6

ne kadar uzun sürer bir kã¢bus? bir saat, dört gece, üç ay? melek ellerini ovuşturup duruyor sıkıntıyla, kimsenin ağzını bıçak açmıyor evde. kırk bir yasin okuttu babam, okunmuş su içiyorum sabah akşam. "gitmediğimiz hastane, görmediğimiz doktor kalmadı hoca efendi bir de siz baksanız" diye başlayan alternatif şifa arayışları. yaz kã¢ğıda arap harfleriyle bir dua as boynuna, oldu sana muska. kımıltısız yatıyorum, perdelerim sıkı sıkıya kapalı, ses ve ışığa duyarlıyım ve rahatsız. kuran okumalar, okunmuş sular, muskalar. ve bir gece, her taraftan kuşatılmış cenabet bir gece, kötülükten, karanlıktan, yapışkanlık hissinden bunaldığım bir gece, gözyaşlarına boğulmuş salya sümük ağlarken, küçük çocuklara has, o göğe gözlerimi dikip tanrı'ya baktığımı zannederek ettiğim yakarışla, "lütfen! lütfen beni kurtar!" deyi verişim ve sonra o'nun bunu kabul etmesi. mucize ki ne mucize, bu kadar basit, bu kadar gerçek. anlıyorum ki bu aşamaya gelmem gerekiyordu gibi şeyler söylenir böylesi hallerde ya da en azından çok çekmiştim ve hak ettim ben bunu falan filan. hayır, yeterince acındırdım kendimi, artık zayıflık yok. şimdi aklın köhne kıyılarındaki örümcek ağlarını silkip temizleme vaktini göstermeli saatler. gönülçelen kuytulara kaçıştı ve o gecenin sabahı kalktığımda çay içmek ve zeytin, peynir, sucuklu yumurta yemek istediğimi fark ettim evvela. emir telakki edildi anında, gözlerdeki ışıltıyı görmeliydin, neredeyse ışık hızıyla hazırlandı sofra. uzun bir yolculuktan yeni dönmüş gibi bakıyorlardı bana, yutuyorlardı söylediklerimi. sahiden geri dönmüştüm, bedenen olmasa bile ruhen. vincent, renklerin üstadı, geçirdiğin buna benzer sarsıntılarda nasıl hırs ve aşkla sürdün ıspatulandaki boyaları tuvale, anlayabiliyorum seni. sıradan bir adam ile sanatkã¢rın farkı bu işte. biri yaratır diğeri yatar. zamana ihtiyacım var aşikã¢r bu. kolay olacağını kim söyledi ki sana ey rüküş beyin? vücut denilen o aşağılık tembel alışkanlıklarını terk ederken ne kadar da acımasızdır bilmez misin? william ernest henley, yıl bin sekiz yüz yetmiş beş ‘direnç' adlı şiir.

"kapı ne kadar dar olsa da
cezam ne kadar ağır olsa da
kaderimin efendisi benim
ruhumun efendisi benim."

büyük yalan adını verdiğim bu mutluluk oyunu ne kadar sürdü emin değilim. tek bildiğim bu süreç içerisinde kendimi tam anlamıyla bu yalana inandırdığım. ne kadar karanlıktaysanız ışığa olan inancınız da o kadar güçlü demektir. ve bir gün kalkacaksınız geçmişinizden sıyrılacaksınız, bir gün kalkacak gelecekten azat olacaksınız üzerinizde ki ağırlıktan, bir gün her şey değişecek, bir gün affedileceksiniz, bir gün kurtulacaksınız, bir gün, bir gün, bir, siktirsin oradan. kral lear'ın beş "asla"sı gibi katı ve inanılmaz bir güç gösterisi gibi adama lafını böyle yedirtirler işte. nitekim yirminci yüzyılda james bond çözdü düğümü. "asla asla deme" diyerek yaşlı, yorgun ve hafif uçuk kralımızın çığlıklarını tarihin karanlığına gömdü. bundan böyle her çıkarım biraz eksik kalmaya mecburdur, iyi kötüyle karışmaya, güzel çirkinle yan yana durmaya ve gerçek denilen o masum kız kardeş hoyrat saldırılarla kirletilmeye mahkã»mdur. her uçtan boy verecek idealistler ordusu ellerinde en doğru benim yolum kara renk bayraklarıyla ilerleyecekler, hamle edecekler bir diğerlerine ve devrim çığırtkanlarının önderliğinde, kan ve deşilmiş bağırsak kokacak yeterince yaşlı dünyamız…

ne oldu da bir sabah uyandım ve çay istedim gibi bir yumuşaklıktan gözleri karartma gecelerinin kapanıklığında kötü ve yakıcı bir sisin içinde kalacak bu kahrolası dünya gibi bir felaket tellalına dönüştüm. aslı'nın beni sevebileceği hayali hala önümde beni oyalayarak yürürken ‘kuyunun dibinde ki kurbağalar dünyayı kuyunun ağzı kadar sanırlar' ın peygamber böceği olabildim elbette. ayaklarım yere bastı dostum, deli olmam yarı akıllı olmam demek değildir söylememiş miydim daha önce?

