"seviyoz dedik ya la allahsız, takıp ta mı etmeyek..."

eskiden aşklar farklı yaşanırdı benim memleketimde. önce kız göze kestirilir, sonra gönülde ateşler yakılır, ardından eş dost haberdar edilir, gerisinde köpek gibi sürünülürdü. biz yan yana gelmek ne demektir bilmezdik, kızlar hiç bilmezdi. sabahın köründe sırf kız okula giderken görecek diye yarım saat kara kışın ayazında bekleyenine şahit oldum. bekleyip de ne olacak sanki? yolun başlangıcından itibaren kızı görecek, ne konuşacak ne de selam verecek, sadece izleyecek, kız bunu fark eder ya da etmez geçip gidecek, o bu sefer arkasından bakacak, sigara tellendirip efkarlanacak ve nihayet görüntünün son kıvrımları da ortadan kaybolduğunda çekip evine gidecek. ne var ki bunda diyeceksin, ama altı ay boyunca her iş günü gerçekleşiyorsa fark ediyor. sonuç; sıfır. kız okuyordur ve okuyan biriyle evlenecektir nasılsa, erkek işçi olmuştur ve münasip bir yuva kuracaktır annesinin üstün gayretleri sonucu. işin bir de kızın hiç haberinin olmadığı bir boyutu var. gece gezerken evinin önünden geçmek, kapalı perdelerin hangisinin ardında olduğunu hayal etmek, yüreğiyle selam göndermek ve sessiz sedasız geri dönmek, herneyse...

bir zorlu kış akşamı edilmiştir bu kelam. "seviyoz dedik ya la allahsız, takıp de mi etmeyek?.." ikinci ağızdan dinlemişim. bir kaç sene süren sevdalıktan sonra gönlün dili ağızın kapısına dayanmış ve erkek kıza itirafta bulunmuştur. belli ki kabul görmemiş, olur mümkündür. ama gel gör ki gönül de ferman dinlemiyor, kız belli ki okul çıkışı bekleniyor yine de. ve bu epey bir süre devam etmiş ki, kız da tepki koyuyor kendince. aldığı cevap aynen bu, bu cevapta aşkın odu gizli, sadece yaşayan bilir ve herkes yaşadığını düşünür, neyse allah ayrı koymasın...

aklımda kaldığı kadarıyla yavuz bülent bakiler'den;

ey yurdumun balaban bakışlı kızları
düşündünüz mü hiç
geceleri sizi arayıp duran yalnızları
tümünü göster