4

eski usul çin işkencelerinden birinin üzerimde denendiğini ve berbat bir cendereye sıkıştırılmış hissetmemi sağlayan ses düzeneğiyle mekanik saatim, şimdiye kadar onu bozmak için geliştirdiğim tüm yöntemlere rağmen çalışmasını sürdürüyor. kaç kez duvara fırlattığımın sayısını ben bile unuttum, ama kendisi kelimenin tam manasıyla rus oğlu rus olduğundan, ucuz, gösterişsiz ve dayanıklı olmaya daha en başından kurgulanmış görünüyor. biz türkler pratik ve daha günü kurtarmaya yönelik aletlerin mucidiyiz nasılsa. eşyanın tabiatı dedikleri şey de bu olsa gerek. bir şey büyük, abartılı, ambalajı şık ve bol ışıklı reklamla piyasaya sürülmüşse gözün kapalı made in usa damgasını vurabilirsin örneğin. işlevsel ve sıra dışıysa japon'dur, himalaya dağ meltemi esintilerinin ve koskoca, çifte su verilmiş çelik samuray kılıçları tarihinin çocuğudur. eğer mal, güvenilir, pahalı, garanti belgeli ve dayanıklıysa sosis ve bira eşliğinde kuzey avrupa da üretilmiştir. her ne olursa olsun taklitse çin, kore ya da türk malıdır. işkenceye de alışılır, değil mi ki insanın adaptasyon yeteneğine işaret eder yedi bin yıllık yazılı ya da değil tarih destanımız. bir keresinde kendisini aslı'nın gidiş saatine ayarlamıştım benim bu rus'u. kurmadım sonra öylece kaldı uzun bir süre. bir gün aslı saatin durduğunu söyledi. ' senin gittiğin saati gösterebilme yeteneğine sahip sadece ' diye aklımca kompliman yaptım. kendisiyle ilgili her şeyde olduğu gibi aslı ayrıntıya indi, bir sürü süprüntü cümle kurmak zorunda bıraktı beni. kompliman arada kaynadı gitti, geride beklemiş hoşaf tadında buruk lezzetler bırakarak. bir keresinde de kökenleriyle ilgili tuhaf bir övgü saplantısına takılıp kalmıştık böyle. arnavut göçmeni kökene sahip olmasının benim lügatimde ufak taşlarla örülmüş kaldırım, una bulanarak kızartılmış ciğer ve inatçı bir savunma taktiğiyle anti futbol oynayan arnavutluk milli takımından başka hiçbir çağrışım yaptırmayışı, anlamadığım sebeplerden gücendirdi aslı'yı, oldukça güzel geçen bir akşam yemeği sonrası. domuzluk bende biliyorum. doğrucu davut ile kral arthur el ele vermişler de ' şövalye kanunları ' el kitabı yazmışlar sanki okuyup uygulamam için. her yerde her düşünülen fikir dile getirilmemeli felsefesini bir tür maskeli sahtekarlık saydığım sürece başıma gelecek felaketlerden dilim sayesinde mesulüm amenna. olayı neredeyse ırkçı bir söyleme oturtmasını da ben ateşledim farkındayım. ama sırf türk olduğum için neden gururlanmam gerektiğini ve sokağa her çıktığımda, beş bin yıl evvelki atalarının uçsuz bucaksız orta asya steplerinde at sırtında, taş üstünde taş, baş üstünde baş komayarak sınırlar değiştirip devletler kurmalarının, ortalıkta salınan, cadde boylarında piyasa yapmakla meşgul bu nesle ne gibi bir faydaları olduğunu sormak ise başlı başına kabustu. hep tetikte ve savunmada yaşayan habis ve tescilli kötü bir ruha da sevgilisine ufak tefek de olsa mutluluğu çok görmek yaraşır zahir. boşuna kaybetmedim ben bu aşk oyununda.
