6

kravat takmadım ama ceket, gömlek, kumaş pantolon üçlemesini kuşanarak, siyah ve ona yakışan formlarını oluşturmayı becerdim sokağa çıkarken. nisan güneşinin hayata anlam yükleyecek derecede güzel ışıltılarıyla ferahlayarak sanki daha bir temiz, daha bir tenha, daha bir şefkatli istanbul bugün. kahveye gitmekti niyetim ama ekrem'in dükkã¢na uğramaya karar verdim. ekrem'in girmediği denemediği iş kalmamış neredeyse. bir kısmının kanunsuz olduğu üzerine söylentiler var arkasından. ben dedikodulara burun kıvıranlardanım. bir şey doğrulanması gerekiyorsa dobra ve muhatabından gelmeli. ekrem'i ilk tanıdığımda sert erkek tavırlarına gıcık olmuştum. leman dergisinin sayfalarından atlayıp dünyamıza düşmüş karikatürize giyim ve saç tarzı, argo ve üst perdeden konuşması epey bir süre uzak tuttu beni sonradan epey seveceğim bu dostumdan. bıçkındır, tehlikelidir, uçurum kenarı çocuğudur ve içine helva sarılmış ev yufkası kadar merhametli bir yüreğe sahiptir. bir keresinde arkadaşları bunu bir kavgaya götürmüşler, karşı taraf tedarikli ve kalabalık bir kadroyla karşılamış bunları. sadece ekrem kaçamamış, diğerleri tabanları yağlamışlar postu deldirmemek için. beş on kişi almışlar bunu evire çevire benzetmişler tekme tokat, en sonunda bir inşaata sığınmış ve oradan eline geçirdiği bir beş on tahtayla kuşatmayı yararak kendini kurtarmış. o gece yanıma geldi, dayak yediği umurunda değildi, dayak atanlarla da işi yoktu, o'nu götürenleri kafaya takmıştı. tüm ısrarlarıma rağmen hastaneye götüremedim, iç kanama söylemlerimi ağzıma tıkadı. "bırak ağabey yav, ağzına sıçacam hepsinin" diyor başka bir şey demiyordu. bira verdim, elini yüzünü sildim, kolonyayla dağladım yaralarını. bir türlü öfkesini dizginleyemiyordu, ".mına koyacam tümünün, bıraktılar beni sokak köpeği gibi tek başına orada" beni dinliyor ama kendi düşündükleriyle çok meşgul olduğundan pek kaile almıyordu. uyuyana kadar sürdü bu sağırlar diyalogu. "abi anam şimdi endişelenir diye gitmedim eve, bir telefon edeyim de meraklanmasın garip" o gece kurduğu en anlamlı cümleydi, geri kalanların tümü yarın tek tek yapacaklarına aitti. en çok da kedi cevdet'e kırılmıştı, "böyle değildi bu oğlan, neredeyse beraber büyüdük, beraber girdiğimiz kavgaların haddi hesabı yoktu" diyordu. "aç mısın?" diye sordum misafirperver bir ağabey olarak. başını salladı ve sigaraya yumuldu yeniden. sabah kalktığımda gitmişti, başta kedi cevdet olmak üzere diğer bitirim dostlarını ziyarete gittiğini biliyordum, bir kısmının o gün başının epey ağrıyacağını, hepsiyle köprülerin sonsuza dek yıkılacağını da. ekrem asla ertelemez, asla affetmez, asla peşini bırakmazdı kafaya taktığı kişisel davasının. sedat peker ve alaattin çakıcı hayranıdır ayrıca. "arkalarına koca bir karadenizi almışlar usta, yedirmezler istanbul'u