odama kapandığım o uzun saatler boyunca oklahoma bombacısının yüzü bir görünüp bir kayboldu hep. hayat yeterince zor olmalıydı onun için de. bir akşam karar verdi ve hayata, ölüme, devlete başkaldırdı. başarılı asker, sağlıklı beyaz, iyi çocuk timothy düşsel ülkenin zafer meydanından arka sokakların çirkin çöplüğüne nasıl düştü hiç düşünmemiştim önceleri. benim ülkem ve her şeye rağmen ayakta kalmayı becerebilen dostlarım da hiç düşünmemişlerdi. bizi şaşırtmaz kontak yapan ve kesintiye uğrayan elektrik akımına kapılan yaşamlar. sanki başından beri biliyormuşuz hissini cepte taşırız hep ve onu takip eden kabullenme kitini çantasından çıkartırız bagajımızdan anında. camelot' un arka bahçesi de var elbette beyaz çocuk, bizim böyle bir hayalimiz ise hiç olmadı. on bir haziran iki bin bir, saat on beş timothy mcveigh w.e.henley'in ‘direnç'ini okudu, aynı gün on beş dakika sonra oklahoma bombacısı mahkeme kararıyla ve devlet eliyle idam edildi. öyleyse yağmur yağmalı şehrin üstüne, ıslak saçlar rüyasına uyanmalı körpe kızlar ve üşüyen köpekler cennetinin kapısına zincir vurulmalı sonsuza dek. fesleğenler geceye bıraktılar kokularını ısrarla, hükümet doğalgaz anlaşmasına ilişkin meclis soruşturması istemini görüştü, eline kalem alan on dört yaşındaki bir hımbıl hamam böceği, melankolik satırlar döşedi kã¢ğıda ve altına imzayı basarak ona şiir dedi. goethe "şiir öpüşe benzer, güzeldir ancak asla çocuk yapmak için yeterli değildir." demiş eski zamanlarda. tıfıl şair goethe'yi madagaskar'da yetişen bir tür bitki sanıyor henüz.

kirlenmişlik, kirletilmişlik. iğrenç kelimeler. kirlendim, kirletildim. biri benden bana, diğeri dışardan bana. üvey kardeşleri de var pis, pasaklı, kötü, çirkin, bet şeyler. kelimelerin kıskacında on sekiz rauntluk ağır sıklet boks maçı, dante'yi kahkahadan çıldırtacak kadar orijinal bir sınıflandırma misyonuyla cümleleri sıralamak ardı ardına ve bundan para kazanmayı uman yüzlerce, binlerce şöhret salağı ardıllar güruhunu kahkahalarla lanetlemek. her şey söylendi ve bitti, sadece ışıkçı unuttu şalteri kapatmayı. yürüyün o halde güneşin asil parlaklığının söndüğü bu kaypak mekã¢nda sahte alkış rüzgã¢rlarıyla yelkeninizi şişirerek ve lanet gazetelerinizin lanet köşe başları ruhunuzun lağım kanalı olmaya devam etsin. bu devran hep böyle sürecek ve haksızlığa uğradığı hissiyle ömür törpüsüne dönüşecek iğreti yaşamların sahibinin ayak başparmakları. kaybolanların kurgusuz, kuzgun söylevleriyle çınlayacak dört bir yan. örnek mi? nereden çıkardımsa çıkardım ve dün gece mukaddes bir yüz mumluk ampul sayesinde aydınlandım sevgili izleyicilerim, karar verdim ve itiraf ediyorum ki: "bu millet bunu hak ediyor, bu millet başka türlüsünden anlamıyor. itile kakıla, başına vurula vurula, sürülen, güdülen, yönetilen yusufçuk inceliğinde, mızmız bir toplum. oyuncağı elinden alınmış küçük çocuklara benzeyen bir yetişkinler ordusu, başında da anlı şanlı kurmaylarıyla yönetenler ve yiyenler azınlığı." gazeteler, televizyon kanalları, radyolar artık modern çağın afrodizyak yorumcuları kesildiler başımıza. ne yiyeceğimize, ne içeceğimize, nasıl davranmamız gerektiğine karar verir ilan ettiler kendilerini. otuz iki kısım tekmili birden yaylı sazlar grubu demo çalışması. de ki ölem! de ki kayıp ne? farklı düşünüyorsan, sadece bir sayısın sen kenara itilmiş, üşümen veya aç olman senin üzerine eğilmen gereken kendi şahsi meselendir. deliysen daha iyi, yarı insan ya da insan yardımcısı sıfatını kazanman gecikmeyecektir ardından. hay bin kunduz ve onların kürklü kuyrukları ve onların kürklü kuyruklarına çöreklenen bitleri.

