velhasılıkelam o zamanların nisan başlarında eve taşındım bir aşk yorgunu olarak, burası okula yakın istanbul'a uzak. yakınlıktan kasıt tek vesaitle ulaşabilme imkanına vurgudur sadece, uzaklığın tarifi ise kadıköy'e ve tabii olarak vapura binme ihtimaline minibüs yolundan bir iki saat mesafede olmasıyla kişiliğini bulur. istanbul her nerede yaşıyorsan orasıdır aslında, yüzde altmış nüfusu için de uzaktan bakılan ve ara sıra gidilen deniz manzaralı bir toprak parçası sadece. bal kavanozuna ekmek bandırıp aslında kuru ekmeği midesine indirdiğini yadsıyan sanal bir alemin çocuklarıyız top yekã»n. bu yüzden birbirine yabancı kalan yaşamların kesiştiği bir ucube olarak varlığını sürdürür fikrimce bizans'ın yaşlı orospusu. aşağıladığım sanılıp yanıltmasın sakın. asla onu tam manasıyla anlatma küstahlığına kalkışılamaz, yedi kocalı hürmüz'dür, sekiz kollu ahtapottur, kırk başlı canavardır. sadece dante, cennet, araf ve cehennem'inde kelimelerin elverdiği ölçüde ancak zayıf bir biçimde şiirleştirmeye çaba göstermiştir istanbul'u. ve beatrice'de doğal olarak aslı'dır. gece rahmet yağarmış üzerine gündüz şer, canlıdır, değişir, yenilenir, kirlenir, temizlenir. abilerim, ablalarım istanbul bize benziyor, biz istanbul'uz. laz bir minibüsçünün kemençeli kasetinden anlamadığım sözlerle dolu şarkıları eşliğinde kısa bir yolculuk sonrası kürt böreği yiyerek iri burun kemikli afrikalı bir oğlanın çinli kız arkadaşıyla el ele yürümesini seyretmek kendi başına bir keyif. yeri geldiği zaman etnik çeşitlilikten ve kültürel mozaikten çuvallar dolusu laf üreten, sıra istanbul'a geldimi, sırf babaları buraya bizden önce geldiler ve burada doğmak gibi bir şansa sahip oldular diye kendilerini istanbul'un seçkin evlatları varsayıp mega köy'den dem vuran dantelli hurma parazitlerine sözüm yok. ben, yetmiş iki buçuk millet tekmili birden beraber yaşarda sabahları dilenen martılara bir parça simit atacak delikanlı çıkmaz mı aralarından onun derdindeyim, ey rabbul alemin. amin!

ara ara kahveye giderdim varoş hayatımın ilk dönemlerinde maç seyretmeye, kulaklarımı tırmalayan küfürler arasında tuttuğum takım belli olmasın diye gol atıldığında sesimi çıkarmadan izlerdim sihirli kutuyu. futbol gibi basit bir seyirlikten bile kavga çıkartıp, gürültüyle avunan karga sürülerini kahkahalarla çıldırtacak derecede salaklıklara imza atan tişörtlü, şapkalı, kaşkollü zibidilerin boy boy caddelerde dolandığını da öğretmişti istanbul bana. zaman geçti orada burada salınmamdan ve boş gözlerle etrafımı seyredip hiç birinin suratına bakmamamdan olsa gerek, bana alıştılar, su içene yılan bile dokunmaz diye boşa kelam savurmamış ehli zaman ekabir takımı. sessizdim, sedasızdım, bir sazan tadında susuzdum. sağlıklı yaşam adına günde bir buçuk litre su içmek gerektiğine karar veren zırtapoz dergilere muhalefet olsun babından su gibi bira içiyordum. ama yılan değildi onlar, sadece yabancılara öyle görünmek gibi bir çabanın kurbanıydılar. teklifsiz içilen birkaç sigara tanesi, sabah okula giderken başı eğerek verilen dudak kıpırtılarıyla oluşturulmuş anlamsız harflerle örülü bir kaç selam kırıntısı, ayaküstü genel geçer değersiz bir iki kelam, birde bakmışsın anlatılmaz hızla gelişen candan sohbet kondularında " gel otur hacı, iki çift lafın belini kıralım " muhabbeti. her şey aslına döner, bunca yıl yerimi arayıp durmuşumda, haspam beni beklermiş meğer kapı dibinde. az okumak yabancılaştırır, çok okumak cehennemin kapısı, okumamak safını belirlemektir elhamdülillah. milyarlarca hayat var ve bir o kadar da dokunuş, etkileşim. kıramazsın zinciri, kendi hayatının kölesi olacaksın ya da çobanı. ortası yok asla, iki ucu boklu değnektir ki nereye dokunsan elini temizleme gereği ardında. köle ya da çoban olmak pek de matah bir ayrım değildir ancak. son tahlilde herkes çoban olduğunu varsayar ve herkes kölesidir hayatının. memleketim de durum içler acısı. sokaklarda salın hele, erkekler kibirli, kızlar havalıdır. osurukla şişirilmiş balonlar cenneti. iki mafya bozuntusunun elinde evirip çevirdikleri cep telefonu muhabbeti tuhaflığında rafting meraklısı sersemlerin mide burulmasından muzdarip ince bağırsak parazitlerine rahmet okutacak sahneler. " ã¢lemin kralı diyorum olum sana ya " " ne krallar gördük biz he " " ã¢lemlerin rabbi aşkına bir kere de söz dinle .mına koyum " " bak ciğerim! severim seni bozma ağzımı, başlatma babanın şarap çanağından " " benim babam diyarbakır buğday pazarında hamaldı bi kere " " o halde ananın örekesinden " " bittin olum sen, hesabın dürüldü senin " " hadi len yüreksiz, alemlerin kralına selam söyle kıçının dibinden ayırmasın seni, ilk oradan mıhlamazsam sizi şerefsizim " " şerefini .ikiyim, puşt " gibi martavallardan müteşekkil zavallılıklar üzerine bindallı giydirmeler, gerdan kırmalar, kıç oynatmalar, göbek atmalar. " benim oğlum bina okur, döner döner yine okur " tadında çiftetelli, kasap havası, harmandalı. karmaşanın oğlusun hayat, tut beni saçlarımdan, sal derine derine.
tümünü göster