karagümrüklüler gibi haytalara. adamların tek özelliği psikopat ruhları, nuriş gitsin sibel can'ın tüylerini yolsun, ne işi olur onun mafya babalığıyla" gibi sanki içerden biriymiş gibi ahkã¢m keserdi kahve köşelerinde. allah'tan hiçbiri ekrem'in farkına varmadı da garip anasını hapishanelere düşüp ya da bir çatışmada bok yoluna telef olup daha fazla ağlatmadı. semt pazarından benzin istasyonunda pompacılığa kadar işlere girip çıktı. "pompacı ekrem" dedikleri de olur o günlerin hatırasına. cinsel bir içerik taşıdığı ve salon kabadayıları arasında kullanıldığında sesini çıkarmaz ama az tanıdığı ya da sevmediği biri tarafından dillendirilirse posta koymayı da ihmal etmez, "bana sadece arkadaşlarım pompacı der, sen kim oluyorsun lan" diyerek tersler. bir ara üç kişi epey afili bir işin peşinden koşmuşlardı. büyük kulüp'te kumar oynayan kodamanlardan biri bunların elinden tuttu ve tuzla tersanelerinde bir kantin işletmesinin sahibi oldular. ihaleyi nasıl üzerlerine aldıkları hala karanlıkta kalan bir konudur. bir gün takım taklavat lacileri çekmiş, siyah güneş gözlükleriyle, güzel bir arabayı kahvenin önüne park etti. kadim dostları sevindi, diğerleri kıskandı ama ekrem eski ekrem'di. üç beş ay sonra ortaklarından bir tanesi içki, kumar, kadın üçlemesinin de verdiği ara gazla ekrem'i ve ortağını soyup soğana çevirip sırra kadem bastı. haftasına işe girmelerine ön ayak olan hamileri bunları beykoz'da ki konağına çekip bir güzel ıslattı. "paraya yanmıyorum ulan, itibarımı iki paralık ettiniz itler, bir daha tuzla'ya elli metre yaklaşın sülalenizi silerim istanbul'dan" diyerek bunlara mühlet verip parasına yüklü bir faiz işleterek geri istedi. bu tür adamlar üzüm yiyen köpeği pekmez sıçana kadar kovalamalarıyla meşhurdur. ekrem atladı otobüse rize'ye gitti, amcaoğullarından her sene gelen çay parasını bu sefer erkenden tahsil etmek ve mümkünse borç para almak üzere. sonra neyi var neyi yok satıp borçlarını kapatıp, mahallemize kesin dönüş yaptı. kendine yamuk atan arkadaşını tüm aramalarına rağmen bulamadı ve içki içerken sıraladığı tehditlerin çınlaması uzayda yankılanıp duran ve kaybolan hoş bir seda olarak kalıncaya kadar küfretmekten kendisini alamadı. bir zamanlar çalıştığı berber rüstem amcanın yanına kalfa olarak girdi ve halen irtibat bürosu olarak kullanıyor dükkã¢nı. rüstem amca, ekrem'in geniş çevresinin de etkisiyle işinden memnun ama kenar mahalle kabadayısı tavırlarına da kıl oluyor içten içe. bir keresinde beni bile aracı etti. "konuş şununla, senin sözünü dinler, içmenin sıçmanın, kavga gürültünün sonu yok, nerde başıbozuk bir hırpani var bunun arkadaşı" diye beni doldurdu. doğal olarak içki eşliğinde açtım konuyu, ne kulak astı ne de söz dinledi. sadece "söylerim az gelirler mekã¢na." diye bağladı muhabbetin sonunu.