seni seviyorum aslı, beni hücremden çıkart seni kurtaracağım. sigara içerek kutsanmalı oda ve her nefesinde ayrı ayrı ölmeliyim bu gece. gönülçelen tören giysileriyle dans ediyor bu gece, aşıyorum bu gece, sanki kayboluyorum bu gece, hiç doğmamışım bu gece, gerçeğin şakulü kaydı bu gece, şifa bulacak ‘ağlayan çocuklar ağıtı'nın bestekã¢rı bu gece, çözüm bu gece, karmaşa bu gece… uyu artık, o annenin kucağı gibi gülümsüyor sana. şimdi bir urfa türküsü istiyorum boğuk sesli, acı yürekli, yaşlı erkeklerin sesinden ve aslında ne istemediğimi bilincine varıyorum ufaktan. "şark sado-mazoşizminin kıskacında yitip bitmek istemiyorum, avrupa kültürünün mutfak artığı uşağı olmak ve materyalizmin piçi olmak istemiyorum, eylemsizliğin kıskacında korkarak ölmek istemiyorum, ne istediğimi ve neden istediğimi bilmek istiyorum" (bunların kaynağını alev alatlı abladan esinlendiğini itiraf et ki dürüstlüğün gölgelenmesin deli oğlan, peki). sınırlarımı zorlamam gerek anlıyorum, sığmamalıyım kabıma ocağıma. taşa, kuşa, ağaca, çıplak dağlara vurgun yemeli yüreğim, aslı'yı aslı'dan çok sevmeli ve ondan uzak durmalıyım, bu yaban ikilemin iki ucuna da garip kalmalıyım.

