3

son on yıldır süregelen amerikan filmlerinde ki değişimi fark ettiniz mi hiç siz? quantin tarantino gökten zembille inmedi, özendiğimiz amerikan yaşam tarzı tamamen bu. hemen hemen her evinde uyuşturucu çekilen, ağzından "bok", "siktir", "orospu" kelimeleri eksik olmayan, kendi kızlarına hatta bazen küçük erkek çocuklarına tecavüze yeltenen, tek hazzı yemek yemek ve sevişmek olan ve bunu her fırsatta, her mekanda gerçekleştirme telaşında koca bir ülke insan. herhangibir filmden olası bir parça; tıka basa eşyayla döşenmiş koca bir salonda kanepeye yayılmış oturan siyahã® dev, eline bir yeşil on dolarlık tutmuş "bak oğlum, bununla senin değersiz hayatın arasında tercih yapacaksam eğer tarafım bellidir" der ve çeker tabancasını adamı vurur. bunu tasarlamış, düşünmüş, eğip büküp sahneye koymuş bir senaryo yazarının içinde yaşadığı, nefes aldığı ve etkilendiği bir toplumdan bahsediyoruz. onun bukowski'si var, ozzy osbourne'ı var, pentagon'u var, cnn'i var ve çok güzel nükleer başlıklı füzeleri var. ara sıra, ucuz ve inatçı, kendi çıkarlarına hizmet eden diktatörleri hükümetlerinin başına getirmeyen üçüncü dünya ülkeleri üzerinde denemekten çekinmedikleri ve bir nevi şerefsiz uzaktan savaşım denilebilecek, kendi askerini en az hasarla harcamak üzere tasarlanmış, öldürme tekniğinin en üst basamağı devasa uçak gemileri var, uçak gemilerinin basra körfezine yerleşmişlikleri var, adana'da incirlik hava üsleri var ve sen hala ona hayransın. senin de aklını sikeyim o halde. bu gönüllü köle olma arzusu da nereden çıkıyor şimdi? biliyorum genlerinde "küçük amerika" olmayı canı yürekten arzu eden satılmış bir güruhun kalıntılarıyla doğdun ve her yıl birkaç kez değiştirilen eğitim sisteminin sen de bıraktığı kalıcı izlerle yaşama gayreti içerisindesin. öyleyse uyan dostum, bir deli dürtüklüyor seni ve bu günden sonra yapabileceğin en iyi şey sana dayatılan her baskıya inatla göğüs germendir. halkına inanmayan ve onu her fırsatta kucağa oturtan bir devlet mekanizmasıyla mücadele etmen elbette akıllara zarar bir durum ama daha kötüsü ne biliyor musun dostum; senin, benim, dilberdudağı ayşe'nin, bekçi cevdet'in, emekli sabahattin dayı'nın tüm bu olanları ölü köpek bakışlarıyla izlemesi ve kabullenmesi. adı her ne olursa olsun, ister tek parti dönemi, ister devletçilik, isterse demokrasi, sen, ben ve bizim oğlan hep yolun bu tarafındayız anla bunu. sana önereceğim bir modelim yok, hem ben sadece şizofrenim, sen hiç değilse medeni haklarından istifade etmeye tam ehliyetli bir bireysin. biliyorum elinde pek fazla bir şey yok, belki bir sevgili hayalin bile vardır, daha şanslıysan bir iş edinmişsindir kendine ama eğer sövemiyorsan, unut gitsin hepsini.

şarkıcı, manken, sunucu, bacımız, ablamız, canımız, ciğerimiz, her şeyimiz diye lanse edilen moronlara katlanmak zorunda değilsin anlasana, kapat artık televizyonunu, radyonu, bilgisayarını. sana tenha yollarda gezinmeyi teklif ediyorum, sana kirazların çiçek açtığı mevsim de "kiraz çiçeği seyretme festivali" düzenlemeyi teklif ediyorum, kalkmayı ve direnmeyi sonra, sırt dönüp, surat asmayı ve oy vermemeyi. silkin ve kendine gel.

üşüyorum, üşüyorum, üşüyorum, bırakmıyor bu ses beni, nereye gitsem, ne yapsam peşimde. insan kendisinden nasıl kaçabilir, ne kendimden daha etkili, tehlikeli ve büyük bir düşman olabilir? beynim büyük şehirlerin kanalizasyon kanallarına benziyor. tüm pislikler bana doğru akıyor, büyük şehirlerin boşalacağı bir denizleri var hiç olmazsa, benimkiler kalbimde birikiyor. ve o gitgide daha çok kararıyor, kirleniyor. bataklık gülleri çamur kokarmış yalan. kitap okumamı yasakladı melek, daha doğrusu bir müddet okumasan diye rica etti. o çok az şeyi yasaklar oysa. gereğinden fazla etkilendiğimi düşünüyor olmalı, ben hafife aldığımı iddia ederken hem. hiç değilse kitaplar çekilebilir kılıyor biraz olsun dünyayı. çoğu yalan yanlış bilgi kırıntılarıyla dolu, geri kalan da duygusal abartıdan ibaret ama zavallı insan soyu gerçekten kaçınmanın daha güzel bir yolunu icat edemedi henüz. filmlerde başa bela, dikkat etmezsem ona da yasak gelebilir. melek bu dünya da her şeyim, bir gün daha katlanabiliyorsam eğer bu onun sayesinde. bu yüzden istekleri benim için bir emir, emirden de öte. bu hakkını kötüye kullanmayı aklının ucundan bile geçirmez, bu nedenle farklı o zaten.