gece neye hizmet ettiği belirsiz bir içgüdüyle kurduğum saatimin cırlamasıyla uyandım bu sabah. bugün perşembe ve epey süreden beridir ilk defa sabah kalktığımda sigaraya emzik gibi asılmak değil, sıcacık demli bir bardak çay ve ekmek eşliğinde yumuşak, yağlı peynir parçacıkları yemek geçiyor içimden. giyinip bakkala çıkma hevesim ve aynanın karşısında artık dişlerimi fırçalamam gerektiğini düşünmem de iyiye alamet değil. ne olur ne olmaz gibisinden sokağa çıkar çıkmaz bir sigara iliştiriyorum dudaklarımın ucuna. peynir yarım yağlı üç yüz elli gram, fişek yapılmış gazete kağıdına tıkıştırılmış iki yüz gram siyah zeytin, çikolata, ekmek, sigara, kibrit, sakız ve diş fırçası. bu hızla alışveriş yaparsam bir iki hafta sonra iflas bayrağını göndere diker ve borçlanma devresine girerim ki bu oldukça can sıkıcı bir durum. zaten baba desteği olmaksızın bu kadar yıl ayakta kalmam epeyce zor olurdu benim için istanbul'un bu güzide köşesinde. bir de bizi neden avrupa birliğine almıyorlar diye hayıflanıp duruyoruz. otuzlu yaşlarda hayata hala ailesine bağımlı tutunmaya çalışan kocaman bebeklerin boy boy kapılardan dışarıya yeşerdiği bir ülkeyi kucağına oturtsun diye kapı kapı dolanmaktan ayaklarının altına kara sular indi delikanlı başbakanımızın. tanzimat'tan bu yana yüzünü batıya çevirmiş ve demokrasi dahil tüm siyasal ve toplumsal gelişimini dışardan gelecek desteğe endekslemiş bir ülkenin başbakanına da asgari ücrete yıllık yüzde on iki zam yapıp avrupa da kulis yapmak yakışır. hakkını yemeyelim daha kötülerini de gördük evvelinde. bir şeyler yapar gibi görünüp suya sabuna dokunmadan iktidar koltuğunu işgal eden en azından beş tane başbakan ismi sayabilirim türk siyasi tarihinde aklımın ancak erdiği on iki eylül askeri darbesi sonrası. bugünlerde gıda maddelerinde yüzde on sekizlik katma değer vergisinin yüzde sekize çekilmesi gündemi meşgul ediyor ki olumlu bir gelişme, gelirinin büyük kısmını gıda sektörüne ayıran kitleler açısından. fakat fiyat ayarlamasını serbest piyasa koşulları gereği üretici firmaların eline bırakmakla bu ne denli akıllı bir iştir, zurnanın son deliği tüketici zevatın cebine nasıl yansır göreceğiz yakında.

eski bir gazete kağıdı serip kuruldum salonun orta yerine, paraya kıyıp gazete bile aldım anasını satayım. hayatı zehirlemenin iki yolu var; ya günlük yaşayıp sıkıştıracaksın kendini alelade iş ve ilişkilerin demir leblebi kıskacına, ya küçümseyip yaşantını daha yüksek değerlerin peşinde harcayıp gideceksin elinde var olanı. yirmi iki yaşına kadar futbol takımı taraftarı olmamamın anlamını çözemeyişimin arkasında ki hakikat, hayata yeteri kadar tutku yerleştiremeyen silik kişilikler havzasında yitip gitmemdir. arkadaşlarımın sürüklemesiyle gittiğim bir futbol maçında sadece anın tadını çıkartmaya çalışan iki hippi turistin hiç anlamadıkları dilde yapılan tezahüratlara güle oynaya eşlik etme gayretlerine, bizim el kol hareketlerimizi beceriksizce taklit etmelerine ve kalabalığın coşkusuna ayak uydurma çabalarına öylesine imrendim ki hemen orada beşiktaş'ın görüp göreceği en ateşli taraftar olmaya karar verdim. sarışın, yüzü çilli kız bizim takım gol atar atmaz erkek arkadaşına öyle bir sarıldı ki, biz türklerin bir sorununun da aktif yaşama yeteneğimizin daha çocukluk döneminde çeşitli baskılarla sakatlanmış olduğunu hissettirdi bana. roller çiziliyordu daha en başından ve biz o kalıplara uygun davranış türleriyle var olduğumuzda mutlu olabileceğimiz öngörüsüyle yetiştiriliyorduk. haliyle daha stresli ve kompleks mizaçlı olmamız kaçınılmaz bir çıkarımdı ve ' bizim topraklarda sert olmayan adamda dert olur oğlum ' diyen bir babanın oğlu olarak bu saatten sonra hayata bakış açımı değiştirmeyi biraz zor kabullenebilirdim. sanırım aslı'yı korkutan nedenlerden biride bu karamsar izdüşümdü. değilmi ki babasından öğrendiği kırılmaz kalıplar zincirine sıkı sıkıya bağlı erkeklik figürü beni ona çekmişti ve yine aynı gerekçe nasıl üniversiteye başladığından itibaren hızla kendini evinden uzaklaştırıp savurmuşsa ıraklara, benden de o aynı merkez kaç kuvvetiyle kopup gidecekti zamanı geldiğinde. sadece beni algılama sorunlarıyla baş başa bırakıp gitmesi onuruma dokundu. ' sev ama uzaktan ' felsefesini ' ' senle ya da sensiz olmuyor ' aptal diplomatik benzeşmesiyle örtüştürmesini içime sindiremedim hiç.
tümünü göster