"selamünaleyküm!" daldım içeri, ekrem tezgã¢hta bir müşterisi ile meşgul. gözleri ışıdı "hoş geldin baba, otur keyfince" gazetelerin sıralandığı sehpanın arkasına kuruldum. "lan cezmi, çay söyle selim abine" diye seslendi çırağa, müşterisine de çay isteyip istemediğini sorup "üç olsun oğlum, canın çekiyorsa kendine de al." dükkã¢nın önündeki telden çamaşır kurutmak için kurulan tezgã¢ha yıkanmış havluları asan cezmi fırladı gitti anında. berberlerle müşterileri arasında kurulan o özel ilişkiyi baltalamamak üzere gazeteye gömüldüm. aynı teraneler, neden mizah duygusu bu denli az bu gazetelerde. asık suratlı köşe yazarları kabız oldukları bir sırada çektirdikleri fotoğraflarını köşe başına asmışlar. alt tarafa döşedikleri yazıları da kurtlanmış keçiboynuzunu anıştırıyor. yoruluyorum, sigaradan medet umuyorum son çare olarak. cezmi çay tepsisini sallayarak getiriyor. ekrem fırça atıyor "niye sen getiriyorsun çayı?" diyerek. mahcup ve sesini çıkarmadan dağıtım yapıyor. iyi bir bahşişi hak etti şimdiden. müşterinin kulak kılları ispirtoya batırılmış bir ucu pamuğa sarılmış kalın bir tel marifetiyle yakılıyor çay sonrası. kaş ve saçlar elle siperlenip kulağa yaklaştırılıp çekiliyor yanan pamuk. ihtiyarlığın şeref madalyasıdır kulak kılları erkek adamda. kulak kılı işlemi aynı zamanda tıraşın sona erdiğine işaret. kolonyalar ikram ediliyor, rötuşlarla uğraşılıyor ve "sıhhatler olsun" temennisiyle sona erdiriliyor tören. cezmi cekete yelteniyor hemen, yumuşak bir fırçayla omuzlara düşmesi muhtemel kıl artıklarını temizliyor ve ceketin giyilmesine refakat ediyor. "eline sağlık usta, borcumuz?" "beş lira" beş lira cüzdandan özenle çıkartılıyor, paranın bütün olarak sunulması sonucu cezmi'nin bahşişi arada kaynıyor ve çekip gidiyor adam. ekrem aletlerini yerine yerleştirip, tezgã¢hına çekidüzen verdikten sonra yanıma oturuyor. rüstem amca yine hastaneye gitmiş, romatizmaları tat vermiyormuş epeydir. lafı evirip çevirip bana getiriyor, meraklı gözlerle kılık kıyafetimi tartıyor. durumu izah ediyorum, iş görüşmesi için akşam kadıköy'e gideceğimden dem vuruyorum. seviniyor hemen, gözleri ışıyor, kelimeleri canlanıyor. demek ki etrafım benim işsiz halimden endişeleniyor epey zamandır. insanın kendi sorunlarına yakın duran kişilerin yanında olması çok büyük bir şans. umutlandırıyor hayata dair ve tahammül etmeme dayanak oluyor. bir ara beni koltuğa oturtup saçıma çeki düzen veriyor ekrem ve ense kıllarımı alıyor özenle. cezmi'yi iddaa kuponunu yatırmaya gönderiyorum ve geri döndüğünde cebine bir miktar bozukluk sıkıştırıyorum. bir iki müşterinin dükkã¢na damlamasıyla beraber gitme vaktimin geldiğini gösteriyor saatler. biz işsizler sınıfı duyarlı davranmalıyız işi olanlara, onları gereksizce meşgul etmeden ve işlerinden alıkoymadan takılmalıyız yanlarında. "hayırlı işler" diyerek ayrılıyorum dükkã¢ndan, yürüyüşüm bile yabancı geliyor bana bu kıyafetlerle. daha dik duruyorum ve kendinden emin adım atıyorum sanki. pozitif enerji manyaklarına benziyorum hafiften, " her şey çok güzel olacaktan" "ölmek için güzel bir güne" dönüşmek istiyorum ama elvermiyor güneş. kahvehaneye gitme fikri, kılığım kıyafetim sebebiyle olur olmaz herkese izahat yapmak zorunluluğunu çağrıştırdığından çekici gelmiyor artık. atlayıp kadıköy'e gitmek daha iyi, en azından rıhtımda oturup saçıma rüzgã¢rla fön çektirmek mümkün ancak meç yaptırmak imkã¢nsız, zaten meç yaptırmanın mantığını anlamak ta kabil değil. kadınlara yakışabilir ama erkeklerde nuri alço devrinden sonra kalsın hocam ben almayayım. aşağıya doğru yürüyüp e-5 karayoluna iniyorum. bugün benim şanslı günüm herhalde, tanıdık dolmuşçu rast geliyor iyi mi? çankırılı recep abi neredeyse dolmuşçu ã¢leminin lakapsız tek şoförü. çankırılıyı lakaptan sayarsan çok çok öyle anılır. recep abi emekli, başında saçı yok, ağzında dişi yok, elde yok avuçta yok, ama götürdüğü kadının haddi hesabı da yok. tip dersen çarşamba pazarından biraz hallice ve recep abi fahişelerle iş tutmaz gel de akıl sır erdir. çüküne bal çalmış babası doğarken derler de duy da inanma.
tümünü göster