kadın benim buruşuk kã¢ğıda ansiklopedi okur gibi ağırbaşlı ve ciddiyetle bakıp duruyor, ben de fırsattan istifade onu seyrediyorum. tiksinerek ve bana bakmadan konuşmaya başlıyor. bu tavır mesai saati bitmesine yarım saat kalan memur zevatında da mevcuttur. eve gitme moduna giren amca ya da teyze her haliyle aşağılar seni ılık mudanya sirkesi kıvamında. işi yapmasına yapar, lütfetmiştir öncelikle. maaş alma sebebinin bu iş olduğu fikri ve işgal ettiği koltuğa göz diken binlerce insanın dışarıda gezindiği veya kahvehanelerde okey oynayarak can sıkıntısını ertelediği gerçeği, mesleğe başlamasının ikinci senesinde kendisini terk etmiş, çok çalıştığı halde hak ettiği ücreti alamayan ve üstleri tarafından yeterince takdir edilmediğini düşünen huysuz ve sıkılgan hayatlar derneğine üye olmuştur. zaten ne hikmetse bu ülke de sakıp sabancı dã¢hil herkesin bir takdir edilme arzusu mevcuttur. niye ki olum ya, paranın .mına kodun, tüsiad da sağlam bir koltuğun var, aklına esince kitap yazıyorsun ve onu basacak matbaayı kökünden satın alacak paran var, boğaz manzaralı atlı köşk'ün var, senin için ter döken on binlerce işçin var, her halükarda taşaklarını yalayacak yüzlerce siyasetçin var, neredeyse her üniversiteden fahri doktoran var, hemen hemen her konuda fikrin var ve bunları yayınlayacak televizyonlar var, hızını alamıyorsun "doğu raporu" adı altında girişimlere imza atıyorsun. neden? doğu ile alakan ne, kalantor üç beş antepli iş adamı hariç kimi tanıyorsun, milyar dolarla ölçülen işletmelerin var hangi biri esaslı bir yatırım yaptı doğu anadolu'ya? banka şubesi açıp para transferi yaparak komisyon almaktan başka ne tür bir katkın oldu ki memleketin bu garip köşesine. mesela kulp spor kulubüne ne tür bir faydan dokundu? urfa'nın etrafı türkülerin dediği gibi dumanlı dağlar mı çevrili sabah vakti hiç gördün mü? "gabar dağlarından indim aşağı karşıda göründü apo yavşağı" diye bağırarak koşan komando er trabzonlu hasan'ın köyde bıraktığı yavuklusu emineyi bilir misin ya da grup yorum'un "cemo" türküsü ne anlatır farkında mısın? bu kardeş kavgası neden asala terör örgütünün bittiği yılın ertesinde başlamıştır ve kürt türk kavgası kimin ekmeğine yağ sürer son tahlilde? irak'ın demokrasiyle yönetilmesi amerika birleşik aletlerini neden ilgilendirir de, libya umurunda değildir? iraklılar ağlamak için conilerin gözyaşı bombalarına gereksinim mi duyarlar, yoksa zaten yeterince sebepleri var mıdır? listeyi uzatabilirim ama sorular keskin cevaplar muğlã¢k. ölünün arkasından konuşulmazmış, hadi oradan. cengiz han da ölü turgut özal da, cengiz'e istediğin kadar giydir, özalı koru, olur mu hiç? her şey konuşulacak, eğrisi doğrusu ne varsa eteklerdeki taşlar dökülecek. ben lise de öğrenciydim sene bin dokuz yüz seksen dokuz, birinci sigarası içiyorum parasızlıktan ve gazetelerde manşet aynen şöyle; semra özal papatyalar grubuyla bulgaristanda doğum günü partisi yaptı, iki yüz adet don perin yon şarabı eşliğinde. papatyalar anavatan partisinin kadın kolları organizasyonu, dernek başkanı da selim edes denen iş adamının karısı. iski ve engin civan skandalı patlamamış daha ve ben liseli küçük aklımla don perin yon şarabının kaç para türk lirası ettiğini hesaplıyorum. sonra sene bin dokuz yüz doksan üç nisanı özal ölüyor ve ben susuyorum, yok öyle yağma. içilen şarabın da hesabını sorarım, gidilen yerin de. "ben zengini severim" kelamını da unutmam, "verdimse ben verdim" saçmalığını da. kimin parasını kime veriyorsun ulan, allah seni başımızdan uzak tutsun, aile fotoğrafında yer alanları da bildiği gibi yapsın, bu dünya da olmaz artık umudum yok, ancak öteki dünya da iki elim yakanızda olacak bunu bilesiniz. tüyü bitmemiş yetim diye diye bu milletin kanını emdiniz yahu, yeter. öldüğünüz gün rahmet yağıyor memlekete, ardından sizin yanaşmalarınız ele geçiriyor siyasi iktidarı ve her şey devam ediyor kaldığı yerden. demir ellerden ve büyük anıtlardan gına geldi memlekete bilesiniz. atatürkçü düşünce ve çağdaş yaşamı koruma derneğinde de gına geldi. özgür yaşamak ve mümkünse özgür ölmek istiyoruz gari. ne paramız var ne de işimiz, sevgilimizle dertleşmek için meclis parkında cop yemeden oturmak istiyoruz, kuğulu parkta gece bankta uyumak istiyoruz, başörtümüzü takmak ve üniversitede okumak istiyoruz, solcuysak da sınavlarını kazanıp maliye bakanlığında müfettiş yardımcısı olarak istihdam edilmek istiyoruz, bir şey yazarken arkasını düşünmemek istiyoruz, işe girerken aşağılanmamak istiyoruz, onurla kimseye muhtaç olmadan yaşamak istiyoruz, çok mu şey istiyoruz?