kaderinin oyuncağı oidipus büyük acılar bekliyor seni daha…

"her şey aydınlandı artık… ey gün ışığı; bu seni son görüşüm olsun! doğurmamalıydı beni doğuran; birleşmemeliydim birleştiğimle; öldürmemeliydim öldürdüğümü…" zavallı! acı çeken ruhların en asilisin sen ve içlerinde bir yerde bir taht varsa eğer, o senin hakkındır, kurul öyleyse hükümranlığın azap olduğu o kara ülkenin bahtına. insanlığın mutluluğu diye bir şey yoktur artık ilan ediyorum buradan ve sen diyorsun ki bana aslı "mutsuzluk bulaşıcıdır, bu yüzden mutsuz insanlar yan yana gelmemeliler hiç" demiştin ya sen bana. büyük üstadın önermesiydi bahsetmiştim daha evvel ve sırf bu yüzden ayrı kalmamız gerekiyorsa varsın öyle olsun. her cümle hayatımızın canına okuyup dursun ne yapalım, benim bir olayımda bu, ben kelimelerin hizmetkã¢rıyım. kralın soytarısı ve sokakların köpeği olmaktan ancak böyle sıyırıyorum ve senin gerçek sandıkların benim kã¢buslarımın ve yaşadıklarımın yanında çocuk parkı kalır bilmezsin hiç. öğrenmemen de gerek, senin rolün de bu. ben havuzun dibindeki suyun süzgecinden çarpıtılmış bakarken hayata, sen hayatın en orta yerinde dans edercesine yürümelisin. sadece saygı duyarım ve öyle devam etmesi için de çaba harcarım. seni şimdilerde ihmal ettiğimin farkındayım ve bu kendimi aşağılamak anlamını taşır aynı zamanda. fanilerin işlerine el atmam gerekti bir müddet, affet. artık sayısını benim bile unuttuğum karanlıklarımdan birinden yeni çıkmıştım daha ve ilk seni gördüm ben gün ışığında. azize gibiydin, pırıl pırıl ve lekesiz. aklıma ilk gelen şey neydi bilir misin bebeğim? uzak durmamın lüzumu… bir yerlerden çıkartıyordum, birkaç ayaküstü konuşma çabası ve kelime artıkları, cümle kırıntıları. arkasından nasılsın iyi misin, ha öyle mi ben de iyi değilim muhabbetinden öteye geçemeyen sürüklenişler. büyülenircesine sana ã¢şık oluverişim, sevdanın izini sürmem ve onun gitgide uzun ve yorucu bir sürek avına benzemesi. gönülçelen histerik kahkahalarla benle dalga geçer ve kişisel tarihimizde bir elin beş parmağını bulmayacak kadar zavallı sayıdaki hatıralar büzük beynimde yer edinemeyerek, beyinciğime yerleşiverir. dengem sarsılır, ayaklarımın bağı çözülür, ellerim kitlenir. oyuna geldim de "buluşalım bir ara" dedim hadi ben, ama sen hangi şefaatkã¢r perinin ilhamıyla "cumartesi telefon edersin" diye yanıtladın? varoluştan, kozmostan benden ne kadar uzak olursa o kadar iyi, yüzlerce binlerce konudan bahsettim sana o ara. içimde ki şakacı cinlerden birinin ilham ettiği taş yerinde ağırdır birkaç espri ve senin dudak kıvrımlarının ağır ağır ama teklifsiz kıvrılması ile geçen cennetten çalınma saatler. öylesine sevdim ki seni deli olmasaydım eğer delirebilirdim, daha deli olmadım ama iyi bu. yeterince deliyim ben, eksiği yok fazlasına gücüm de yok. sonra gözlerimin içine baka baka "yine görüşelim olur mu?" dedin, "sen bir de yazı mı yazıyorsun?" , "tuhaf adamsın ve bu çok güzel aslında biliyor musun?" dedin. utanmasam sevinç gözyaşlarımla sulardım kardeşkanı çiçeklerini. uzatmaları oynadığım aklıma geldi ama hiç olmadığım kadar keyifliydim ve seninle bir taş duvar dibinde yağmur altında sevişmek istiyordum, sokaklar ıssız olmalıydı, soğuk olmalıydı biraz, ya da hiçbir şeyin önemi olmamalıydı, zamanı ve mekã¢nı önemseyecek kadar değerli değil dünya, vakit dar, olanaklar kısıtlı. ne ki başımı çevirdim ve onu gördüm. kafe ye mum koymuşlardı duvarlardaki sağlı sollu çıkıntılara, masaların üzerine ve en ufak hava değişiminde ışıkları duvara yansıyordu, çıldırmış kısraklar gibiydi yansımalar ve hareketliydiler ve gittikçe farklı objelere dönüşüyorlardı, sonuçta barbar savaşçıların baltalarına benzediler, kendimi alamıyordum görüntülerden ve o sırada, müzik diye kulağı yırtmaya niyetlenmiş canlı alabalık tadında yürüyen reklã¢m panolardan ibaret tişörtleriyle amatörlüklerini afrika'nın herhangi bir ormanında rastlanacak türden sırtlanların cinsel hezeyanlarla kopardıkları çığlıklarla kapatmaya çalışan boktan bir grup fırladı sahneye ve enstrümanlarıyla ortalığı savaş alanına çevirdi. kafe sese gömüldü ve imgelere. algıda seçicilik dediğiniz şey benim uğursuz mezarlık kuşum olurlar. dağılırım, koparım, toparlanamam. düşsel baltalar hırsla iner kadın, erkek, çocuk, koyun, kuzu her canlıya ve sırtlanlar sevişmekten vazgeçip oramdan buramdan et parçaları koparmaya koyulurlar. uğursuz mezarlık kuşum her yerdedir bakar, çığlık atar, uçuşur. gönülçelen gitme vaktini hatırlatır haberci hermes'imdir bir yerde o, giderim. aslı şaşırır ama soramaz, beni böyle kabul etmek zorunda olduğunun kadınlık hislerinin gizli öğretisiyle farkındadır. dizginlenemeyen erkekler bir el bombası kadar tehlikelidir kimi zaman, biri onu uyarmalı. eve gelirim ama mum ve gölge ile birlikte.

o gece uyuyamadım, mum arandım, mutfağın altını üstüne getirdim ki o bizim evin ıvır zıvırını içinde barındırır, yok oğlu yok. mutlak yani. gece gezinmelerim olağan karşılanır bu evde, umursanmaz hiç. en çok homurdanma, şerbetliyim ya üzerime varılmaz. mum yok, mum yok, bir oda karanlık, sigaranın közü, trans hallerinin eşiğindeyim daha, ya mum yanacak ya da ben karanlık olacağım ama mum yok. mum olmaya karar verdim ki, iyi fikir. işte alev alev yanıyor ipliğim, kömürleşmiş kapkara, kıvrımları belirgin, ucu kızıl, yanan, yandıkça tükenen. onu çevreleyen ateş, alt açık mavi, ortası puslu ama yarı şeffaf, sis gibi, onun üstü sarı ışık, en uçta göğe uzanan sivri tepecik, havaya karışan yarı görünmez ısı, onun sıcaklığı. ipin dibi yıvışık sıvı, altta kenarlardan akan aşağıya indikçe donan ve mumumun gövdesinde çıkıntılara yol açan sıvı katı karışımı bileşim. ben mumum. ateşim dans eder havayla, yanarak var olurum, yana yana kaybolurum. mesele hiç olduğunu anlamanda, öyleyse her şey olma şansına sahipsin. sabaha kadar yandım o gece ben.
tümünü göster