sonraki günlerin birinde internette araştırma yaptım biraz. önce aslı'nın t.c. kimlik numarasını buldum. adı, soyadı, ana ve baba adı, yaş ve cinsiyeti bilmek yeterli ne de olsa. sonra ssk'nın ana sayfasına girip biraz uğraşarak hala sigortalı olarak çalıştığını ve pek de iyi maaş almadığını öğrendim. işyeri numarasını kaydederek kadıköy ssk da çalışan üniversiteden arkadaşım hüseyin'e telefon açtım ve çalıştığı yerin telefonda söylediği gibi balıkesir'de özel bir okul olduğunu öğrendim. bir an içimden atlayıp yanına gitme isteği geçti ama bilirim bu yolda erkeğin başvuracağı en son seçenektir yapışkan aşık rolü. telefon numaralarını kayıt altına aldım işyerinin ama onu da aramadım sonrası. artık onsuz devam etme gerçeğine alışmam gerekiyordu nasıl olsa. aynı kuyuya üst üste iki kere düşmemeli insan, ihanetin cezası unutmak olmalı, ancak bir süreç sorunudur aşk denilen hadise. bazen sadece süprüntü yaşantımı sürdürebilmek adına geçerli bir sebep aradığımı ve bulabildiğim en şiirsel bozguna aslı'yı bilerek ve isteyerek alet ettiğimi düşünüyorum. yaşantılarına sadece elleriyle değil her hücresiyle kök salmış bel bağlamış efendilerin dünyasında benim payıma düşen de kıpırtısız can sıkıntısı sevgilim. ben böyle sonradan olmuş da değilim, bununla doğdum, bazen tamamıyla ben buyum. derin ruhi depresyonda denir telaşlı bir etiketleme varsayımında. hiç fark etmez, kelimeler sadece işkenceyi betimlemenin izini sürerler. nihilist hiç değilse ne olmadığının farkındadır, ben topyekã»n kaybolmuş bir neslin geleceğiyim nasılsa. kavramlardan beynim buruşmuş, aklım tavana vurmuş, korkudan gözlerim çukura kaçmış, rüyalarımda demir yabalı iblisler, sesinden sakındığım, görüntüsünden sıkıldığım puslu istanbul akşamları. böyle bir yol haritasında, her şeyin çözümünü aslı'nın varlığına ve yanımda olmasına indirgemem ve o'nun benim kimliğimi alıp, çiğneyip, fırlatıp atıp, hükümsüzleştirmesinin ağır gelişi. içimde birbirine zıt iki değil her biri ayrı hava çalan binlerce çingene duygulanımın salınışı ve bunları herhangi bir faniyle paylaşamamanın derin kederi. akan kan yerde kalmaz piç diyerek akla gelecek her suçu kabullenen batıl itikatlarımla, devasa cahil bir müminin nafile yakarışlarında ki çaresizlikleri el ele gönül gönüle birbirlerine dost tutturmuşum ki akıllara zarar. arada kalmışık da ötemizden berimizden çekiştiriyormuş bizi yırtıcı akbabalar gibi kapitalist abilerimiz ve onların muhteşem renklerde ışıklı reklam panolu şirketleri. seni elde ettiklerinle değil de, edemediklerinle tartan çağdaş zaman ilahlarının kulağına fısıldadıklarına ne çabuk kandın, o lanet ruh hangi zamandır kapı dibinde bekliyordu da sonunda evinin kapısını ona ardına kadar açtın ve nutkun tutuldu be oğlum. dünyada hiçbir şey onursuz bir yaşamın gerekçesi olamaz. hayatın geri dönüşüm kutusu ve garanti belgesi yok. yaşanılanlara bir daha yeniden başlamak mümkün değil. hem geçmişten daha boktan ne var ki? yaşasak ve unutsak her şey çok daha güzel olacaktı. ama hayır, hep peşinden kovalar seni bet sesli kurbağa, ne çok eksik taş vardır yerine konulmadık ve ne çok eylem vardır gereksizce harcanmış. dudaklarımdan dökülen her kelimenin saçma bir söylemin kırıntıları olduğunun henüz farkına vardığım yıllarla, suskunluğumun etrafımca anlamsız bulunduğu ve kötüye yorulduğu günler arasında ki sırat köprüsünün üzerinde dans ettiğim zamanlar o kadar da uzak bir geçmiş değil henüz. şunun şurasında aslı'yı bir buçuk yıldır görmedim ve topu topu iki kere telefonda konuştum bu zaman zarfında. ilkinde beni terk etti ikincisinde de kafam bir milyondu. balıkesir civarında bir yerlerde öğretmenlik yaptığını söyledi en çok. aramıza önceden boğaz girerdi şimdi bir de marmara'yı sıkıştırdık.