ve müdire beni ölçüp biçip benimle eften püften konuşarak on beş dakika içerisinde kararını verip "sonuç belli olduğunda size on beş gün içerisinde haber verilecek" diyor. zaten yeterince sıkılmışım (aslında .ikilmişim daha doğru olur), artık gitmem gerektiğini düşünüp ayrılıyorum odadan. daha kapıdan dışarı adımımı atar atmaz rahatlıyorum. bundan sonraki hayatımın bu odalarda geçeceği fikri midemi bulandırıyor hala. yapacak bir şey yok, ya bu deveyi güdeceksin, ya deve dikeni gölgesinde geberip gideceksin. ekmek yemek, elektrik faturanı ödemek, ayakkabı almak, sakız çiğnemek, rüya görmek, ayakta işemek, burnunu kaşımak, türkü dinlemek, el çırpmak, dişlerini fırçalamak, kaşlarını çatmak, bira içmek, uyumak, çarşafları yıkamak, kapıları kilitlemek ve benzeri binlerce eylemi günlük hayatına iliştirmek zorundasın bir kere. böyle dillendirildiği vakit saçma sapan yaptırımlar zincirine dönüştüğünün farkındayım ama kaçış yok. çağla şikel'in bu yaz bodrumda giyindiği bikiniden, ultra modern dans eden ve her klipinde oynattığı mankene aşık olup onunla üç ay takılan mustafa sandalın kıçına parmak atılmış kedi misali zıplayıp durduğu son klipine kadar yüzlerce görüntüyü gün aşırı beyne enjekte etmek ve ardından hazmetmekte ayrı bir mevzuu. "ben hiçbir yere ait değilim" çığlığı bir rock müzik konserinin en orta yerinde kafa sallamaya yaramıyor, olsa olsa bira içip sızarken allah'a "bugün de bana verdiğin hayata tahammül ettim, ancak yarın ne olacağı hakkında hiçbir fikrim yok" derken bulursun kendini. yastığa başını koyduğun andan itibaren aslında en ateşli eyleminin uyumaktan ibaret olduğu fikriyle oyalanırsın bir müddet. hiçbir şey ile bir şey arasında sıkıntılı bir cenderedir geçirdiğin gün ve tozu alınmamış mutfak rafları kadar çaresizdir bedenin. bir başkasının gelip seni cehenneminden çıkaracağı hayali artık yol üstünde çalı dikeni eziyetten başka bir şey değildir ve bir millet uyanıyor dan o halde ben niye hala mahmur gözlerle onları seyrederek uykuya dalıyorum a dönüşümdür olagelen.

kadıköyün kalabalık bir caddesine sürükleniyor ve bir kızın önce bana sıkı bir omuz atıp ardından "önüne baksana be" deyişiyle irkiliyorum. ben iki adım atar atmaz babamın öküz ya da ayı olduğuna dair düşünce beyanında bulunacağından adım kadar eminim. gitsem yanına "aslında durum sandığınızdan daha farklı hanımefendi, babamın sri lanka büyükelçiliğinde ikinci katip olması ya da mezbahanede kasap olması benim keş veya dünya rekortmeni bir yüzücü olmamı zerre kadar ilgilendirmiyor, hem bildiğim kadarıyla kendisi öküzü sadece annesinin köyüne gittiği vakit saban arkasında ya da kurban bayramı öncesi mal pazarında, ayı yı da her yaz memlekete gelip bir iki ay kalan çingene sirkinde sarhoş bekir'in zinciri eşliğinde defle oynatılırken görmüştür. vakit olsa size daha çok şey anlatırdım kendisine dair ancak istanbul da yaşama kuralları gereği görüyorum ki beni kapkaççı veya sapık sanmanızdan irkilip yürüyüp gitmem gerekiyor yoluma. üstelik omuzu yiyende benim öncelikle, dalgın olmam size bana çarpma ve üstüne hakaret etme lüksünü bağışlamaz." desem. ancak burası istanbul ve herkes haklıdır kendi meşrebince. sırf bu yüzden bazen gözlüklerimi çıkartarak yürüyorum yollarda, kimsenin görüntüsü iki metreden evvel beni esir almasın diye. hele güneşliyse hava daha iyi, siluete dönüşür istanbul anında.
tümünü göster