tiran

1

kapıda karşılandım ve bir sandalyede beklemeye alındım. içerisi klimanın da etkisiyle yapay bir serinliğe sardırmış kendini. dümdüz ve bembeyaz bir duvarı boş bırakılmış ve önüne sıra sıra lüks sandalyeler dizilmiş, cep sinemalarından biraz daha küçük bir salon. diğer tüm duvarlarda büyük boy resimler var, daha çok manzara ve çiçek. duvarı boydan boya kaplayan pencerelerin iki yanında kalın kadife perdeler var. karşı duvarda yan yana iki pano ve üzerinde mahkeme duvarlarına yakışır tarzda daktilo yazısından fotokopi edilmiş resmi tebliğ yazıları. hem çaycılık hem de güvenlik olarak iki işi üstlenmiş ancak tek maaşla, üstelik asgari ücretle istihdam edilen konuşkan bir delikanlı ilgileniyor benimle önceleri. ilk bakışta alevi olduğunu düşündürten kara kaş kara göz sırım gibi bir delikanlı. samimiyet kuruyoruz anında, ne de olsa aynı sınıfın farklı versiyonlarıyız. bir ara lavabonun yerini sorup, aynada saçıma başıma çeki düzen veriyorum, dişlerimi suyla serinletip parmaklarımla ovuyorum. tekrar salona dönüyorum ve özgeçmiş denilen kã¢ğıdı gönderdiğim odadan beni çağırmalarını bekliyorum. birkaç kişi dolaşıp duruyor etrafta, ellerinde tomar tomar kã¢ğıt var genellikle ve bilgisayardan cızırtılı sesiyle çıktı alınıyor durmadan. çaycı çocuk bir çay daha getiriyor, yine bir sürü şey konuşuyor benimle, ismi talip, çıktığı bir kız var, laf arasında kızın ailesinin görüşmelerine sorun çıkaracağından bahsediyor bir de üstü kapalı. alevi olma ihtimali gittikçe daha güçleniyor şimdi. böyle de bir sorunu var bu ülkenin, eski kulağı kesiklere göre daha farklıymış önceden. yetmiş seksen arası türkün ateşle imtihan edildiği yıllarda, aşırı sol cenah alevi nüfusa el atmış ve birkaç ilde esaslı bir bölünme ve çatışma gerçekleşmiş iki topluluk arasında. bu illerden bir tanesi de benim doğduğum yer. alevi hemşerilerimin büyük çoğunluğunun o olaylar sonrası istanbula göç ettiğini bilmiyorum daha o zamanlar çocuk aklımla. yaşadığım her şeyi sonradan kitaplardan okuyarak öğrenmek gibi bir mevzuum var benim. teyit edilmesi anlamına yakın biraz. alevileri de okudum dinledim ama kafam epeyce karışık bu konuda, ifadeleri kapalı ve dogmatik. ben türkülerini severim, eski nesil alevilerin misafir ağırlamadan yeni doğan çocuğun beşiğinin kenarına saz asma türü adetlerini severim, demokrat yaklaşımlarını severim. ancak azınlık olarak kendilerini ifade etmeleri ve acılardan müteşekkil bir geçmişi süsleyerek üstlenmeleri bana anlamsız gelir. yavuz sultan selim düşmanlığından, nüfus kã¢ğıdından din hanesinde islam yerine alevi yazılması mahkemesine, chp partisinin sözde din ayrımını her fırsatta reddetmesine karşın seçimlerde belli bazı illerde sadece alevi adayları parti listesine almasına kadar pek çok imge ve oluşumu benim küçük aklım almıyor. kimsenin inancıyla derdim yok, sadece tarihe not düşüyoruz kıyısından köşesinden. bir keresinde çocuğuz daha, yaşlı komşumuz gülbeyaz teyzenin tavuklarını ürkütüyoruz oraya buraya koştururken "yezit'in dölleri" diye bizi azarlıyor. kim ulan bu yezit? ve nereden onun soyu oluyoruz? herkeslere soruyorum, tık yok. iki grup arasında kız vermeme gibi bir gelenek söz konusu o günlerden miras. işin cinsiyet ayrımcılığı kısmını anlatmaya bile değmez, onu da sevgili feminist kadın yazarlarımız simone ve satre'nin etkisinden kurtulup fırsat bulduklarında çözsünler. "gerçekçi ol imkã¢nsızı iste" der altmış sekizli fransız çiçek çocukları. feminist türk kadın yazarlarından çözüm beklemek imkã¢nsız ötesi gerçeküstü bir durumdur yaz bunu da bir yere. şimdi bilmem ne zaman yaşamış, kim bilir neler yapmış ebu süfyanın torunu olduğu bilinen şahsın benimle ne kadar bağı varsa, kuantum fiziğinin de bölgesel, ırksal, dinsel, etnik fanatizme o kadar etkisi var hacım. alev alatlı ablamız, bu konuya açıklık getirirse şu günlerde ezcümle haberdar olur, yüreğimize su serpilir, önümüz aydınlanır, kulaklarımızın pası açılır, dilimizin bağı çözülür. valla burada biri var!..

