlerinin üstlerine basarak yükselmeye çalışan yavşaklar sürüsünden ibarettir. illa muhalif olmak da gerekmez, insan pek ala herhangi bir siyasi parti grubuna katılmadan da hayatını sürdürebilir, saygıya şayan bir yaşam türüdür, ancak gençlik denilen delikanlı adamların meslek, para ve şöhret uğruna düzen partilerine hizmet etmeleri ve böylesi karşılıklı birbirlerinden faydalanma halleri benim içimi buruyor. yirmi beş yaşının altında olup da doksanlı yıllarda turgut özal'a, tansu çiller'e, mesut yılmaz'a, şimdilerde genç parti başkanı cem uzan'a oy veren zırtapoz takımı kırkına geldiğinde hangi siyasi ziyafete çeşni olacaktır varın hesap edin artık. mevzunun ara yollarından kurbağaları ürkütmeden ana yola saparsak; "atatürk öldü", pek çok şeye imza attı ve gerçekten büyük bir adamdı, yalnız o kadar. "nutuk" sıkıcı bir yazılar derlemesidir, "onuncu yıl marşı" dinlenilmekten gına gelmiştir ve bu memlekette ne kadar omurgasız ve korkak adam varsa bu marşı her fırsatta hararetle ve yüksek sesle söylemekten çekinmemiştir. iki bira içtim ve kafam yeterince iyi ve iddia ediyorum ki bu saatten sonra ben atatürkçü değilim arkadaş, bu yüzden türk ve müslüman kimliğinden uzaklaştırılacaksam çok da tın! beni bu iki varlığımdan uzaklaştıracak otorite henüz var olmadı. yasalarınız, hapishaneleriniz, işkenceleriniz beni ilgilendirmiyor. en çok kitaplarımı basmazsınız, aydın doğanlarınız ve karanlık batanlarınız da çok .ikimde, en iyinizin .mına koyum. varoluş dik duruştur gerisi nil ibrahimgil'in şarkıları kadar ütopik ve saçma sapandır. rahatsız ancak keyfi yerinde, kırılgan ama tuzu kuru, sıkılgan fakat para kaygısından ırak, çılgın olduğunu varsayan lakin sığ!

çok önemli not; evet dostlarım bu yazıların yazıldığı devirler türkiye'de kemalist baskının yoğun hissedildiği yirmi sekiz şubat süreci döneminin hemen sonraları. o sıralar ben şimdiki olduğu gibi yine muhaliftim ama siyasi aktörler farklıydı. yazı ne kadar da çabuk eskiyor. hayatım boyunca iktidar partilerinin hiçbir tanesine oy vermedim, o yerden vicdanım rahat, fakat o sıralar askeri vesayeti çok yoğun hissediyordum ve bu hissiyatla bunları yazdım. şimdilerde çok daha farklı düşünüyorum, kendimi gerçekten atatürkçü hissediyorum ve bu kırk beş yaşından sonra olduğu için de gocunmuyorum. bu yazıyı paylaşmamayı ya da kırpıp göndermek üzerine düşündüm biraz ancak en sonunda ne yazdıysam o, bu benim geçmişim ve düşüncelerim dedim kendi kendime. gerçeklikten kaçamayız, kimseye de kendimi beğendirmek zorunda değilim, neysek o. lütfen bu gereksiz çok önemli not nedeniyle kusura bakmayın, ya da bakın işte...
tümünü göster