3

akşam karanlığına kaldım yine ve kadıköy'den uzaklaşmam gerek parasız yaşam kuralı gereği. her köşe başında para harcamam için bir sebep yaratılmış sanki. geçenlerde orta yerde ki parkta bulunan tuvalete girme gafletinde bulundum da yeni türk lirasıyla bir lira verdim tamı tamına. sadece ben şikã¢yetçi değilmişim demek ki, içeriye girdiğim tuvaletin metal kapısına keçeli kalemle "bir milyona ağzına da sıçtırtıyor musun ulan?" diye yazmış benim gibi söğüşlendiğini düşünen bir arkadaş. elimde iki üç tane bukowski kitabı var. ne yazık ki modası geçti 'pis moruğun' ve korsanı basılmıyor artık. eski kitap satan dükkã¢nlar var rıhtımdan moda'ya çıkılan yol üzerinde. çaresiz üç beş lira eksiğine eski kitaplarını aldım otobüs duraklarının paralelinden yürüyüp minibüs durağına geldim sonra. yakacık dolmuşlarının önünde sıraya girdim hemen. demokratik bir toplum, herkes mahmur gözlerle boş dolmuşlara yerleşiyor ve koltukları dolan araba kalkıyor. sıra bana gelir gelmez en arka koltukta en dip köşeye yerleşiyorum. ne kadar az insan teması o kadar çok bukowski böyle zamanlarda. hemen yol paramı da yollayıp gömülüyorum kitabın içine. amerika, evsizler, ayyaşlar, düzüşler, kaybedenler, kadınlar, at yarışları, kasabalar, tren ve otobüs yolculukları, hastaneler, işler, şehirler, ibneler birbirine karışıyor yine ve ben istanbul'dan azat oluyorum bir kere daha. anında fark ediyor it oğlu it ve bir hareketlenme oluyor minibüsün içerisinde. önce büyük bir alışveriş merkezinin yan tarafından geçerken üç beş tane zibidi biniyor minibüse. neşeleri yerinde cıvıl cıvıl ve kaygısızlar. her konuşmalarında gülecek şeyler buluyorlar. erkeklerin saçları uzun, kulakları küpeli, kızların ise tam tersi neredeyse sıfır numara saç, erkeksi ve yeni yetme metalci giyim. bunlar bizim oraların değil kozyatağı ya da bostancı'nın çocukları. kıyafetler rahat, konuşmalar esprili ve coşkulu, gülücükler teklifsiz ve kendiliğinden. derken şoför mahallinde ufak bir arbede yaşanıyor ve şivesinden kürt ya da en azından doğulu olduğu anlaşılan on sekiz yaşlarında fütursuz bir erkek sesi bölüyor bizim zengin çocukların sesini. şoför ile yandaki koltuğun arasında motor kabini diyebileceğim yere oturmuş genç ile koltukta oturan yolcu tartışıyor önceleri. genç işi kabadayılığa vuruyor sonra, "konuşma lan!" la kurulan cümleler "bana istanbul çocuğu ayağı yapma" larla devam ediyor. diğeri ne kadar laf anlatırsa anlatsın, doğulu gencin "in lan aşağı, ne diyeceksen orada de" tehdidi sonrası kırılan onuru bir türlü yerine oturmuyor. mesele "biraz öte git beni sıkıştırıyorsun" gibi boktan bir mevzudan açılmış, gencin terslemesiyle farklı bir boyut kazanmış ardından. bukowski'yi kenara bırakıp kendi gerçeğimle yüz yüze geliyorum. erkek saçlı kızlar korkuyla, küpeli erkeklerinin koluna sarılmışlar sıkı sıkı ve şoför dã¢hil hiç kimse konuşmuyor. derken tahminlerimi doğrularcasına bostancıda iniyor tigi genç güruhu ve biraz sonra da bizim bıçkın delikanlı iniyor aşağı. gömlek düğmeleri üsten üç düğme açık ve göğüs kılı bile yok bu sert adamda. tek serveti gençliği ve istanbulda var olmanın anlamını çözmüş kıyısından köşesinden. kendini ezdirme, söz söylerken tekleme, gereken söz ve davranış kalıplarını cesurca yerine getir ve sonuna kadar git. ya bir gün dere kenarında leşini bulurlar ya da en babasından yeraltı dünyasına kaydın yapılır. kapı kapandıktan sonra geride kalan adam son hamlesini yapıp şoföre çıkışıyor "helal olsun kaptan, minibüsünde yolcuna hakaret edildi, sen tek laf bile etmedin" diye. minibüsçü ben her gün nelerle uğraşıyorum dercesine elini şöyle bir sallayıp üzerine bir de sigara yakıyor. tekrar kitaba gömülüyorum ben de ve minibüste kalan yolcunun yerinde olmadığıma şükürler ediyorum içimden.
tümünü göster