ben bu düşüncelerle epeyce dağılmışken, talip yanıma geldi ve nihayet kabul edildim kraliçenin huzuruna. odaya girip kenardaki sandalyeye iliştim, bir süre bilgisayarla uğraştıktan sonra "talip" diye seslendi. gözlerini üzerime dikip bir müddet tarttı beni. göz temasının .mına koyum, eğdim başımı yere, sıkılıyorum olduğum yerde. mal pazarında satılık koyun klişesi. kavun olsa dibini koklarsın, karpuz olsa şaplak atıp sesini dinlersin, at olsa dişine bakarsın, benim neyime bakıp da tartıya alacaksın. orta anadolu'dan miras yanık ten, asimetrik yüz hatları, kemiksiz boksör burnu, alnı öne çıkaran önden dökülmeye başlamış saçlar, alkollü gecelerin mirası gözaltı torbaları, rengi belirsiz uyuşuk uyuşuk bakan gözler, az önce ekşi limon yemiş gibi bir ifade, sanayi çırağı artığı yanı yöresi çizik kalın ve uzun parmaklar, orta ayar tezgã¢htar giyim tarzı, eğik duruş, sert bakış, umutsuzluk felsefesi, buhranlı yaşam tarzı, ceviz kabuğu geçmiş, bok içinde badem sevdalar, gülkurusu, tuz kokusu, ucuz şarabın cam bardak dibi tortusu, elma şekeri, muz kabuğu. kadın bana baktığında bunları düşündüğümü anlamıyor elbette ve ben de anlatmaya pek hevesli değilim zaten. orta yaşın üzerinde ve son demlerini yaşıyor güzelliği. sutyenle desteklenmiş göğüsler büyük ve biraz eğilse "çorumla sungurlunun arası, yaktı beni gözlerinin karası" türküsünü çaldırtacak cinsinden beyaz gömleğinin üst düğmeleri açık bırakılmış. elbette saçlar sarı ve sabah çekilen fönden eser kalmamış şimdi. "bu memleketin esmer yaratılmış sarı saçlı bayanları birleşin" deseydi karl marks, edirne'den ardahan'a kadar sayıca epey fazla bir taraftar kitlesi olurdu kendine eminim. şimdi bunların bir de dernek falan kurduklarını düşünün, diyelim ki dernek başkanlığına da bizim müstakbel müdire seçilmiş olsun o dönem. bir masa etrafında toplanıp önlerinde çay kahve "sarışın kadın aptaldır" sorunsalına sahte sarışın olarak çözüm aradıklarını hayal edin birde. aman sabahlar olmasın, güneş bir daha doğmasın, kurbağalar kısır kalmasın, kurtlar sisli havalarda dışarı çıkmasın, kargalar beyaz gömleklerimizin üzerine sıçmasın.

önemli biri olduğunu düşünüyor, o öyle sandığından etrafında ki herkesin de buna biat etmesini ister bir hava hã¢kim odaya. isimlik tabelasında müdüre yazısı özellikle büyük yazılmış, sıfatların isimleri gereğinden fazla tamlamaları herkesin işine geliyor olmalı. varsayalım bir gecekondu mahallesinde bir akşam kız istenmeye gidiliyor. çikolata, çiçek, takım elbise üçlemesi tamam. "siz ne iş ile meşgulsünüz hamdi bey?" "hademeyim ben aşağı mahalledeki ilköğretim okulunda, ya kızımız nerede çalışır?" "uluslararası yabancı bir firma da yönetici asistanı" "öyle mi? bizim hıdır da çok uluslu bir firmanın kirli tabaklar servisinde temizleme uzmanı". birleşmiş milletlerin anasını eşşekler kovalasın sabaha kadar, tezgã¢htarına satış temsilcisi adını verdiği halde asgari ücretle çalıştıran ve aylık ssk primini yatırmaktan imtina eden, vampir kırması kapitalist patron zihniyetinin de öyle. solcu senaristlerimiz bunalım altmış sekiz kuşağını anlatmaktan vazgeçip esaslı bir konuya parmak bassalar kurbağalar kısır bilirim, öte yandan "halk bizi anlamıyor, biz sanat yapıyoruz" teranesinin, beceriksizliğin süper ego sayesinde perdelenmesi anlamına geldiğini de iyi bilirim. halk denen güruha inanmadan, ne alçak perdeden ne de bir basamak yukarıdan yaratılmadığını bileceksin bu sanat manat işlerine bulaşacaksan eğer. manatı kırkından sonra resimle uğraşan emekli müsteşar karılarıyla, şiir yazan ibnelere bırak ve asla sanat yapıyorum diye ortaya çıkma bu memlekette. olabilecek en boktan sıfattır, hele bir de meslek olarak nitelendirilmişse durum haddinden fazla tehlikeli bir hal alır. gazetede bir haber, son albümünü çıkarmakta olan kadın sanatçımız malezya usulü rejim yaparak bir ayda beş kilo verdi. iki gün sonra ilk klipini çekerek götünü bacağını, göster ama verme tarzında sergileyecek televizyonlarda ve biz toplum olarak onun kasetini alarak ulus da yeni bir villa almasına katkıda bulunacağız. ne güzel istanbul! yaşasın korsan, kahrolsun sanat. ne diyorum ben yahu? zehirleniyorum hafiften ve ortalığı kana bulamakta sakınca yok amcası.
tümünü göster