karşı kıyının her ışığına farklı bakardım ben aslı'sız yıllarımda. şimdi en azından yalova'yı uzaktan görebilmek için bile darıca'ya gitme gereği cebimde. onu da yaptım araba vapurlarının kalktığı yeri en tepeden gören yerde, yaslı bir marmara akşamında vurdum rakının dibine dibine. muhabbet koyu, mezeler taze, hava güzeldi o gün. her şey zararsız muhabbetler çağında aylak takımından dört beş kişinin kahvehanede yapacak daha iyi bir iş bulamayıp yan yana gelmesiyle başlamıştı. her yarım saatte bir televizyonda canlı yayınlanan at yarışlarının araya girmesiyle kesilen konuşmaların bilmem kaçıncı tekrarlarından birinde " sabri kimi bulursa içer " diye bağladılar lafın sonunu, salih de durdu durdu " selim de ne bulsa içer " diye zıpladı ortalık yere. ben daha yeni gelmişim, ortama ısınma telaşındayım, ancak ispirto ve sulandırılmış kolonya haricinde envai çeşit alkol bileşimini kısacık hayatımın ilk yarısına sığdırdığım ve bunu kendimi övme adına bir iki yerde dillendirdiğimin farkındayım henüz. sabri " bu akşam araba bende, bir yerlere gidip takılalım " demez mi! canıma minnet benim, madem kadim dostlarımdan biri üzerime bir yafta yapıştırmış, bayraktarlığını yapıp yüzünü yere eğmemek boynumuzun borcudur öyleyse. aklıma geldi " darıca'ya gidelim baba " deyiverdim. sabri baba deyişi boşuna değil. mavi gözlü olmasa da enine boyuna dev gibi bir adam sabri. akşama nevale düzüldü, mangal teşkilatı hazırlandı, tekirdağ rakısı alınıp dinlendirildi. e5 karayolundan darıca'ya akşamüstü yola çıktık

bayramoğlu'na uğrayıp rıfat'la kardeşi şeref'i de aldık yanımıza. çimento fabrikası ve araba vapurlarının kalktığı uyuz limanı tepeden gören mekana gelişimiz biraz zaman aldı. rıfat " buralar hafta sonu yiyiş yeri aga, her ağaç dibinde bir araba durur yol boyunca" diye özetledi durumu. arabayı park edip mangalı ateşledik, salih etleri hazırladı, soğan ve sarımsak közledi ve yumulduk rakıya. biraz zaman geçmedi ki tatlı bir rüzgar sardı etrafımızı. neşeli fıkralar anlattı sabri, sivas'tan, diyarbakır'dan, istanbul üniversitesinde ki müptezel yaşamından tayfun talipoğlu tadında yol hikayeleri sıraladı. neşeli kahkahalarla, it kopuk masalları, kaderin cilvesi, öküzgözü üzümünün şaraba dönüşme faslı, demlenmenin incelikleri, dedikodu, siyaset, spor mevzularından hiçbirini es geçmeden, ara sırada ağaç diplerine işemekle aralanan vakit ne zaman geçti ve nasıl oldu da güneş denizin üzerinden batmaya niyetlendi farkına varamadık hani. istanbul her şeye olduğu kadar gün batımına da yabancılaştırıyormuş insanı idrak ettik el birliğiyle. gri, topak topak bulutların üzerinden etrafı kızıla çalarak ve denizle oynaşır gibi kayboldu mübarek. daha o son ışıklarını denizle çakıştırmadan ay kendini gösterdi biraz ürkek ve sanki koyu bej tül bir perde arkasından. karşı kıyının ışıkları seçilmeye başladı yavaştan ve balıkçı tekneleriyle araba vapurlarının farları yalazladı denizi. sabri iyi içiyordu doğrusu, salih araba kullanacağını öne sürerek geri durdu bir iki kadeh sonrası ve güzelleştik top yekã»n. muhabbetin son demlerinde iyiden iyiye kararmıştı ortalık ve karşı kıyıya dalıp efkarlanmıştım yine ufaktan. aslı zihnimin bana oynadığı türlü oyunlardan yol bulup yine açığa çıkarmıştı kendini ve ben teslim olmuştum epeydir, kaçmıyordum düşüncelerimden. rıfat " hadi ağa gidelim artık geç oldu " diyene kadar o hal üzere ne kadar kaldım bilmiyorum. sonra kalktık, cila niyetine yudumlanmış kahverengi şişeden efes birasının da verdiği ara gazla her birimiz bir başka ağacın dibine ayaküstü işeyerek iz bıraktık darıca tepelerine. sırtlanların ve aslanların bu yolla hakim oldukları alanın sınırlarını çizdiğini televizyonda izlemiştim, kedilerin aynı yöntemi kullandığını ise gözlerimle gördüm. hayat devam ediyor ve her tür kendi yaşam mücadelesini ortaya koyuyor ama sadece insan bunu anlamlandırma gayretine yeltenebilme cesaretini gösteriyordu. ve bunu yaptığı her seferde daha da hızla taş duvarlara toslamaktan kendini alamıyor o ayrı.
tümünü göster