ses her zaman ramazan davulu gibi gürültü edip durmaz, bazen de haber getirir, her neyi düşünüyorsam onunla ilgili abuk sabuk şeyleri sıralar durur. bir seferinde deniz gezmiş'in tüm hayat hikayesini anlattı bana, kesik kesik cümlelerle beni yönlendirerek inanılmaz bir kurgu düzenledi. memleketimin ernesto che guarera'sı bir yerde. parkalı fotoğraflarını görmüşlüğüm var, içimizden biri, ölümün taçlandırdığı, soldan gelen öğrenci hareketi belgesellerin en tanınmışı. ses fısıldıyor kulağıma ve nasıl oluyorsa atatürk'le ilişkilendiriyor hikayenin sonunu. çocukluk çağlarının benzerliklerinden dem vuruyor ve biri asker diğeri sivil iki çılgın yaşamın ülke tarihinde ne roller üstlenebileceğine takılıyor. ölmekle sona ermiyor kahramanlıklar, hayatta kurulan iş ve ilişkiler öbür dünyada da devam ediyor güya. yaşadığımızdan öte ve farklı bir yaşam sürdürülüyor bir yerlerde ve ruhlar aleminin katı kurgusu hükmediyor bu hayata. ruhlar çok güçlüdür, bedenlerinden sıyrılmaları onları sadece daha etkin kılar ve o yetiştirir, güder, yönlendirir. öyle ki bir ülkenin hayatına top yekã»n hükmetmek isteyen bir ruhlar ordusu dahi vardır ve o yaşayanların anlamadığı bazı sürprizleri hazırlarlar birbirlerine. cumhurbaşkanı özal ölmeden bir gün önce, cuma günü ankara beşevler'de bir bankamatikten para çekmek isterken, sırada sohbet ettiğimiz yaşlı bir memur bana ne dedi biliyor musun? "asıl yılanın başı çankaya'da, allah belasını verse de kurtulsak". ayaküstü, ciddiyetsiz, üstünkörü bir konuşma. ertesi gün duyduk ki özal gitti berzah alemine ve bir kahraman oldu aniden. halkımızda böylesi bir eğilim var işte, sonuçta biraz daha yaşasaydı asla kazanamayacağı bir sevgi seliyle düzenlendi cenaze töreni. şimdi ben bunu neye yorumlayayım? sese bakılırsa bana ulak yollanmış ruhlar aleminden, öbür tarafta tesadüfün iğne deliği kurgusu kafamı karıncalandırmakta. kutsal bakire meryem, sen koru oğlunu vahşi çığlıklardan ve gündüz görülen rüyalardan. oğlunu korumaktan fırsat bulabildiğin zamanlarda da beni gözet olur mu? ama ses beni pohpohlayıp duruyor ya, bazen onu ciddiye almaktan kendimi alamıyorum. o, sezen aksu'nun sesini taklit edip bana şarkı söyleyebilir ve aslında bunun taklit değil bizzat minik serçe'nin benim için düzenlediği özel bir konser olduğunu iddia edebilir ya da aynı anda konferans düzenler gibi bir kaçı kadın olmak üzere üç beş farklı ses çıkartabilir beynimin içerisinde. tüm bunlar bir deli saçması elbette sizler için, ama benim olayım bu, ben istemedim, bana verildi, ben bununla doğdum. ve laf olsun diye ilkokulda elimi kestiğim o gün sınıfta, kana bulanan beyaz sargı bezine sabitlenen küçük kızın gözlerini görene kadar herkesi de kendim gibi zannediyordum. ilk kez utandığımı hatırlıyorum. utanmak bize has duygulardan sayılmaz kabul, pek çoğumuz yaptığımızın bize yakıştığını varsayarak yaşarız. aşırıya kaçmak bizim için kaçınılmazdır, çoğumuzun ise aklına bile gelmez genel ahlaka aykırı davranışta bulunduğu. konuşmasına, hareketlerine, duygularına yön veremeyen insanlar da bizden sayılır ancak anaokulu sınıfına dahil edilebilirler. ben birinci sınıfım. olabilecek en üst aşama. deli olmanın imkanlarından layığıyla yararlanmasını bilen ayrıcalıklı zümreden.
tümünü göster